Daha Özal piyasada yokken, daha doğrusu ortada “serbest” piyasa yokken, hür teşebbüs denen şeyin, hayatımıza bu denli yön vereceğine uyanmıştım bir şekilde. “Şaaans, kadeeer, kısmeeet, talihine 25 kuruş” adlı talih oyunuyla başladım işe.
İki çeşidi vardır bu oyunun. Bakkaldan, en büyük ikramiyesi koca bir çikolata olan seyyar bir vitrin ve kazınmaya hazır yuvarlak delikli çarkıfelek seti alırsın, 25 kuruşa kazıtır, maliyetin üstüne çıkmaya çalışırsın. Genelde bu yöntemle bakkal kazanır, zira o iğrenç çikolatayı başkasına yâr etmez kendin yersin, yani sermayeyi yemiş olursun.
Benim tercih ettiğim ikinci yöntemse tamamen öz kaynaklara dayalıdır. Teksas – Tommiks’leri, futbolcu resmi çıkan gazoz kapaklarını, Almanya’dan gelmiş oyuncak arabaları, Yaman dergilerini, misketleri, kaflikleri, “çivi” oyunu için hazırlanmış aletleri koyarsın bir kutuya, kafandaki ve çevredeki değerine göre sıralandırıp numaralandırırsın. Sonra, bu numaralan küçük kâğıtlara yazıp kıvırır, annenin kullanıp bitirdiği Nivea kutusunun içine atarsın. Kutuyu sallayarak ve yukarıdaki mâniyi söyleyerek dolanırsın. Öz kaynaklar eriyene kadar böyle gider bu fakat bir bisiklet alacak paraya asla ulaşamazsın.
Baharda, dedem girerdi devreye. Güzelim bahçesinde aşılayarak yarattığı gülleri boş yağ tenekelerine aktarır, evimizin sokak kapısı önünde bir tezgâh ayarlar ve benimle “satıştan komisyon” anlaşması yapardı. Bu sektör de pek umut vermezdi bana. Herkesin bahçesi, herkesin bahçesinde de iddialı gülleri vardı zaten. Birkaç komşu, benim çabama acıdığından alırdı, o kadar.
Başka pazarlara açılmam lazımdı. Bunun için, dedemin yardımıyla, garanti iş yapan yerel biriyle anlaştım. Defterdar sahilindeki Gazeteci Mehmet Amcayla. Sabah 05.00 gibi kalkıp karanlıkta yanma gider, benim gibi yedi-sekiz çocukla beraber, gazete kalıbı ve pantolon kemerinden oluşan tezgâhlarımızı sırtlanır, Mehmet Amca’nın, sıcacık gazeteleri aramızda taksim etmesini beklerdik. En çok Hürriyet gazetesi isterdik çünkü hem kolay satılır hem de manşetleri rahat bağırılırdı. Mehmet Amca bize bölgelerimizi söyler, bağırılacak manşetleri tembihler, sırtımıza vurup “rasgele” diye yolcu ederdi hepimizi.
Ben hemen eve gider, annemin hazırladığı kahvaltıyı yerken, bastırmadan bütün gazeteleri karıştırır, alternatif manşetler bulurdum bağırmak için. Önce, çoğu komşu ve akraba olan devamlı müşterileri dolaşırdım. Sonra otobüs durağına ve Feshane Fabrikası girişine giderdim. Kalan gazete varsa hâlâ, çevre sokaklarda avazım çıktığı kadar bağırarak gezer, bir yandan da herkese saati sorardım. Saat 08.00 olduğunda, Mehmet Amca’nın yanına gider, sayım yapar, paramı alırdım. Koşarak eve gelirdim sonra. Annemin giysi dolabına sakladığım kavanoza paraları koyar, hızla önlüğümü giyer, çantamı alır, okula yetişirdim.
Bu iş de yorucu gelmeye başladı bana bir süre sonra. Bir de kavanozun güvenliğinden şüphelenmiştim. Bıraktım. Kötü karar… Ben bıraktıktan sonra, dönemin erotik gazeteleri Tan ve Bulvar çıktı piyasaya. “İş arkadaşlarım” güzel paralar kazandı.
Köşedeki manavın kesekâğıdı aldığını duyduğumda, evde resmen bir atölye kurdum. Önce kesekâğıdının nasıl yapıldığını, sonra da nasıl ucuza mal edeceğimi öğrendim. Dedem sağ olsun, okuduğu Tercüman gazetelerini atmaz. Bayağı bir gazete yığını vardı müştemilatta. Reçineli ağaçlardan yapıştırıcı yapmayı da öğrendim. Ellerim kanayana kadar reçine topluyorum. Kuzenim Burak da katıldı bana. Bir yandan reçineleri kaynatıp şişeliyoruz, bir yandan da dedeme çaktırmadan gazetelerini ufak partiler halinde araklıyoruz. Keyfimiz gıcır. Şirket bile kurduk ad ve soyadlarımızın kısaltmasıyla: NEBUİŞ… Dedem gazetelerin eksikliğini fark etti tabii bir süre sonra, “Ne bu iş?” diye sordu. Anlattık, Nuh dedi peygamber demedi, izin vermedi. Son kalan yapıştırıcılarla defter kitaplarımızı kapladık, okula devam…
Bir süre, “din ticareti’ne de takıldım. Berat kandillerinde “vekil” olarak yüzlerce rekat namaz kıldım. En kısa dualarla, hızlıca rekatları deviriyor, bunun karşılığında cömert bir “gönlünden ne koparsa” alıyordum. Senede bir, ikramiye gibi bir şey…
14 yaşımda, artık Özalizm memlekete iyice çökmüşken, gerçek bir işte çalışmaya karar verdim. Uzaktan bir akrabamızın Osmanbey’deki konfeksiyon mağazasında çalışmaya başladım. Sabah gidip hem mağazayı hem depoyu temizliyor, öğlen sıcağından itibaren ise Bomonti’deki atölyeden depomuza yeni çıkan mallan taşıyordum. Ütüden yeni çıkmış 50 pantolon bir omzumda, 50 pantolon diğerinde, kalabalıkların arasından düşe kalka dükkâna varmaya çalışıyordum. Ceket taşımayı daha çok seviyordum. Hem daha kolaydı hem de komik bir görüntüm oluyordu. Üzerime giyer gibi yaptığım 50 ceketle yeşil dev gibi görünürdüm mağaza camlarında. Eşek gibi çalıştığım için, kısa zamanda zam aldım. Bu durum eski çalışanları rahatsız etti. Radyodan “Big in Japan” çalarken gazoz içip dans ettiğim arkadaşlarım, birden beni yalnız bırakmaya başladı.
Yine depoda yalnız bir günümde, hışımla açılan kapıdan içeri Tecavüzcü Coşkun girdi. Ben kelimeişahadet getirirken, o taşraya gidecek sipariş kolilerini parçalıyor, “Nerede ulan benim mallarım, nerede?” diye bağırıyordu. Sakinledikten sonra bir soda istedi, benim kim olduğumu sordu. “Patronun olacak pezevenge söyle mallarımı teslim etsin,” dedi, gitti. Tecavüzcü Coşkun, kolilerde aranan mallar, kafamda acayip narkotik sorular. Sonradan anlaşıldı, adamın Gazi Sineması pasajında erkek giyim mağazası varmış, siparişini geciktirmişiz. Bir bayram arifesi, ikramiyemi alıp işi bıraktım.
Komşumuz bakkal Yusuf Amca, yaşlandığından herhalde, dükkânı kapatmaya karar verdi. Damadı bir yayınevinde çalışıyor. Kısa sürede dükkân, kitap-kırtasiye dükkânı oldu. Damat gündüz işte, eşi çocuklarına bakıyor. Tabii ki tek kişilik istihdamın tek adayı benim. Rüya gibi bir iş. Dükkân bana şekerci gibi geliyor. Üstüne üstlük, en iyi müşterilerim, karşımdaki kız meslek lisesi öğrencileri. Anadolu lisesinde okuduğum duyulunca, teneffüsleri 20 kızla geçiriyorum dükkânda. Okula gittiğim zamanlarda da küçük bir tezgâh yapıyorum Bond çantamın içine. Özellikle sınavlarda, eksikler benim sayemde gideriliyor. Her türlü mutluyum işten. Yalnız okulu asmaya başlıyorum hafiften, annem işe uyanıyor, rüyanın bitmesine karar veriyor.
Okulun yakınlarında bir iş olabilir mi? Sultanahmet’teki Arasta Çarşısı’nda, halıcı bir tanıdık çıkıyor. “Dil biliyormuşsun, istediğin zaman gel, prim hesabı başla,” diyor. “Hanutçuluk yap,” diyor yani. Turistlerle arkadaş oluyorsun, bir şekilde dükkâna getiriyor, iyisinden kötüsünden bir halı çakmaya çalışıyorsun. Biriki deniyorum, arkadaş olmaktan öteye geçemiyorum turistlerle, içim istemiyor onları dükkâna götürmek. Zaten benim muhabbet ettiklerim gezgin öğrenciler. Diğer hanutçular beni görünce, “Necooo, bıkmadın şu bitli turislere çay ısmarlamaktan,” diye dalga geçiyor. Fazla dayanamıyorum, bırakıyorum.
Bir süre de okul kitapları satarak buluyorum yolumu. Kitaplar Almanya’dan geldiği için pahalı. Küçük bir çete kuruyoruz. Bir üst sınıfa geçenlerin artık ihtiyaç duymayacağı kitaplarını üç otuz paraya alıp ihtiyacı olan alt sınıflara satıyoruz yarı fiyatına. Müdüriyet uyanıyor işe, dümenimizi bozuyor.
Üniversite sınavı geldi çattı ve akabinde geldi çaktı. Açıkta kalıyorum. Evdekiler huzursuz. Ders çalışmayı hiç çekmiyor canım. Gazete ilanlarından iş buluyorum. Mülakata gidiyorum, işi alıyorum. Artık sigortalı bir işçiyim. Aksaray’da Benetton’un fabrika satış mağazasında çalışmaya başlıyorum. Rumenler, Araplar, İranlılar ve bilumum turistle ben ilgileniyorum. Bir yere kadar zevkli bir iş; fakat hırslı mağaza müdiresinin habire yaptığı toplantılardan gına geliyor, üç ay sonra basıyorum istifayı.
Ana Britannica pazarlaması moda oluyor. Gazete ilanlarında öyle güzel paralar vaat ediyorlar ki, hemen kanıyorum. Koca bir çanta veriyorlar elime, bazı lokasyonlara yönlendiriyorlar. Deniz otobüsü iskelelerinde, sinema fuayelerinde stant açıyorum. Prensip şu: Biraz ilgilenen birini yakaladığında, hemen iyi bir sunum için randevu iste. Ev, iş, neredeyse oraya gidiyorsun. İlk randevumda, evine gittiğim orta yaşlı kadın, kapıyı içini gösteren bir sabahlıkla açınca arkama bakmadan kaçıyorum.
Figürasyon, tiyatro işleriyle uğraştığımı bilen bir arkadaşım, bir film şirketine öneriyor beni. Ofisboyluk gibi bir şey. Giriyorum işe. İhsan Yüce, Engin AyçaGülsen Tuncer, OrhanNuray Oğuz, Hilmi Etikan gibi sinemacılarla tanışıyorum, Bilge Olgaç’ın sobasına gaz taşıyorum (gaz sobasından zehirlendi, hâlâ suçlu hissederim kendimi), Giovanni Scagnamillio’nun evine giriyorum. Her şey güzel de para yok. Neredeyse çaykahve sponsoru benim şirketin. Kast işine girelim diye karar alınıyor zira televizyon ve reklamlar hareketlenmeye başlamış. Diskoların kapılarında broşür dağıtıyorum, eli yüzü düzgün tanıdıklara haber salıyorum. Yüz kişiyi bulunca, katalog çekimine giriyoruz. Devlet Opera ve Balesi’nin fotoğrafçısıyla anlaşıyoruz. Stüdyoda profesyonel çekimler yapıyoruz. Tabii para karşılığı. Epey bir para giriyor kasaya. Fotoğrafçının parasının da üstüne yatıyor patron. Daha önce bana reva görülen muameleyi, başkalarına yapıyormuşum gibi geliyor, midem bulanıyor, ayrılıyorum. İki-üç sene sonra okuldayken patron çıkageliyor, işler düzelmiş, para kazanmaya başlamışlar, dört aylık alacağımı veriyor bir zarf içinde. Allah bereket versin. Sonrası Tezgah, biliyorsun işte…
Gerçek Hesap Bu!
Nejat İşler
Gerçek Hesap Bu!
Can Yayınları – Anı Dizisi