Fransız Yazar, Düşünür Jean-Jacques Rousseau’nun Duygu Felsefesi – Karl Vorlander

RousseauGoethe, Fransız Ansiklopedicilerin kendisine ve Strazburg’daki arkadaşlarına etkisini şu sözlerle ifade ediyor: “Ansiklopedicilerin söz konusu olduğunu işittiğimiz veya devasa eserlerinin bir cildini açtığımız zaman, sanki büyük bir fabrikanın sayısız hareketli bobin ve tezgahları arasına girmiş ve sırf gürültü ve patırtıdan, göze ve duyuları şaşırtan bir mekanizmadan ve çeşitli bir biçimde birbirine geçen bir kuruluşun anlaşılmasından doğan bir temaşa sonucunda bir parça kumaş için neler gerektiğini görerek kendi sırtımızda taşıdığımız elbiseden nefret eden kimselerin haline girerdik”. Bu ruh hali sonucunda Almanya’da Sturm und Drang dönemi ve bundan önce Fransa’da J. J. Rousseau’nun duygu felsefesi meydana geldi.

1- Kişiliği ve yazılarındaki evrim

Rousseau, Aydınlanmacı değildir, hatta Aydınlanmanın aleyhindedir. Bu olguyu açıklamak için, haklı olarak Rousseau’nun halk arasından ve hatta Demokrat-Protestan Cenevre’de yetiştiğine işaret edilmiştir. Yalnız bu, bütün sorunu açıklayamaz. Çünkü hayatının ve felsefesinin ana çizgisini, aslında taşkın bir duygu oluşturur. O, aklın felsefe ve bencilliğine rağmen, kalbin doğal ve ahlaki duygusunu, maddeciler ve duyurucuların çağrışım mekanizmacılığına ve ruhsal atomculuğuna karşılık insan kişiliğinin bağımsızlığını savunuyor. Manevi hayat, sırf bizim içimimde gerçekleşmekle kalmaz, hatta bizim tarafımızdan belirlenir. Duygu da bilgi kaynaklarından biridir. Rousseau, kendi itiraf ettiği gibi, “düşünce konusunda yavaş, duygu konusunda canlıydı. İzleyen sayfalarda bu bakış açısının felsefi sonuçlarını inceleyeceğiz.

Dijon Akademisi 1749 yılında şöyle bir ödül ilan etmişti: İlimlerin ve sanatların yenilenmesi, ahlakın düzelmesine yardım etmiş midir? Başından birçok şeyler geçtikten sonra bu zamanlar Paris’te yaşayan ve Ansiklopedicilerin kendilerinden saydıkları Rousseau’ya bu soru bir yıldırım gibi etki etti. Kendi ifadesine göre, karşısında yeni bir alem gördü: Akıl, dışsallık ve gelenek dünyasına karşılık duygu, içsellik, kişilik ve doğa dünyası. Rousseua’nun bu soruyu tamamen olumsuz bir biçimde çözen eseri (Discours sur les scierıces et les arts), her ne kadar temellendirme bakımından zayıf ve olgun değilse de,o eski Romalıların ve Ispartalıların doğal saflık, masumluk ve cefakeşliğini örnek göstermişti yazarının hararetli şevki dolayısıyla etki etti ve onu birdenbire meşhur bir adam yaptı.

