Sabahın sekizinde Hans Peter’in aşağıya ineceğini bekleyenler, kapı önü alanda hazır giyim, iş elbiselerini sırtına geçirmiş halde ikide bir ikinci katın pencerelerine bakıyorlardı. Hans’ın veya karısının pencereden bakıp işaret etmesini sabırsızlıkla bekliyor gibiydiler. Pencerenin biri açıktı. Bu pencereden dışarıya sarkıtılan yatak çarşafları görülüyordu. Hans’ın güzel, güler yüzlü, kısa boylu, çevik, tez canlı, çalışkan, derli toplu, balık etli, tarlada hanım ağa, evde kadınca davranan karısı, kucağında sekiz dokuz aylık bebeği ile açık pencereden göründü. Üzerinde askılı, beyaz bir tişört vardı. Kucağına aldığı bebeğini seviyor, bir yandan da kaç işçinin geldiğini belirlemeye çalışıyordu. O da, bebeği de mutluydu. İkisinin yüzünden tebessüm ve temas hazzı okunuyordu. Başıyla selam verdi. Bebeğinin elini tutup, sallattı bize. Hareket halindeydi. Geri çekildi, geri döndü. İçeriye dönüp kocasına bir şeyler söyledi.
Duymasak da ne söylediğini tahmin edebiliyorduk.
İşçilerin çoğunun geldiğini, havanın güneşli olduğunu, Muhammed’in henüz görünmediğini haber vermiş olmalıydı.
Ahmet, pantolonunun fermuarını çeke çeke soyunma kulübesinden çıktı. Aramızda en yaşlısı oydu. Yirmisekiz yaşındaydı ve anlındaki saçlar seyrekleşmiş, keli çıkmıştı şimdiden. Birkaç yıl sonra onun yaşına gelindiğinde saçları onunkisi gibi dökülmeye başlardı birimizden birinin herhalde. Ahmet Karakoçan’lıydı. Ön dişleri altın kaplama; ağırbaşlı ve oturaklı görünmeye çalışıyordu hep. Almanya’da oturma ve çalışma izni yoktu. Kaçaktı. İki kardeşi ile birlikte inşaatlarda duvar ustası olarak çalıyordu. Çilek, vişne ve kiraz toplama gibi mevsimlik işleri de kaçırmıyordu. Çünkü bahçe işlerinde daha fazla kazanıyordu. Gelecek için hedeflerini belirleyen, bunları dile getirmekten çekinmeyen ve farklı hedefi olan tek kişiydi. Memlekete dönünce bir inşaat firması kuracağını söylüyordu. Diğerlerinin hayalleri traktör satın almak ve ev yapmakla sınırlıydı. İki çocuk babası olmanın sorumluluğu vardı üzerinde. Temiz giyiniyor, çamura bulanmış iş elbiseleri içinde bile titiz davranıyordu.
Şefin karısını pencereden görür görmez elini kaldırıp, “Guten Morgen” diye seslendi.
Ahmet Y şefin karısından hoşlanıyordu. Ona aşıktı. Selam verirken, onunla konuşurken hayranlık derecesindeki tutkusunu hissettirecek kadar yumuşak davranırdı.
Şefin karısı, bize yaptığı gibi, ona da başını sallamakla yetindi. Ahmet Y evin açık penceresinden doğru bakarken elleriyle kalçalarını vurdu; iş pantolonunu düzeltti. Hayran olduğu kadınla göz göze gelmiş, o bakışını kaçırmıştı. Sadece Ahmet’e karşı değil, hepimize karşı mesafeli duruyordu. Almanya’da kadınların hoşlandığı erkeğe naz yapmadığını sanıyorduk hepimiz. Doyumsuz ve isterikli olduklarını bile. Şefin karısı doğru bildiğimiz yanlışları yüzümüze vurur gibi davranıyordu. İnsandı. Kadındı. Bir çocuk annesiydi. Bizim annelerimiz gibi seviyordu çocuğunu. Annelerimiz gibi bakıyordu kocasına. Annelerimiz gibi gülüyordu. Ahmet karşılıksız bir duygunun ağırlığı altında boğuşurken, şefin karısı bebeğini seviyor ve alçak bir sesle odanın içinde dolanan kocasına laf yetiştirmeye çalışıyordu. Çocuğu da küçücük ellerini oynatıyor, annesinin kucağından aşağıya atlamak için çırpınıyordu.
Helmut takma adıyla çağırdığımız Elazığ’lı Mehmet Sabri, dişlerini göstererek; “Orospu çocuğu” diye mırıldanıyordu şefin karısı pencerede göründüğünden beri. “Gavurun dölü.”
İltica etmişti. Oturma iznini almış, ancak bir yerde çalışmış değildi hala. O da bizim gibi bahçe işlerinde harçlığını çıkarıyordu. Küfürbazın tekiydi. Küfürlü konuşmasını umursamıyor, hatta her sözüne gülüp geçiyorduk.
Saçlarına şekil vermek dışında bir mahareti olmayan Mehmet Sabri, uzun boylumuzdu. Şefin görmediğini kestirdikten sonra, dinlenmek bahanesiyle çilek tarlasının ortasında ayağa kalkıp saçlarını tarıyor, iki elini iki yanına destek vererek dakikalarca oyalanıyordu. Köyden gelecek haberi dört gözle bekliyordu bu sıralar. Oğlan mı kız mı doğuracaktı eşi? İki kız çocuğu babasıydı, oğlan bekliyordu bu sefer. Oğlan babası olursa bir kasa bira “ausgeben” yapacağını söylüyordu iki de bir. Şefin memnun olmadığı tek işçiydi. Memlekette ağa çocuğuydu ne de olsa. Anlattıklarından ailenin hali vakti yerinde olmalıydı. Yıllar önceden buralara gelen ağabeyi Mehmet’in anlattığı hikayelere ve bolca yolladığı paraların cazibesine kapılıp, köydeki rahatından vazgeçmişti. Onu buralara sürükleyen bir sebep daha vardı. Eşinden başka bir kadınla birlikte olabilme ihtimali… Bu hayalin ihtimal olmaktan çıkması için sayılı günler kalmıştı. Lilly, pansiyondaki peri, tatilden dönmek üzereydi. Lilly’nin pansiyonda kalan bütün erkeklerle birlikte olduğu biliniyordu.
Sabri’nin memlekette avare avare dolaştığı, yorucu işler yapmadığı hantal ve vurdumduymaz hareketlerinden de anlaşılıyordu zaten. Orada kalıp avare avare dolaşmaya devam etse idi, daha iyi ederdi sanki. Buralar onun için işkenceydi. Nereye, hangi tarafa baksa gavurları ve oruspu döllerini görüyordu. Çalışırken ensesinde namlu varmış gibi davranıyordu. Sigara içerek ve sürekli konuşarak kaytardığını gizlemeye çalışıyordu. Almanları gördüğünde savurduğu gavur sözü espri değildi, açıkça dini bir küfürdü. Onlara küfür etmeyi, sevap sayıyordu. Aramızda çalışıyor gibi görünüyor, ama bizim kadar çalışmıyordu. Kendisini yormamak için ne gerekiyorsa onu deniyordu. Bencillik yapıyordu açıkça. Neyse ki Almanya’da daha yeniydi ve henüz bizi parmağı üzerinde oynattığı köydeki çocukluk arkadaşları gibi görmüyordu. İleride bizi de çocukluk arkadaşlarının yerine koyabilir, onlara hükmettiği gibi bize de hükmetmeye kalkışabilirdi. Böyle bir potansiyel vardı onda. Reuterstr’de aynı pansiyon binasını paylaştığımızdan, onun bu kaytarma denemelerini görmezden geliyorduk. Gurbeti yaşıyorduk hepimiz. Hata ve zaaflarımızla uğraşacak halde değildik. Gencecik insanlardık daha. Bugün burada, yarın memlekette karşılaşırdık belki de. Saçlarına gösterdiği özeni, işine de gösterse, bu kadar dikkat çekmezdi. Aslında biraz vurdumduymaz, biraz da kaygısız davranmayı bilerek seçmişti. Biz bir aileydik ve o bu ailenin sevimli yaramaz küçüğü gibi davranıyordu. Onu korumak, kayırmak gerekiyordu. Gerçek hayatında da ailesinin en küçük çocuğuydu, şimdiye kadar bir dediği geri çevrilmemiş, her istediği anında karşılanmıştı. Hep gülüyor ve hiç bir şey onun neşesini kaçırmıyordu. Şefin, çalışmasından memnun olup olmamasını da umursamıyordu.
Güneş yükselmişti. Şefin aşağıya inmesini bekliyorduk alçak bir duvarla çevrili ön cephede. Köyün orta yerinde olmasına, ara sokakların her iki yanında müstakil dubleks evlerin bulunduğu, bu evlerin hepsi de bir bahçenin ortasına oturtulmuş gibi görünmesine rağmen, beton bir ön cephe alanı ve ters ‘U’ biçiminde birbirine bitişik şefin oturduğu bina, arada kalan alçak ahır ve ters U’nun diğer ayağını oluşturan giriş boyunca uzanan depo ile önünde bekleştiğimiz bina tarih kokan bir çiftlik evini andırıyordu. Mevsimlik işçiler için ahırın bir tarafı soyunma odası olarak ayrılmıştı. Soyunma odası, yarım bir çitle domuzların bulunduğu ahırdan ayrılıyordu. Giyinirken, domuzların hırlayıp birbirleriyle didişmelerini izlerdik.
Sakal koyuveren Ahmet T, Mehmet R’a takılıyordu şefin aşağıya inmesini beklerken. Mehmet R’nin tiki vardı. Dokunup bir söz söylendiğinde aynı sözü tekrarlıyor, fırlatma hareketi yapıldığında eline ne geçirirse alıp fırlatıyordu. Ahmet T, buna bayılıyor, ona takılmadan edemiyordu. Ona takılırken durgun, düşünceli halinden eser kalmıyordu. Bu çocuğun kesinlikle bir sorunu vardı. Hiç kimseye anlatmadığı, hiç birimizin bilmediği bir sırrı… Ağabeyi Nazım’ın dahi bilmediği… Sıkıntılı ruh halini ele veren dalıp gitmeleri yaşıyordu. Reuterstr’de aynı odayı paylaşmamıza rağmen senli benli değildik o kadar. Yine de ona güvenesi geliyordu insanın. İçten pazarlıklı, kurnaz, kolaycılığa kaçan biri olmadığı kesindi. Ahmet T, ufak tefek boyluydu. Arada bir Mehmet R’ya takılıp, şen ve takıntısız görünmesine rağmen içine kapanık bir gençti. Mehmet R, Ahmet T, ağabeyi Nazım ve bir süredir onlara katılan benle dört kişi günün her saati işlek Reuterstr’nin karşı tarafında kalan büyük kiliseye bakan pansiyonda aynı odayı paylaşıyorduk. Ben orada kaçak kalan bir misafirdim. Girerken ve çıkarken pansiyon sahibesine görünmemeye çalışıyordum.
Kol ve bacak etleri sarkan yaşlı bir kadındı pansiyon sahibesi. Gece veya ev içinde giyilebilen elbiseler içinde, ayağında terlik, yarı çıplak halde görmüştüm birkaç kez. Dış cephesi modern görünümlü, iç mekanları uzun bir koridora açılan odalardan ibaret beş katlı bir binanın sahibesinden çok, bir genelev annesine benziyordu. Tatile gittiği yerlerden ucuza mal ettiği renkli terlik ve giysilerden tatilden döndükten sonra uzun bir süre daha vazgeçmediği anlaşılabilirdi kolayca. Helmut diye çağırdığımız Sabri’nin ağabeyi Mehmet ile yatıp kalktığını bilmeyen yoktu. Bu kolay ilişkiyi Mehmet’in dindar, ailesine düşkün ve evin reisi hallerine yakıştırmayanlar vardı. Bu ilişkiyi ona yakıştırmayanlar, “parka gider, sinemaya gider, birahaneye gider; dil döker, çabalar, terler biraz, o şekilde orada tanıştığı birini getirir insan” diyorlardı. Bunu onun yüzüne söyleyen çıkmamıştı henüz. Çıkan da olmazdı. Kadının onu, onun kadını kabul etmesi bir çabayı gerektiriyordu. Karşılıklı o çabayı göstermişlerdi. Hiç kimseye aldırmadan bir araya geliyorlardı. Bir araya geldiklerini Sabri’yi diğer odalara göndermekle ifşa ediyorlardı bir de. Bazıları da, “adam kendisini bizim için feda etmiş” diyorlardı. Sıraladıkları sebepler basit ve çok doğruydu aslında. Ev sahibesi kendisinden otuz yaş küçük, güçlü kuvvetli bir delikanlıyı elinden kaçırmak istemezdi. Kiracıların tamamını sevdiği adam önermişti kendisine “hemşerimdir, komşumdur” diyerek. Arada bir karşılaştığı yabancı yüzleri görmezden gelmesi bu ilişkinin hatırınaydı. Hiç birinin şikayet etmeye hakkı yoktu. Arada kalan Sabri’di sadece. Helmut Sabri sık sık diğer odalara oturmaya gidince yaşlı kadının Mehmet’in yanına çıktığı anlaşılırdı hemen. Ev sahibesi yemek kokularının binaya dağıldığı saatleri kolluyor gibiydi. Kadına görünmeden binaya en güvenli giriş çıkış saatleri bu saatlerdi. Yaşlı kadın kafalarını karıştırırdı her seferinde. Kör kurşun gelir bulurdu onları. Genç insanlardı hepsi de. En çok da yemek pişirirlerken hayal kurarlardı. Yemeklerini yedikten hemen sonra çıkarlar, gece yarılarına kadar Bonn sokaklarında dolanırlar, sinema kapısında içeriye girmek için sırada bekleyen genç kızlara ve kadınlara “birlikte filim izleyelim mi?” teklifinde bulunurlar, her seferinde “hayır, teşekkür ederim” cevabını alırlardı. Zaman içinde elleri boş dönmeyecekleri yerler keşfetmişlerdi. Ayakları onları her defasında bir daha gitmeyeceklerine yemin ettikleri gürültülü birahanelerden birinin kapısına götürür, içeriden duyulan şen bir kadın sesi onları içeriye çekerdi. Ayaküstü biralarını içerler, sona doğru çok koktuğunu bile bile sarhoş bir kadının kollarında bulurlardı kendilerini. Bazen kadını dudaklarından öpmek, bacaklarını okşamakla yetinirlerdi; arada üst katta çıktıkları da olurdu. Ayıldıklarında Karakoçanlı Mehmet’in yaptığı daha asilce geliyordu kendilerine. Ev sahibesinin geçtiği koridora saldığı parfüm kokusu, kadının temizlenip paklandığına işaretti. Onların sevdiği kadınlar ise çok başka ve çok kirli kokuyorlardı.
Polisteki oturma kaydım Köln’e bağlı Heimersheim’de idi. Orada oturan dayımlarda kalıyordum. Bahçe işleri çıkınca, Mehmet R haber verdi; bir süreliğine Köln’de ki dil kurslarına ara verip Reuterstr’ye taşındım. Burada farklı hayat hikayelerinin içinde buldum kendimi. Her akşam hayali sevgiliye yazdığım mektuplarda bu hayatlardan da söz ediyordum. Kafamda canlandırdığım hayali sevgili yazma yeteneğimi canlı tutmaya yarıyordu. Hikmet Bil okur köşesine yazdığım yazılar bana bile sıkıcı ve ukalaca geliyordu. Hayali sevgiliye yazdıklarım her anımı kapsıyor ve itiraflarla doluydu. İtiraf etmek zaaflarımı açıklamak demekti. Aynı odayı paylaştığım T kardeşler, önceleri pencerenin dibinde iki ranzanın arasına sıkıştırılan masada her akşam sayfalarca neler yazdığımı merak ediyorlardı, sonra alıştılar ya da merak etmez göründüler. Öğrenci olduğum ve her gün yazdığım için bana bir paye biçtiklerini, bu yüzden sulu şakalar etmediklerini anladım çok geçmeden. Belki de soğuk ve çekilmez biri gibi geldim onlara. Pencereden bakınca kilise, kilise çanı ve hızla geçen arabalar görünüyordu. Pazar günü çan çaldıktan sonra aileler kiliseye doğru yola koyulurlardı.
Benim gibi öğrenci olan ve dil kurslarına giden Nail M her akşam, “artık gelmem” diyor, bu sözleri söylediği günün ertesinde, tekrar işe geliyordu.
Marako Muhammed şişko göbeği, yalpalayarak yürüyüşü ve şefle senlibenli oluşuyla bizden ayrılıyordu. Burada tanımıştık onu. O buranın demirbaşıydı ve uzun yıllardır şefin bahçe işlerini yapıyordu. Yaşça da bizden yaşlıydı. Kırkbeş yaşında işini bilen, kurnaz, şakacı, herkesle anlaşabilen biriydi. Ona Marako, derdik aramızda. Marako bir fabrikada çalışıyor, boş zamanlarında Hans’a geliyordu. Yıllık iznini bahçe işlerinde kullanıyordu. Şefle o kadar samimiydi ki, birbirleriyle küfürlü konuşur, ağır şakalar ederlerdi.
Biz kapıda ayaküstü aramızda konuşur, bir yandan da hayaller kurarken şef geldi. Dünkü gömlek vardı sırtında. Balıkçı gömleği. Yağmurun yağmayacağını sanmış olacaktı ki sadece gömlekle çıkmıştı. Gökyüzünde bulgur tanelerini andırır bulutlar vardı. Ortalık da sıcaktı. İyi sabahlar demeyi bize bırakırdı her gün. Bu gün o, bizden önce davranarak, “Guten Morgen” dedi merdivenleri iner inmez, Bu “Guten Morgen.” güne iyi başlangıç mı olur, kötü geçecek bir güne başlangıç mı olur, bunu o an sezmek imkânsızdı.
Bir bakışta bizi saydı. Gülümsedi, sebepsiz yere. Kırmızı yüzü, ufacık gözleri bu gülümsemeyle daha samimi göründü bize. Helmut Sabri’ye bakarken bile gülümsemeye devam etti. Havanın sıcak oluşundan mı bu yumuşaklığı, anlamak mümkün değildi. Sarı saçlarını örten kasketi yine başındaydı. Bu herif nasıl da bu kadar hareketli, çevik görünebiliyordu, onca yorgun geçen günlerin ardından? İki haftadır. bir sabah uykulu, isteksiz kapıya geldiğini görmemiştim. Otuzbeş yaşında ya vardı ya yoktu. Toz rengi pantolonun kıç yeri yamalıydı. İki dizinde büyükçe yamalar, kıç tarafında el genişliğinde iki yama taşırdı. Malzemeyi römorka yüklemeden önce ahıra giderdi. Bizim soyunup giyindiğimiz bölmenin bitişiğindeydi iki damızlık boğanın, bir düzüne domuzun bulunduğu ahıra. Maroko Muhammed ona yardıma koşardı. Hayvanların yemini verir, sonra malzemeyle uğraşırdı. Bu işi bazen de tek başına Maroko yapardı. Domuzların hırlamalarına en çok Helmut Sabri köpürürdü. Şefe bu hayvanların etlerinin haram olduğunu, yenilmeyeceğini anlatmaya çalıştığı da olurdu. Onun neler söylediğini inşaatçı Ahmet veya Maroko tercüme ederdi. Hans, gülerdi sadece. Sabri’nin anlatmaya çalıştıklarını hafife alır; cevap vermeden, “sen öyle bil” der gibi gülerdi sadece.
Ahırın girişinde üstü açık yarım bir kapı vardı; bu kapının üzerinden içerisi görünürdü. İçeride iki boğa bağlıydı. İkisi de rahatlıkla görünebiliyordu durduğumuz yerden. Hans, bitişik bölmeden yeşil ot getirip boğalara verdiği sırada Marako Muhammed geldi. Bir günaydın da ondan aldık. Gülüyordu göbeğini hoplatarak. Bu adam hep gülerdi. Mutlu ve tasasızdı.
Ahmet T, çok az Almancası ile;
“Kamarat bugün hava sıcak. “ deyince, “Ja, arkadaş.” diye karşılık verdi Muhammed. Eveti Almanca, arkadaşı da Türkçe telaffuz etti. “Arkadaş” sözcüğü bildiği tek Türkçe sözcüktü sanki. Bildiği tek Türkçe söz arkadaş olamazdı. Onun gibi akıllı bir adam, her memleketten arkadaşı olan bir adam, bir sözcükle yetinemezdi. Konuşulanların çoğunu anlıyordu. En azından küfürleri; şef, kadınlar, iş, para hakkında konuşulanları… Müslüman’dı. Orucuna, namazına bağlılığını anlatırdı, ama inandırıcı gelmezdi söyledikleri.
Ne zaman Helmut Sabri, “gâvurun dölü” dese, başını başka bir tarafa çevirir, duymazdan gelirdi.
Helmut Sabri’nin sırtını dayadığı bahçe duvarının oradan “gavurun dölü” dediği duyuldu.
Maroko Muhammed başını kaldırıp, “Hello. Helmut inmedi mi?” diye seslendi şefin karısına. Çocuğunun tombul ellerine ağzına aldığı için şefin karısı hemen cevap vermedi. Başını salladı önce, sonra çocuğun elini bırakınca, “Hans ahırda” dedi.
O sırada Hans’ın sesi duyuldu ahırın kapısında.
“Ich bin hier. Wie geht es dir Aschluk!”
Maro’ko güldü.
“Du!” diye cevap verdi. Ardından, “Du Aschluk, bu gün kiraza mı gidiyoruz?” diye sordu. Sormak için değil, bu gün hangi bahçeye gidileceğini bildiğini bize göstermek için sorar gibi yapmıştı.
Hans, “hayır, bu gün vişne günü” dedi.
Maroko bu cevabı beklemiyordu.
“Vişne mi?” dedi, ama bozuntuya vermedi.
“Ja, doğru anladın…”
Maroko tamam, peki anlamında başını salladı, depoya yönelen şefin peşine takıldı. Ahır duvarı ile bahçe duvarı arasında kalan üstü kapalı depoya doğru yürürken onunla gitmemizi işaret etti. İşaret etmeden arkasına takılmıştık zaten. Traktör, römork, yüklenecek malzemeler orada duruyordu. Geniş bir yerdi burası. Üstü kapalı, ön cephesi boydan boya açık depoda tarım aletleri dizilmişti. Ekim, biçim, toplama, budama her türlü alet, makine…
Marako Muhammed kovaları römorka attı. Biz de kasaları gelişi güzel römorka yığdık. Hans da önde açıkta duran traktörü çalıştırıp, geri geri römorka yanaştırdı bu arada. Maroko römorku sabitlerken biz birer ikişer sporculuğumuzu gösterircesine römorka atladık. Sokak kapısına varacakken Nail M, nefes nefese yetişti traktöre. Grubumuz tamamlanmıştı şimdi.
Bonn, 1979
Cafer Yurtsever
Öykü adı: Akort
(Hürriyet Gazetesi’nin Avrupa’da açmış olduğu roman yarışmasında 3. olan çalışmanın bir bölümü)