Elleri dolu veya boştu. Denize yaslanan büyük binanın basamaklarını tırmanan insanlar ile başka yönlere giden insanlar arasındaki bağ, binanın geniş holüne adım atmakla kopmuyordu aslında, selamlaşmadıklarına göre, öncesinde de bir bağ yoktu zaten.
Küçük veya büyük olması fark etmezdi; insanlar aynı kentte birlikte yaşadığını unutuyordu hep. Bir işleri düşmeyinceye; alacak verecek anları gelmeyinceye kadar görmezden gelirlerdi birbirlerini.
Adam ömrünün güz aylarında bir duvara tosladı. Bir duvara tosladığını kendisi söyledi. Yani kendi kendine itiraf etti. Adam dediğimiz yirmili, otuzlu yaşlarda değil, ellili, altmışlı yaşlarda; çoluk çocuk babası, torun dedesi. Saçı sakalı ağarmış bir adam. Bir ayağı evinde, diğeri işinde, efendi bir adam. Açılmaz, saçılmaz. Siyasetten uzak durur, komşuna yan gözle bakmaz. Kimseleri kırmaz. Kabarmaz, dinmez; sakin, ağırbaşlı beyefendi bir adam. Büyük boy tabuta sığabilecek kadar cüsseli bir adam. Sır küpü, söz cimrisi, ketum bir adam.
Delinip arkasına geçilmeyen, dönülüp arkasına geçilmeyen bir duvara tosladığını düşünüyordu. Aklından geçenler söze, sese dökülecek cinsten değildi çünkü.
“Aşık mı oldum yoksa?”
“İnsan bu yaşta aşık olur muydu hiç?”
“Ben neden aşık olmayayım ki?”
“İnsan her yaşta aşık olur, sever.”
Burada durması gerekiyordu.
Aşık olmakla sevmek ya da hoşlanmak aynı duygular mıydı peki?
Günlerdir elinde eleği, bu üç duyguyu eleyip duruyordu.
Sıralamayı şöyle yaptı önce: Fark edersin, seversin ve aşık olursun.
Ekrandaki genç kadın sağ ayağını öne uzatıyor, ayağını ileri uzatırken dizinden kırıyor, ayakucuyla halıyı kenarından kaldırır gibi yapıyor, sonra ayağını kuştüyü dalgası ile yere bırakıyor. Genç kadın sağ ayağı yere inerken sağ kolu arkadan öne doğru yarım ay çiziyor ve elindeki kırmızı mendille bir kâğıdın köşesine paraf atıyor sanki. Kalçaları yerle dik açı kalırken ince beli yılan kıvrımlarını aratmıyor. Ayakları inip kalktıkça kadının bütün bedeni dipten su yüzüne mızrak gibi döne döne fırlıyor adeta.
Adam başparmağı ve işaret parmağını birleştirip açtıkça ekrandan taşıyordu kadın. Selvi boyluydu. Saçları siyahtı; siyah giyinmişti. Dar bir tayt, baldırlarına kadar inen siyah renk dar bir tuvalet vardı üzerinde. Elbisesinin kollarında tenini açıkta bırakan tülden ince çizgiler göze çarpıyordu. Omuzlarından taşan saçlarını ikiye ayırıp, salkımın büyük bir kısmını sağ tarafa doğru taramış, ön kısmına hafif gölgeli bir dalga vermişti.
Ayaküstü kapıda karşılaştıklarında;
“Adınız nedir?” diye sormuş, kadın bir an duralamış, sonra duymazdan gelmiş gibi davranıp bakışlarını boşluğa yöneltmiş, adamın yaşını yüzüne vururcasına müziğin ritmine uygun umursamaz adımlarla önünden süzülüp geçmişti.
Bir çocuğa, “adın nedir?” diye sorulurdu. Saçlarını okşamadığı kalmıştı onun. Bunun Boğaz Köprüsü üzerinde büyük halanın; “Arabayı yana çek, bir eylem yapayım” demesinden, insanın bütün gün sizli konuşup dudaklarının şişmesinden bir farkı yoktu.
Önceleri “ayıp ettim” diye hayıflanırken, daha sonra onun arada bir kendisinden taraf baktığını fark edince, havada kalan “adınız nedir?” sorusunu bağ kurmanın ilk adımı saymış, kendini yemekten vazgeçmiş, üstüne tebessüm ederek rahatlamıştı.
Topuklu ayakkabılarını fark edinceye kadar diğerlerinden uzun boyluydu.
Hiçbir zaman onun elinden tutmayacağını biliyordu. Bir kafeteryada elleri masada karşılıklı oturmayacağını; gözlerinin içine bakamayacağını, parmak uçlarına dokunamayacağını da…
Bir adı olmalıydı onun. Mesela Marina. Çünkü o bir donanma şehrinden geliyordu.
Adını bilmiyordu. Kaç kardeş olduklarını da… Damadın nesi geldiğini de… Körfez’de hangi binanın kaçıncı katında oturduğunu, penceresinin hangi yöne baktığını da…
Güzeldi. Saçları omzundan taşıyordu ve önden dalgalıydı. Siyahlar içinde bir kuğu gibi süzülüp duruyordu gözlerinin önünde. Gözbebeklerinden taşan ışıltı yüzünü aydınlatıyor ve gamzelerini dolduruyordu.
Muhatap kalacağı sorulara malzeme olabilecek her şey vardı onda.
“Canım neyin var?”
“Arif Bey sizi çok durgun gördüm, yapabileceğim bir şey var mı?
“Babacığım hasta mısın?”
“Dedeciğim duymadın mı?”
“Komşu bir kusur mu işledik, selam vermeden geçiyorsun…”
“Dönürüm neyiniz var? Bir sıkıntınız yoktur inşallah! Varsa eğer, çekinmeyin kuzum, biz bir aileyiz…”
“Arifçiğim sana bu sıralar bir haller olmuş. Haydi, gel bir kahve ısmarlayayım sana. İki lafın belini kıralım. Konuşur açılırsın. Bu yaşlar tekin değil.”
“Arif Beyciğim istediğim raporları hala alamadım…”
“Oğlum sen yanmışsın!”
Bu soruları geçiştirdi her seferinde.
Ona yakışan adı tahmin etmeye koyuldu ekranla her baş başa kaldığında. Tanrıçaların isimleri dahi kifayetsiz kalıyor; hiçbir isim üzerine oturmuyordu. Ona bir isim ararken hızlandırılmış karelerle canlandırdı çocukluk ve gençlik yıllarını. Okul kıyafetleriyle kaldırımlarda yürüttü. El sallattı. Ayakkabı bağını bağlattı. Erik ağacına çıkarttı. Saklambaç oynattı. Kavga ettirdi yaşıtlarıyla. Ağlattı. Güldürdü. Koşturttu. Büyüttü. Mahzun bakışlar yakıştırdı. Bu güne getirtti ve özgür bıraktı.
Bir ara da kendi kabuklarını soymaya koyuldu.
Her on yıl için bir kabuk bağlamıştı bedeni. Altı kabuğu tek tek çıkardı. Değişen bir şey yoktu. Kalbi sıcaktı ve hala çok gençti. On beşinde, yirmisinde veya otuzunda nasıl atıyorsa, hala aynı şekilde atıyordu. Güzel güzeldi. Aynı sokaklardan yürüdüğüne, aynı arabalara bindiğine; davetlere düğünlere çağrıldığına göre hala hayattaydı. Bir farklılık bulmuştu onda. Saçı farklıydı. Çünkü sağ tarafa daha fazla ayırmıştı, önden hafifçe dalgalıydı ve sırtına kadar iniyordu. Gözbebekleri zeytin karasıydı. Uzun boyluydu. Topuklu ayakkabısını sonradan fark etse de. İnsandı ve kadındı.
Birkaç kez kameradan taraf bakmıştı. Hiç bakmayabilirdi. Arada başını kaldırıp hem mahcup görünüp ve hem de göz kayması hızında uzak köşeye bakış fırlatması onun da gördüğüne işaretti aslında. Neyi nasıl gördüğüne bakılamazdı. Onun için yaşlı bir adam ne anlama geliyorsa, arada ona taraf baktığı adam da öyle bir yaşlı adamdı sadece.
Geride bıraktığı yıllara yanan yaşlı bir adam; ya da sıkça, “gençliğimde kadınlar bu kadar güzel değildi” gibi aptalca yalanlara sığınan bir adamdı gördüğü.
Hiç uyumayan bir şehirde bir aslan olsa, kapana kıstırılmış bir aslan olurdu. Dişleri sökülmüş, yelesi makas görmüş, kuyruğu çekilmiş bir aslan… Gözetlemek onun işiymiş gibi kayaların üzerine çıkıp bir süre etrafı kolaçan ettikten sonra tekrar kuytuya çekilen bir aslan…
İnsanlar da bu tutsak aslan gibi yapmıyorlar mıydı?
Sabahları evlerinden çıkıyorlar, akşamları evlerine dönüyorlardı.
Yorgun argın, birbirlerine dargın, ağızları bıçak açmaz, suratsız, kızgın, aptal, sarhoş, türlü türlü hallerde…
“Oğlumla aynı mayaya oturup içerim de, oyun da oynarım. Benim oğlan altılı sever” diyen, emekliye ayrılmadan önce donanma komutanın şoförlüğünü yapmış, komutanın her işine koşmuş Hasan’ın getirip ve sonra alıp götürdüğü insanların arasındaydı o.
İhtişamı ve ayrıcalığı çağrıştıran donanma kentinde yaşıyordu. Yosun kokan ve uyuyan bir kentte… Dar sokaklar arasında bir çukura yayılmıştı onun yaşadığı kent. Onu ilk kez değil, son kez görüp hayallerine katacağını bilmek tarifi yapılamayan bir duygu uyandırmıştı içinde. Suyun üzerinde yürümeye benziyordu bu. Batmadan, ıslanmadan…
Sadece bir uzaktan bakıştı o. Zamanı geri almanın formülü bulunmadıkça… Bütün sevdalar uzaktan bakış değil miydi? Yaklaştıkça boyu kısalan, yüzü sivilcelerle dolan, ağzı burnu akan, bacakları çarpık, saç uçları kırık görünen sevgilileriniz olmadı mı hiç?
Uzak bakış Arif Bey’in daha çok işine geliyordu sanki. Bir gün sonra onu bir kez daha ve son kez görmek; saçlarını hangi yöne daha çok attığını, üstüne ne yakıştırdığını bilmek yeterdi. Bu arada belki adını öğrenirdi. Karısının, çocuklarının; dönürleri, komşuları, arkadaşları ve patronlarının hiçbir şeyden haberleri olmazdı. Hesapta yokken, aklının ucundan dahi geçmezken iki günlük bir sevda yaşamış olurdu fazladan. Buna can sağlığı dilenmez miydi?
Soğuk ve sıcak arası bir güz havası sarmıştı onun yaşadığı kenti.
Bu havayı solumak bile her sabah yolunun üzerindeki fırına uğramak kadar keyif vericiydi.
Sokaklarda sarı yapraklar yok, insanlar vardı. Akşam çökünce arabalar yolun kenarına çekilmişti. Bu kentte de insanlar hızlı hızlı yürüyordu. Evlerine dönüyorlardı ya da derbi maçını büyük ekranda izlemek için kendilerini bir lokale, bir meyhaneye atmaya çalışıyorlardı. Elleri dolu veya boştu. Denize yaslanan ve sokaklar arasından geniş beton bir alan kalan büyük binanın basamaklarını tırmanan insanlar ile başka yönlere giden insanlar arasında ki bağ büyük hole giriş yapmakla kopmuyordu aslında, selamlaşmadıklarına göre öncesinde de bir bağ yoktu zaten. Küçük veya büyük olması fark etmezdi; insanlar aynı kentte birlikte yaşadığını unutuyordu hep. Bir işleri düşmeyinceye; alacak verecek anları gelmeyinceye kadar görmezden gelirlerdi birbirlerini.
Yüksek tavanlı, geniş ve ferah salonun sağ dip köşesinde ön masada yaşıtı bir çiftle birlikte oturuyordu. Durgun ve neşesizdi. Arada sahneye çıkıp horon teperken bile yüzündeki durgun ifade hiç değişmedi. Yüzü ve hareketleri olmasa da kıyafeti salon ve gecenin ahengine uygundu. Yine siyahı tercih etmişti. Yüksek topuklu yerine ortopedik tabanlı bir ayakkabı; tayt yerine dizlerine kadar inen bir abiye seçmişti bu kez. Daha kısa boylu gösteriyordu. Dalgasız bir denizde rüzgârını bekleyen bir yelkenli gibiydi. Sakin görünmesine rağmen iç dünyası dalgalıydı herhalde. Aynı masayı paylaştığı gençle dans ederken yüzünde zorlama bir tebessüm belirmiş, sonra kaybolmuştu. Gece boyunca mutlu göründüğü tek anıydı o an. Salon seyreldiği bir sırada aynı masayı paylaştığı çift salondan ayrıldı. O da onlardan beş on dakika sonra tek başına çıktı. Geriye dönüp bakmadı hiç. Kapıya kadar montunu düzeltti. Ve gözden kayboldu.
Arif Bey onu son kez gördüğünü biliyordu. Arkasından bakarken, onu yıllardır tanıdığı hissine kapılmaktan kendini alamadı. Çocukluk ve geçlik yıllarını, aşk ve ayrılıklarını yakından izlemişti sanki. “Yüzündeki hüzün adımlarına da yansımış” dedi içinden. Bir süre aynı havayı soluyan, her gün karşılaşan, birbirlerini ismen tanıyan yüzlerce insanın arasında tek başına kalmasını yorumlamaya çalıştı. Zaman ilerlemişti bayağı. O saatlerde sokaklar tekin olmalıydı oralarda. İstanbul gibi değildi yani. Gideceği yerde kendisini bekleyen birileri vardı mutlaka.
Arkasından koşmayacağı, seslenmeyeceği ve hatta cesurca bakamayacağı biriydi çıkıp giden. Böyle ise onu yakından tanıma arzusuna bir sebep kalmazdı. Arif Bey bütün sevdalarının arkasından kendine kızmıştı sadece. Kendine kızmaya hazırdı yine. İç geçiren bütün aptallar onu bekliyordu şimdiden. Demek ki diş ağrısına benzer bir ağrı göğsüne girmek üzereydi. Önce , “güle güle” dedi içinden, sonra “oturduğun yerden sessizce çekilen kuru bir ‘güle güle’ ile sevgili uğurlanır mı?” diye kendisine kızdı. Tek taraflı bir veda gecesi yaşadığına inanamıyordu.
Her zaman olduğu gibi bir resim karesine dönüyordu geçmiş. Hareketler donuyor, yüzler görünüp kayboluyor ve sesler duyulmuyordu. Geçmiş başlayınca bir görüntü tanınmayacak kadar parçalara bölünüyordu. Geçmiş bir görüntünün tanınmayacak kadar ufalmış parçası olunca da insan kendisiyle hesaplaşmaya başlardı. Arif Bey, sorular sormaya başlamıştı bile. Onun o kapıdan çıkıp gitmesinden bu yana kaç dakika geçmişti ki? Birkaç dakika… Bir girdaba kapıldığı ortadaydı. Her seferinde dağılıp sönse de bir görüntü öne çıkıyordu. Siyahlar içinde, müziğin hızlı ritmine rağmen durgun, hüzünlü bir yüz ifadesiyle horonun başındaydı o. Su yüzüne çıkıyor ve tekrar dalıyordu.
Bütün erkekler ona bakmadı. Çoğu onu fak etmedi bile. Ondan taraf bakmadılar iki de bir. O kadar da güzel değildi öyleyse. Güzellik neydi ki? Güzellik hüzün ve tebessümle karışık duygular uyandırmaz mıydı insanda hep? Bir sarı yaprağın dalından koptuğunu fark edince havada süzülüşünü izlemekle bir kadını fark edince onu kokusu ile birlikte hafızaya kaydetmek benzer duygular uyandırabilirdi insanda. Bazen ölü bir yaprağın düşüşü bile alımlı bir kadından daha çok büyülü görünmez miydi?
Peşinde koşamadığına, arkasından seslenemediğine göre ona aşık olamazdı. Birine aşık olmak onun arkasından koşmayı; elinde bir çantayla sokaklar arasında dolanıp durmayı gerektirirdi. Çantasında geçmişi ve bütün sevdikleriyle… “Ne arıyorsun burada? Elim ağayım birbirine dolandı” diyen bir sevgiliye aşık olmaya değerdi geçmişini geride bırakmayı göze almak.
Aşk sahip çıkmaktı. Kendine, ona… Aşk tek başına ona dokunmak, kokusunu solumak değildi. Hayallerini tutsak etmek de değildi.
Çıktığı kapıdan dönüp gelse…
Yavaş adımlarla çıkmıştı; hızlı adamlarla döndü. Gelip başına dikildi.
Duyulmaz bir sele; “adımı hala merak ediyor musun?” diye sordu,
Bedeni dantel kokuyordu, saçları lavanta… Saçlarını eliyle arkaya attı. Yüzünü kuru ve cılız gösteren elmacık kemikleri çıktı ortaya. Yüzü sivilceliydi. Arif Bey saklanacak delik aranırken yüzüne bakmaktan, kokusunu içine çekmekten, resmini çizmekten de vazgeçmiyordu. O bu kadar yakınken…
Arif Bey, etrafına bakındı. Masadakiler sahneden taraf bakıyorlardı. Sahnede çoğunluğu kadınlardan oluşan bir grup horon tepiyorlardı. Kırmızılı tombul kadın aralarındaydı hala. Tüm salon onları izliyordu. İnsanların yüzleri orada, kafaları başka yerdeydi. Kimileri gülümsüyor, kimileri somurtuyordu; çoğu da akıllı telefonlarına gömülmüştü. Sahnenin hemen dibindeki masalarında gelinle damat yapmacık gülümsemelerle kendilerine mutluluk dileyenlere teşekkür ediyorlardı.
“Kalk, gidiyoruz!”
Bir değirmen taşı dönüyordu. Her turdan sonra döngüyü yeniden başlatan bir ses duyuluyordu. Dönen taşın, akan suyun sesini bastıran bir çıt sesi.
Kapının dibinden soğuk hava giriyordu içeri. “Pazara çıkarsan, unutma sünger al” demeliydi karsına; onun, “eve dönerken sen al” diyeceğini bile bile.
Gıyabında birini sevmek, ona aşık olmak kolaydı. Hiçbir şeyden vazgeçmeden uzaktan hayal kurmak, kendine bir kanat uydurup, Onu da yanına katıp bulutların üzerinde süzülmek ve onu kendine kâğıttan bir sevgili yapmak bedelsizdi. Yaşlıydı; hiç kimse onun böyle becerileri olduğunu tahmin edemezdi.
“Arif! Kalk gidiyoruz….”
“Bey, uyudun mu?”
Arif Bey’in gözleri açıktı. Sadece açıktı, görmüyordu. Kütük gibi duruyordu.
“Neyin var?”
Karısı omuzlarından tutup sarstı Arif Beyi.
Salonun gürültüsünü duydu önce, ardından sahnedeki insan çemberini gördü. Az ötede epilepsi nöbeti geçiren çocuğunun dudaklarını silmeye çalışan bir anneyi fark etti. Adını söylemesini beklediği kadın gözden kaybolup yerini karısı almıştı; toparlandı.
Cafer Yurtsever
13.12.2013, İstanbul