Aynı Akademinin beş yıl sonra “insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı nedir ve doğal yasaya göre hak mıdır?” diye duyurduğu ödülü, Rousseau, tekrar işlemeye koyuldu. Birinci yazısında yanlış bir eğitime karşı savaş açmışken, şimdi yalnız efendi ve köle tanıyan geçerli toplumsal düzene karşılık kendinde iyi ve asli ilkel doğa hali düşüncesini ortaya atıyor. Böyle bir durum gerçekten belki hiçbir zaman var olmadıysa bile çoğunlukla sanıldığı gibi Rousseau bunu hiçbir zaman tarihi bir olgu gibi göstermek istemiyor ve hatta “bütün olgulardan kaçınmak” istiyor bize rehber olarak hizmet edebilir. “Bir parça araziyi çitledikten sonra ‘burası benimdir” diye iddia eden ve kendisine inanan bön insanlar bulan kimse, burjuva toplumunun gerçek kurucusu olmuştur”. Eşitsizlik, mülkiyetin ortaya çıkması sonucunda meydana gelir ve hemen yasalılık ve hak (fakirler ve zenginler), hükümdarlık (güçlü ve zayıf) ve keyfilik ve güç egemenliği (efendiler ve köleler) ile birleşir. Buna bizim tekrar baştan başlamamız, eğitim ve devlet kurumları vasıtasıyla insani hayatın mümkün mertebe doğal bir kuruluşunu elde etmeye çalışmamız gerekir.

Rousseau’nun, XV. Louis Fransa’sındaki durumu eleştirerek reddeden ve her iki Discours ‘una karşılık 1762 yılında yayınlanan iki felsefi ana eseri de olumlu yeni yapıyı içeriyor. Yanlış eğitime karşı mücadele eden Discours’a karşılık Emile, doğru eğitimi ve gerçek dini; 1754 yılında eserinin hücum ettiği eşitsizlik ve keyfilik devletine karşılık Contrat social, gerçek devleti gösteriyor.

2- Eğitim ve din teorisi

ış şekli bakımından bilindiği gibi, kısmen teorik bir kitap ve kısmen bir roman olan Emile,, Rousseau’nun eğitim ve üne ilişkin ilkelerini içerir. İnsan yaratılış olarak iyidir. Bundan dolayı doğal gelişim serbest bırakılmalıdır! O, ne otorite ve ne de aydınlanma için zorlanmalıdır, ancak kendiliğinden, içinden yetişip gelişmelidir! Eğitim, doğayı kendisine bırakmalı ve yapaylıklardan kaçınmalıdır; gerçekten Eff/iJe’nin son derece bilge eğitimcisinin kurnazca müdahaleleri buna pek uymuyor. Öğrencinizin organlarını ve duyularını faaliyete getirmeye, işletmeye çalışınız, fakat ruhunu mümkün olduğu kadar uzun bir süre hareketsiz bırakınız! Çocuğun ruhu hakkında bazı uygun görüşler ortaya koyan Rousseau, elinden gelse onu bütünüyle doğanın ve eşyanın eğitimine terkedecektir; fakat o, uygar durumun insanlar tarafından bir eğitimi gerektirdiğini görüyor. Bundan dolayı Emili’ni ve Sophia’sını, doğanın ve aklın ilkelerine göre eğitilen, mümkün olduğu kadar doğal insanlar haline getiriyor. Rousseau, insanın yaratılış bakımından iyi olmasına işaret ettiği ve çocuk ruhuna erkenden dini etkiler yapılmasını reddettiği için, doğal olarak kiliseyle çarpıştı. Bundan başka bu kitabın etkileri çok güçlüdür ve hatta zamanımıza kadar devam etmiştir. Rousseau’nun kusurlarının bazıları, örneği kadının manen aşağı durumu ve özellikle özel eğitim, kısmen zamanındaki durum dolayısıyla ve diğerleri de yazarın daha önce tasvir olunan kişisel özellikleriyle açıklanabilir.

Her gerçek eğitimin aslı ve esası, gerçek dindir. Bundan dolayı Rousseau’nun eğitime ilişkin ana eseri, aynı zamanda dini itiraflarım içerir: Savoieli bir Vicaire’in meşhur itirafları. Rousseau’nun bu itirafları ona, bir dağın başında, güzel Alpler dünyasının karşısında yaptırması, kendisi için Çok karakteristiktir. Onun dini, her şeyden önce insanın saf doğal duygusuna dayanan doğa ve duygu dinidir ve bunun en yüksek noktası, evrenin sessiz bir takdiri ve aynı zamanda yaşam ve kulluk içgüdüsünün en içsel bir gelişmesidir. Bu, bilgiden bütünüyle başka bir şeydir: “Allah’ı, eserlerinde görüyorum, O’nu kendimde ve üzerimde duyuyorum, fakat onun niteliğinin sırrım bilemiyorum”. Buna karşılık doğal din, akla aykırı değildir; Rousseau aksine maddecilere karşı, doğal dinin akla uygun olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Bunlara karşı, insanın hayvanlarla bir tutulmasını kabul etmiyor ve iradenin özgürlüğünü, ruhun maneviliğini ve adalet duygumuzun istediği ölümsüzlüğü savunuyor. Hareket, bağlantı ve ruhsal yaşam nereden doğuyor? Sırf yaratıcı iradeden. Her ne kadar duyum sırf edilgin ise ve algı yalnız duyumlardan meydana gelirse de, karşılaştırmak ve yargıya varmak ancak bizim kendimizden kaynaklanabilir, iki ilke vardır: Madde ve ruh (Allah). İşte bu, Rousseau’da bulunan genel felsefi ve bilgi teorisine ilişkin tikel bakış açılarıdır. Ona göre bu aşamada son ölçü akıl değil, ancak içsel duygudur. Rousseau’daki doğal dinin, herhalde az tebarüz eden diğer bir yönü, vahye inananların aleyhine yöneliktir. İnsanüstü bir vahiy, bizim için zorunlu değildir. Gerçek Hıristiyanlık, bizzat Allah tarafından doğrudan doğruya bize aşılanan dini duygudan ibarettir; Allah’ın yasasını yazılı kağıtlarda değil, kalbimizde aramalıyız. Aşın saldırılara karşı Rousseau, teorisini Paris Başpiskoposuna yazdığı açık bir mektupta (1762) ve Cenevre savcısına karşı parlak Lettres de la Montagneinde (Amsterdam, 1764) savundu.

3- Devlet görüşü ve toplumsal felsefe

Devlet teorisi de Rousseau tarafından bir duygu, yani “doğal” insanı tahrik eden özgürlük ve eşitlik duygusuna dayandırılır. Daha 17341744 yıllarında Rousseau, ancak bağımsız parçalan yayınlanan büyük Institution politiques adlı bir eser tasarlamıştı; bunlardan biri duygusal olmaktan çok akli bir biçimde düzenlenen Contrat social veya Devlet Hukukunun ilkeleridir (1767). ikinci Discours’unu tamamlayan devlet teorisine ilişkin bu ana eseri Uherte ve Hlgalit’ye göre kurulacak yeni devleti müjdeliyor. O, bu gaye için devletin kuruluşunu “toplumsal sözleşme”ye göre tasvir ediyorsa da, bu hiçbir zaman, çoğunlukla sanıldığı gibi, tarihsel evrim anlamında kastedilmemiş ve ancak düşünsel bir ölçü olarak kullanılmıştır. Bir şeyin nasıl olduğunu, ne durumda bulunduğunu takdir edebilmek için, nasıl olması gerektiğini bilmelidir. Toplumsal sözleşme vasıtasıyla, bütünün bir parçası olan birey, genelin yararına, temel özgürlüğünden feragat eder. Rousseau artık Locke’un ve Montesquieu’nun meşrûtiyetçiliğini değil, demokrat cumhuriyeti ve kuvvetlerin ayrılmasını değil, halk egemenlini savunuyor. Biricik ve sınırsız egemenliği, bütün halk temsil eder ve bunun için genel iradeden (Volonte generale) başka bir yasa yoktur; işte bu genel irade, Rousseau’nun toplumsal felsefesinin en temelli kavramıdır ve yalnız kişisel çıkarlarını güden bireysel iradelerin (Volonte de tous) bir toplamından ibaret değildir; çünkü o, niteliği bakımından bireysel konu veya kişilere, örneği hükümdarlara değil, ancak genelin çıkarma yöneliktir.

Bu düşünceleri gerçekleştirmek konusunda, buraya kadar çok kökten olan yazar, ılımlılaşır. Salt demokrasi, yalnız yaklaşık ve küçük devletlere (Rousseau burada Cenevre’sini kasdetse gerektir) uygulanabilecek bir idealdir. Bir ülke ne kadar büyük olursa, merkezi güç o oranda güçlü olmalıdır; çok büyük devletler için en uygun olan (daha sonra Kuzey Amerika’nın birleşik hükümetlerinde -U. S.- uygulandığı gibi) Confederation’dur Biricik devlet şekli olan ve hiçbir zaman ölmeyen halkın egemenliğinin sürekli varlığına karşılık, hükümetin şekilleri değişebilir. Yürütme gücü, yalnız sınırlı bir zümrenin, yani bir tür seçilmiş aristokrasinin elinde olabilir, fakat bu halkın doğrudan doğruya ifade ettiği iradesiyle kontrol edilmelidir. Gerçekten bunun için belirli bir ölçü ve bağımsız olarak uygulama şekli eksiktir. Yalnız şuna işaret edilmelidir ki, Rousseau soyut köktenci ilkesinden beklenebileceğinden daha çok ılımlı davranıyor. Onun duygu bakış açısı, burada da köy yaşamını şehir yaşamına, çiftçiliği zanaata ve ticareti sanayiye tercih edişinde görülüyor.

Onu bundan dolayı, çağdaş sosyalizmin müjdecisi saymak pek uygun olmaz. Sosyalizm yönündeki faaliyeti olsa olsa, sürekli artan bir işbölümü sonucunda iktisaden zayıf olan kimselerin, güçlülerin iradesine tabi kalacağı keyfiyetine karşı mücadelesidir. Ya da, araziyi bizzat işleyen ve eken kimsenin ona sahip olma hakkını elinde bulundurduğunu ve övülen yasal eşitliğin gerçekte yalnız “fakirleri yoksunluk halinde bırakmak ve zenginlerin haksız yere elde ettikleri mülkü desteklemek” için bir araç olduğunu ifade eden cümleleri de buna ait olabilir. Bir insanın diğer bir insana kişisel bağlılığını Rousseau, sırf yasal bir ilişkiye dönüştürmek istiyor. Bugünkü mülkiyet durumunun şiddetli eleştirisine rağmen, kişisel mülkiyetin kaldırılması ciddi bir biçimde söz konusu olmaz. Aksine onun vatandaş (citoyen) adını verdiği kimsenin, toplumsal sözleşme sonucunda, doğal özgürlüğe karşılık toplumsal özgürlüğü değişmesi gibi, aynı sözleşme üzerine, her şey için sınırsız hakkını, “sahip olduğu her şeye malik olmak hakkına” değişir.

Genellikle Rousseau’da, bireycilik ve devletçilik arasında, bir ona bir diğerine eğilim vardır. Citoyen, özgür olmak için zorlanır. Rousseau’nun özgür devletinin, esas olarak baskıcı olduğunu Contrat social’in sonunu oluşturan ve 4 maddeden meydana gelen bir devlet dini isteği bunu gösterir: 1Allah vardır, 2Ölümden sonra ödül ve ceza vardır, 3Anayasa ve yasalar kutsaldır, 4Hoşgörüsüzlük yoktur. Her vatandaş bu devlet dinine uymak zorundadır, yoksa sürgün cezasıyla cezalandırılır.

Rousseau’nun Fransa’da etkileri: Fizyokratlar. Condorcet Sosyalizmin başlangıcı

Başlangıçta Rousseau etki edemiyor gibi gözüküyordu. Devlet ve kilisede egemen olan güçlerin saldırısına ve takibatına uğradığı gibi, Ansiklopediciler tarafından sadakatsizlikle suçlandı: Voltaire onu deli olarak görüyor ve Diderot ona “Koca Sofist” diyordu. Fakat bu uzun süre devam etmedi ve o sonunda, düşmanlarından daha çok güçlü ve esaslı bir biçimde çevreye etki etti. Rousseau’nun söylediklerinden çok haklı olarak şuna işaret edilmiştir ki, onun eğitim teorisi Locke’tan ve devlet teorisi Althaus, Hobbes, Sidney ve Pufendor’dan pek çok şeyler alıntılamıştır söyleyişi, duygusunun ateşi ve kalbinin ateşli belagatı insanları büyüledi. Rousseau’nun çağdaşları üzerine etkisi, hatta Fransa’nın sınırından çok uzaklarda, oldukça büyüktü. Onun doğallık için atılgan şevki, yaşamın türlü alanlarında (eğitim, din, devlet, sanat) verimli, fakat açık düşünceli olmayanlara da bozucu etkiler yaptı. Yalnız Alman Sturm und Drang dönemi onun etkisi altında kalmamışgenç Schiller pek çoklarından biridir hatta Kant gibi basiretli düşünürler bile kendilerini bundan kurtaramamıştır. Herder ve Fichte’nin tarih felsefesine etkileri önemsiz değildir; yeni eğitim bakış açılarının (Pistaloji, Basedow) pek çoğu ona aittir. Rousseau her şeyden önce, her ne kadar şahsen geçerli düzenlerin zorla kaldırılmasına taraftar değilse de, Fransız Devrimi’nin filozofu olmuştur. Bu devrimin parolaları: Liberte, Egalite, Fraternite Rousseau’nun tarzındadır; 1791 yılının meşrutiyet düşüncelerini aşan 1793 anayasasını (Robespierre, Saint-Just) Rousseau’nun toplumsal sözleşme örneğine göre önermişlerdir. Fakat bizim şimdi, Rousseau’nun düşüncelerinden etkilenen 18. yüzyılın ikinci yarasının Fransız felsefesini kısaca incelememiz gerek.

1. Fizyokratlar

Fizyokrat adı verilen kişiler, tıpkı Rousseau gibi, doğa coşkusuna kapılarak iktisadi alanda zamanı geçmiş ve yapay olan merkantilizm sistemine karşılık “doğanın egemenliğini”, yani ticaret alanında “bırak olsun” (laissez aller, laissez passer) ilkesini temsil eden kimselerden sayılır; bunlar ticaret hakkındaki ilkelerinden başka, ziraat için devletin geniş yardımını istiyorlar ve vatan toprağı ürününün ulusal zenginliğin kaynağını oluşturduğunu söylüyorlar. Bunların, az bir süre sonra Adam Smith (§ 31) tarafından iptal edilerek düzeltilen teorileri her ne kadar iktisat tarihine aitse de, ahlaken düşkün bir zamanda yaşayan namuslu ve ahlaklı Quesnay ve Turgot gibi her iki rehberi de, fizyokrat teorisini felsefi bir biçimde temellendirmeye çalışmışlardır. Özellikle Turgot (17271781) gençliğinde, ahlak felsefesine ilişkin sayısız yazılar yazmıştır; gerçekten bu eserleri felsefi olgunluktan çok, güzel düşünceler açığa çıkarıyor.

2. Condorcet

Rousseau’nun düşüncelerini diğer bir yönde Condorcet geliştirmiştir. Matematiksel bir öğrenim gören ve daha sonra iktisatçı ve siyasetçi olarak coşkuyla Fransız devrimine katılan Condorcet, bu devrimle yeni bir dönemin, yani aklın egemenliği döneminin geldiğini varsayıyor. Jironden olması dolayısıyla Jakobenler tarafından izlendiği sırada, ölümünden önceki dokuz aydı gizlendiği yerde hiçbir kütüphane aracılığına başvurmadan insan Ruhunun İlerlemelerinin Tarihi Bir Tablosunun Taslağı parlak bir biçimde yazdı. İnsan, yaratılış olarak iyidir ve sonsuz bir yetkinleşmeye güç yetirir. Ahlakın biricik görevi, insanı gerçek yararları hakkında aydınlatmak ve aklını kullanmaktan ibaret olan mutluluğunu göstermektir. En yüksek iyi, bireyin yetkinliğinde değil, ancak bütün insanlığın ahlaki yetkinliğindedir. Yetenekteki ve melekedeki doğal eşitsizlikler, özellikle eğitim’in temelli bir yenilenmesi ve eğitim teşkilatında bütün sınıf farklarının kaldırılması vasıtasıyla dereceli olarak azaltılabilir.

Diğer birtakım düşünürler kurtuluşu, bütün iktisadi düzenin az veya çok bir değiştirilmesinde görüyorlar: Rousseau’nun istediği siyasi eşitlik, iktisadi fittik olmayan yerde mümkün değildir.

Teorik sosyalizmin başlangıcı

Eğer Meslier’nin vasiyetnamesi (§ 35) ve daha önce anılan ütopist yazılan bir yana bırakırsak, Fransa’da teorik sosyalizmin başlangıcı Rousseau nun zamanına rastlar. Her ne kadar bunlar doğrudan doğruya Rousseau’dan etkilenmemişlerse de, buna benzer bir zihniyetin sonuçlandır.

a) Doğanın Kitabı veya Kanunlarının Gerçek Ruhuher halde Montesquieu’ya bir nazire adlı eser, yazar ismi anılmadan 1755 yılında yayınlandı (bu eser, dikkate değerdir ki, sosyalist düşünceler tekrar ortaya çıkmaya başladığı zaman, yani 1841’de bir daha basıldı) ve öyle bir ilgi uyandırdı ki, uzun süre Diderot bunun yazarı sayıldı. Bunun gerçek yazarı, hayatı konusunda hiçbir şey bilinmeyen Abbe Morelly adında bir kişidir ve bundan iki yıl önce Utofae niteliğinde bir devlet romanı (La Basiliade) yayınlamıştır. Onun Code de la Nature’ii Fransa’da komünizmi felsefi olarak temellendirmek için yapılan ilk girişimdir. Asıl kötülüğün, yani özel mülkiyetin köküne baltayı vurmadan, en iyi hükümet şekli hakkındaki bütün tartışmalar boştur. Bireysel mülkiyetten kaynaklanan tamahkarlık, bütün erdemsizliklerin temelidir. Bundan dolayı Morelly’nin ideal devletinde hiçbir kimse, her gün kullandığı şeylerden başka bir şeye sahip olamaz. Her vatandaş yaşına, gücüne ve yeteneğine göre genel çıkara hizmet etmeli ve buna karşılık devletin (Gemeinwesen) hesabına geçimini sağlamalı ve istihdam olunmalıdır. Ne trampa ticareti ve ne satış olmalı, ancak ihtiyaçlara göre genel mağazalar aracılığıyla dağıtımlar yapılmalıdır. 14 yaşına kadar ortak genel eğitim ve herkes için 20 yaşından 25 yaşına kadar toprak işi (ziraat) vardır. Bu gelecek devletin esası, ahlaki metafiziki, yani Allah’ın insanlar için belirlediği eşyanın doğal düzenidir; bundan başka bu gelecekteki devletin okullarında, devlet tarafından kabul edilen bir ahlak ve metafizik okutulur.

b) Bu kişiden etkilenen Condillac’ın üvey ağabeyi Abbe Mably (17091785) De la legislation (1776) adlı eserinde Code de la nature kadar ileri gitmiyor. Mably’nin ideali, eski İsparta’dır. Bir devlet, yalnız vatandaşları özgür ve erdemli olursa mutlu olur. Fakat gerçek, yani toplumsal erdemler, insanların aynen doğa ve akıl tarafından istenen eşitliğine dayanır. Gerçekten şimdiki durumda, eşyanın (malın) eşitliği ve ortaklılığı yeniden sağlanamaz; fakat kişisel verasetin kaldırılması, sınıfların eşitliği, israfa karşı yasalar ve tamamen ahlaki bir eğitim için güzel yasalar halen geçerli olan düzenin kötülüklerine bir dereceye kadar engel olabilirler. Bundan başka Mably de, Toplumların Doğal ve Esaslı Düdenine ilişkin Kuşkularında (1768) arazi ve emlakin millileştirilmesini (Nationalisierung) istiyor. Fakat bu aşamada ilkeli bir temellendirme yoktur.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz