ELIAS CANETTI: DUYDUĞUM İLK CİNAYET, BİR TÜRKÜN BİRİNİ KISKANÇLIKTAN ÖLDÜRDÜĞÜ OLAYDI

Türk Evi İki Dede

Bazen, Canetti Dede dükkanda olduğunda, babaanneme saygılarımı sunmak üzere beni onun evine götürürlerdi. Babaannem Türk divanında oturmuş, sigara ve koyu kahve içiyor olurdu. Hep evde oturur, hiç dışarı çıkmazdı; onu evin dışında gördüğümü hiç anımsamıyorum. Adı Laura’ydı ve tıpkı Dedem gibi Adrianople’dan gelmeydi. Dedem ona, “altın” anlamına gelen “Oro” adını takmıştı, Babaannemin adını hiçbir zaman anlayamadım. Akrabalar arasında en fazla Türk kalan oydu. Divanından hiçbir zaman kalkmazdı, hatta oturacağı yere nasıl gittiğini bile bilemiyorum, çünkü onu yürürken hiç görmedim. Zaman zaman göğüs geçirir, bir fincan kahve daha, bir sigara daha içerdi. Beni ağlamaklı bir sesle karşılar, hiçbir şey söylemez, gene inleyerek uğurlardı. Beni getirene söyleyeceği birkaç yakınma tümcesi olurdu mutlaka. Belki hasta olduğunu sanıyordu, belki gerçekten hastaydı, ama şurası kesin ki, onda bir doğulu tembelliği vardı, ayrıca, şeytani bir canlılığı, neşesi olan büyükbabamdan çok çekiyor olsa gerekti.

Ben o zamanlar bunu anlamıyordum gerçi ama, nerede, ne zaman ortaya çıksa, anında bütün dikkatler onun üzerinde toplanırdı; ailede herkes ondan korkardı, istediğinde acı gözyaşları döktürebilecek zalim, gaddar bir adamdı. Adını taşıyan torunlarıyla arası pek iyiydi. Dostlar ve tanışlar arasında, hatta bütün İspanyol Musevileri topluluğunda özellikle kadınların bayıldığı güzel sesiyle ünlüydü. Bir yere davet edildiğinde, Babaannemi hiç yanında götürmezdi; onun aptallığına ve sürekli yakınmalarına, inlemelerine dayanamazdı. Gittiği yerde hemen herkes etrafına toplanır, o da onlara kendisinin de kahramanı olduğu öyküler anlatırdı, özel durumlarda, şarkı söylemesi ricalarını kırmazdı.

Rusçuk’ta, Babaannemden başka pek çok şey Türk’tü. Öğrendiğim ilk çocuk şarkısı —”Manzanicas coloradas, !as que vienen de Stambol, “ “Küçük elmalar, kırmızı, kırmızı elmalar, İstanbul’dan gelenler”— Türk başkentinin adıyla son buluyordu, ayrıca bu kentin ne kadar büyük olduğunu duymuş, hemen kentimizde gördüğüm Türklerle bu kent arasında bir bağlantı kurmuştum. (Canetti Dedeyle babaannenin geldiği kent olan Adrianople’un Türkçe adı olan) Edirne’den sık sık söz edilirdi. Dedem, bitmek bilmeyen Türkçe şarkılar söylerdi, burada önemli olan bazı yüksek notaları boyuna uzatmaktı; ben, çok daha ateşli ve hızlı İspanyol şarkılarını yeğlerdim.

Evimizin yakınlarında, hali vakti iyi Türklerin evleri vardı; bu evleri, kadınları korumak için pencerelere konan sık aralıklı parmaklıklardan ya da kafeslerden tanırdınız. Duyduğum ilk cinayet, bir Türkün birini kıskançlıktan öldürdüğü olaydı. Arditti Dedenin evine giderken annem beni bu evlerden birinin önünden geçirirdi; bir gün bana yüksekte bir kafes gösterdi ve bir Türk kadınının orada dikilip yoldan geçen bir Bulgar’a bakmış olduğunu, Türkün, yani kocasının bunun üzerine gelip kadını bıçakladığını söyledi. Daha önce hiç ölü bir insanın ne demek olduğunu kavradığımı sanmıyorum. Ama annemle yaptığımız bu yürüyüş sırasında, bunun anlamını öğrendim. Yetkililerin yerde bir kan gölünün içinde bulduğu Türle kadınının oradan kalkıp kalkmadığım sordum. “Asla!” dedi annem. “Asla! Ölmüştü, anlıyor musun?” Duydum, ama anlamadım, yanıtım birkaç kez tekrarlamasına yol açacak şekilde aynı soruyu sordum durdum, sonunda annem sabrını yitirdi ve başka şeylerden konuşmaya başladı. Bu öyküde beni etkileyen tek şey, bir kan gölü içinde bulunmuş ölü kadın değil, adamdaki, cinayete yol açan kıskançlıktı. Bu kıskançlıkta, ilgimi çeken bir şey vardı, kadının kesinlikle ölüp ölmediği konusunda kafamda sorular belirmişti ama bu kıskançlık olgusunu hiç karşı koymadan kabul ediyordum.

DOSTOYEVSKİ’NİN KARAMAZOV KARDEŞLER KİTABININ TÜRKÇE ÇEVİRİLERİNDE SANSÜRLENEN BÖLÜM

Arditti Dedenin evine vardığımızda kıskançlık denen şeyi bizzat yaşadım. Biz onu haftada bir kez, Cumartesileri ziyaret ederdik. Çok büyük, kırmızımsı bir evde otururdu. Eve, sol tarafta bulunan büyük bir bahçe kapısından girilirdi, eski küçük bahçe, bizimkinden çok daha güzeldi. Kocaman bir dut ağacı bulunurdu burada; dalları alçak, tırmanılması kolaydı. Ağaca çıkmama hiç izin verilmezdi, ama Annem, tepedeki bir dalı bana göstermeden geçmezdi ağacın önünden; bu onun gizlenme yeriydi; genç kızken, kimse tarafından rahatsız edilmeden okumak istediğinde çıkar buraya otururdu. Elinde kitabıyla gizlice ağaca tırmanır, bir fare kadar sessiz otururdu, bunu da öylesine zekice yapardı ki, aşağıdan onu asla göremezlerdi, seslendiklerinde de kendini kitaba iyice kaptırmış olduğundan, duymazdı; bütün kitaplarını orada okumuştu. Dut ağacının yakınında bir yerde, eve çıkan basamaklar bulunurdu; oturulan odalar bizim evdekilerden daha yüksekteydi ama koridorlar karanlıktı. Bir sürü odadan geçer, sonunda ufak tefek, solgun bir adam olan ve her zaman atkılara, şallara bürünmüş, bir koltukta sıcacık oturan Dedemin bulunduğu sonuncu odaya ulaşırdık; Dedem hastaydı.

“Li besolas manos, Senor Padrel” derdi Annem. “Ellerinden öperim Beybaba!” Sonra beni itelerdi; ondan hoşlanmazdım, ama elini öpmek zorundaydım. Ne gülünç, ya da öfkeli, ne sevecen ya da adını taşıdığım diğer dede, büyükbaba gibi sertti; hiç değişmezdi, hep bir koltukta oturur, hiç kımıldamazdı, benimle hiç konuşmaz, bana bir şey vermez, yalnızca annemle bir iki tümce konuşurlardı. Derken ziyaretin son anı gelirdi, bundan nefret ederdim, hiç değişmezdi. Yapmacık bir gülümsemeyle bana kurnazca bakar, alçak sesle şu soruyu sorardı: “Hangimizi daha çok seviyorsun, Arditti Dedeyi mi, Canetti Dedeyi mi?” Yanıtı biliyordu, genç yaşlı herkes Canetti dedeye bayılıyordu, o herkesi büyülerdi ve hiç kimse, Arditti Dedeyi sevmezdi. Ama benden hakikati zorla söylememi ister, beni korkunç derecede mahcup bir duruma sokardı, bunda da hoşlanırdı, çünkü her Cumartesi aynı şey oluyordu. Önce hiçbir şey söylemez, çaresiz gözlerle ona bakardım, soruyu tekrar tekrar sorar, yalan söyleme gücümü toparlayıncaya dek yılmazdı; sonunda, “İkinizi de!” derdim. Bunun üzerine işaret parmağını havaya kaldırır ve gözdağı verircesine haykırırdı — bu ondan duyduğum tek yüksek sesti: “Fâlsu!” (Yalancı çocuk!) Bir de aksanlı a’yı uzatırdı bunu söylerken; sözcük hem uğursuz hem de yakınmalı gibi gelirdi bana, dalla dün onu ziyaret etmişim gibi duyuyorum şu anda bu sesi.

Odalar ve koridorlar boyunca yürürken yalan söylediğim için kendimi suçlu hissederdim, keyfim yerinde olmazdı. Ailesine sarsılmaz bir şekilde bağlı olan ve bu ziyaret töreninden vazgeçmeyi asla düşünmeyen annem de, aslında öteki dedeme yöneltilmiş olan ama yalnızca bana yüklenen bu suçlamayla beni her zaman karşı karşıya bırakmaktan biraz kendini suçlu hissediyor olsa gerekti. Kederimi unutturmak için beni bagtchi’ye, evin arkasındaki meyve ve gül bahçesine götürürdü. Orada bana kızlığında en sevdiği çiçekleri gösterir, onları derin derin koklardı, annemin hep titreyen geniş burun delikleri vardı. Gülleri koklayabilmem için beni kaldırırdı ve eğer olmuş meyve varsa, koparırdı, ama Dedemin bunu bilmemesi gerekiyordu, çünkü Sebt günüydü. Anımsayabildiğim en harikulade bahçe budur, pek bakımlı olmayan, birazcık aşırı büyümüş ağaçlar… Dedemin bu Sebt meyvelerini kopardığımızı bilmemesi koşulu, Annemin kendisinin de benim uğruma yasak bir şey yapmış olması, beni suçluluk duygumdan kurtarırdı herhalde, çünkü eve dönüşte neşeli olur, gene sorular sormaya başlardım.

Evde, Yeğen Laurica’dan, bu dedenin, bütün torunlarının diğer dedelerini daha çok sevmelerini kıskandığını öğrendim, bu kıskançlığın nedenini de bana çok gizli, büyük bir sır olarak verdi: O bir mizquin’di, tamahkâr bir adamdı, ama anneme söylememeliydim.

Elias Canetti
Kurtarılmış Dil
Bir Gençliğin Öyküsü
Çeviren: Şemsa Yeğin (Payel Yayınevi)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz