29 Mayıs 1993. Almanya’nın Solingen şehrinde alevler aydınlatmıştı geceyi. Irkçılar tarafından kundaklanan Genç ailesinin evinde, 5 can, yanarak hayatını kaybetmişti. Solingen o geceden sonra, “ırkçıların kundakladığı Genç ailesinin evi” olarak hatırlanacak; yanan evin iskeleti de, üzerine “Ey Alman halkı, insanlığa yaşattığın utancı hatırla” yazılı bir müze haline getirilecekti. Aradan 25 yıl geçti. Almanya’da yaşayan Türkiyeliler için, Solingen şehrinin bıraktığı çağrışım hala aynı: “Solingen… Genç ailesinin evine ateş düşmüştü.”
Bu röportajın tek sorusu şuydu:“Solingen olayında ne hissetmiştiniz?”
Amacım, her biri farklı aile yapısından gelen dört Türkiyelinin, bu talihsiz olayı kendi inançları ve yaşam biçimleri üzerinden değerlendirmesiydi. Gündelik hayatta neler yaşanıyordu? Öyle de oldu; tek bir soru üzerinden, onlarca şey anlatıldı. Farklı aile yapısından gelen bu dört Türkiyeli de, benzer bir dilden lanetledi ırkçılığı.
Bu yüzden farklı mekanlarda gerçekleştirdiğim bu röportajı, size harmanlayarak sunmayı tercih ettim. Çünkü soruların cevaplandığı bir söyleşiden çok, soruların okuyucuya yöneltildiği benzer “tanıklık”lar vardı anlatılanlarda…
Belki bu tanıklığın adı, “ait olduğun yere, bir gün ‘yabancı’ hissetmek”tir. Belki de tam tersi… İşte bu yüzden, anlatılanlar “herkese” aittir.
KAYGI BÖYLE BAŞLADI
Semra Uzun-önder: Naziler Genç ailesinin evini kundakladıklarında 19 yaşındaydım. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile de yeni karşılaşmamıştım; daha önce Hoyerswerda, Rostock, Mölln gibi örnekler de vardı. Fakat bizim için ırkçılık, Solingen ile yeni bir boyut kazanmıştı…
Serkan Deniz: 1993 yılında 12. sınıftaydım. Solingen olayından birkaç yıl önce Almanya birleşmişti. Bunun Alman milliyetciligini artiracagi ihtimali bizi zaten tedirgin etmeye başlamıştı… Dolayısı ile Solingen olayı beklenilen bir sonuçtu. Almanya’daki yabancıların kenara itileceğini, o bireylerin değerinin kaybolacağını seziyorduk. Nitekim bir nevi de oldu sanki.
Suna Erden:1993’te çok gençtim. Almanya benim çok bilmediğim bir yerdi; buraya evlenip gelmiştim. Ailem, kimsem yoktu. Yabancılık zaten böyle başlamıştı. Bir de henüz gelip yaşadığım, hiç bilmediğim bir ülkede, Türk’lerin evi yakılmıştı. Bunu öğrenmek, insanların yakılarak öldürülmesini bilmek çok kötüydü…
M.K: Yabancı olarak hepimizin başına gelebilecek bir olay yaşanmıştı. Her şeyden önce, hangi kimlikten olursa olsun beş can, hayatını kaybetti. Solingen dışında ırkçılık, öldürme maksadıyla olmasa da, her yerde olduğu gibi Berlin’de de vardı.
GÜNDELİK HAYAT
“Ev yanarsa ateş üst kata da sıçrar”
Semra Uzun-Önder: Solingen yaşadığımız yere yakındı. Bu tür vahşetlerin gerçekliğini bilsem de, tehlikenin neredeyse kapımın önüne kadar geldiğini hiç bu kadar yakından hissetmemiştim; o aile biz olabilirdik.
Ki bu ihtimali, o zamanlar üst katımızda oturan Alman komşumuz da düşünmüş olacak ki, olaydan çok kısa bir süre sonra, “Çok dikkatli olmalıyız. Kapıları kilitlemeyi lütfen unutmayalım. Buraya da gelip evi yakmaya kalkarlarsa ateş üst kata da çıkar” demişti. O korku dolu gözlerle bana bakarken, ben de onun duyarsızlığı karşısında irkilmiştim.
“Kapı önlerindeki bebek araları yakılıyordu”
M.K: Çoğunluğu yabancı olan apartmanlara girilir, apartman boşluklarındaki bebek arabaları ateşe verilirdi. Almanya genelinde büyük bir şoktu. Herkes temkinli davranıyordu. Ben kiracılarıma gidip tek tek uyarıyordum. Kapılarının önlerinde bir şey bırakmaları çok tehlikeliydi o zamanlar. Sindirmeye, korkutmaya çalışırlardı yabancıları böylece.
“ Eziyet gördüler. Fabrikalarda çok ezildiler”
Serkan Deniz: İnsanlar fabrikalarda çok ezildiler. Dil bilmediklerinden, kendilerini fazla müdafaa edemiyorlardı. Bunun sonucunda, hislerini ifade edemedikleri için kin birikiyordu. Solingen olayı ailem için hiç şaşırtıcı değildi. Tam tersi, “biz size dedik. Almanlar böyle işte” dediler. Zamanında aileme kızıyordum genelleme yaptiklari için. Fakat zamanla –hala doğru bulmasam da- neden söylediklerini, “ne demek istediklerini” çok iyi anlıyorum.
“Nazi olabilir diye ayakkabılarına bakıyordum”
Suna Erden: Biz birinci katta oturuyorduk. Ailede yedi kişiydik fakat herkes işe gidiyordu. Ben evde tek kalıyordum. “Ya gelirlerse, acaba ne yaparım” diyordum. Pencereyi açsam, içeri girerler korkusu. Herkes birbirine Nazi’lerin nasıl göründüklerini anlatıyordu. Örneğin haç işareti var kıyafetlerinde, ayaklarında bot var, erkeklerin kafaları dazlak… Ben o zamanlar Alman’ların direkt ayakkabılarına bakıyordum bot mu giymişler diye… Almanların hepsinden korkuyordum aslında.
KARŞI PENCERE
“Utanarak karşınıza çıkıyorum”
Semra Uzun-Önder: Olaydan bir gün sonra çok sevdiğim Siyasal Bilimler dersi hocamız sınıfa, “utanarak karşınıza çıkıyorum” diyerek girdi. “Bu nefreti ancak birlikte karşı çıkarak, birlikte yürüyerek yenebiliriz.” Demişti. Okulumuz siyasi konulara karışmaktan çok çekinmeyen politik bir okuldu. Kısa sürede hocamızın da dediği gibi bir yürüyüş düzenlemiştik. Tüm okul, ellerimizde pankartlarla, insanlık dışı bu olayı hep birlikte lanetlemiştik…
“Türk olarak utandım”
Suna Erden: Weinachten saldırısında bir sürü Alman tanıdıklarım oradaydı, çok endişelendim. Önceden “Türk’lerden biri var mıydı?” diye sorardık, şimdi Alman’lar için de endişeleniyoruz. Çünkü ırkçılık bir ülkeye ait değil. Alman da –Almanya’da bile- ırkçılığa maruz kalıyor. Yakınlarda, metroda 13-14 yaşlarında Türk bir çocuk, yaşlı bir Alman kadını rahatsız ediyordu. Kadını kenara sıkıştırmış, ayağıyla vuruyor… Kadın korkudan titriyordu. Metronun içerisinde o kadar insana rağmen bir kişi bile yardım etmedi. Türk olarak utandım. Çocuğu uyardım. Bu sefer bana küfür etmeye başladı… Irkçılık daha çok karakter problemi bence.
“Çok güzel Alman çevremiz var”
Serkan Deniz: Bizim çok güzel ve geniş bir Alman çevremiz var; ırkçılığı desteklemeyen, güzel fikir alişverişi yaptığımız, beraber dertlerimizi, börek çöreklerimizi paylaştığımız, dünyaya aynı gözle bakabildiğimiz… Ben örneğin yaklaşık bir yıldır öğretmenlik eğitimi görüyorum. Alman öğretmenlere karşı önyargım vardı. Benim okulumda çok fazla yabancı öğrencivar… Alman öğretmenlerin yabancı öğrencilere karşı yeterince anlayışlı yaklaşmadıklarını düşünüyordum; değil. Sandığımdan daha fazla öğretmen iyi niyetli yaklasiyor ve büyük emek harciyor.
“Yabancı gençlerin bir kısmı uyuşturucu satıyor”
M.K: Biraz da ırkçılığın tohumlarını biz ektik… Savaştan sonra devletini kalkındırmış bir Alman, gerekirse ek işte, boş şişe toplayarak yaşıyorken; aynı çağda, hayatında hiçbir şeye emek vermemiş 20 yaşında bir yabancı, 150 bin Euro değerinde araba ile geziyor. Bu adaletsizlik. Alman’lar haliyle, “bu çocuk benim vergimle yetişti. Şimdi de o arabaya binebilmek için, benim çocuğumu zehirleyemez.” Diye düşünüyor. Ki yabancıların da hepsi değil, ama maalesef bir kısmı uyuşturucu ticareti yapıyor. Gündelik hayattaki bu örnekler ayrımcılığı tetikliyor. Bu da ırkçılık yaratıyor.
TANIKLIK
“Bugüne kadar o hisleri bastırdığımı fark ediyorum”
Serkan Deniz: Şu an gözlerim doluyor. Çünkü bu güne kadar bu hisleri bastırdığımı fark ediyorum… Irkı yüzünden insanlar diri diri yakıldı. Akıl almaz bir durum. Ama bu duygusal yaklaşım yapıcı olmadığından, olaylara daha pragmatik bakmaya çalışıyorum. 60’lı 70’li yıllarda o kadar fazla gerginlik yoktu sanki Türkler ve Almanlar arasında. Çünkü iki tarafta belki kendi durumunu kabul etmişti. Nazi dediğin sadece o kazılmış saçlarıyla bot giyen, yeşil pilot ceketli tipler değil. Gördüğümüz kadarı ile artık güzel Boss takım elbiseli de bir çok Nazi var.
“Kızımın saçları simsiyah…”
Suna Erden: Solingen’den geriye paranoyalar kaldı. Örneğin yakın bir zamana kadar çocukların kapısını hiç kapatmıyordum. Bir şey olursa hemen müdahale ederim diye düşünüyordum. Pasaportları hep belirli yerde tutuyordum; bir şey olursa çocukların kimliği yanlarında olsun diye… Eşofmansız yatmıyorum gece hala, dikkat ediyorum bir şey olursa diye. Kızımın saçları simsiyah, ya diyorum, yalnızken bir şey olursa…
“Bu saçmalıklar bizim vergimizle ödeniyor”
Semra Uzun-Önder: Biz okul ile birlikte Solingen olayını lanetlerken, yanımızdan geçen yaşlı bir Alman, “ bu saçmalıklar hep bizim vergilerimizden ödeniyor” demişti. Bu cümle o an kulağımda yankılanmıştı. İnsanlar kaza ile değil, dikkatsizlikten değil; kasten, diri diri yakılmıştı.
Diğer taraftan Almanya’nın tarihini gayet iyi bildiğini varsaydığım, yaratılmış dehşeti ve acıları vaktiyle muhtemelen bolca görmüş ve kim bilir, belki de yaşamış bir adam, o an vergisini düşünüyordu… Karşısına dikilip, sinirden hem ağlayıp hem bağırmıştım.. Öğretmenim beni oradan uzaklaştırırken şunu fark etmiştim: artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ki olmadı. Yeniler sadece eskilerin devamıydı. Sonradan anladım…
“1-0 mağlup başlıyorsun”
M.K: Burada pek çok yabancı hayatına otokontrol uyguluyor. Çünkü ben Almanya’da bir Türk olarak yalnızca beni değil, diğer tüm yabancıları da temsil ediyorum. Bu, kendi toplumuna karşı bir sorumluluktur. Eğer başka bir ülkede yaşıyorsan buna dikkat etmelisin. Onun kurallarına uymalısın. Herkesin evine ayakkabıyla girilmez. İnsanlar değişelim mi, kendimizi koruyalım mı derken ortada kaldılar… Zaten 1-0 mağlup başlıyorsun; yabancısın. Kendini iyi tanıtman gerek. Bu mecburiyetler yaşamı zorlaştırıyor.
“DEĞİŞEN” YOK, “DÖNÜŞEN” VAR
“ Türk olarak değil, “İnsan” olarak korkuyorum”
Suna Erden: Artık insanlar hastalıktı. Acaba ne zaman patlak verecek diye düşünüyorum bazen. Fırtına öncesi bir sessizlik var gibi toplumda… Şu an Türkiye’ye gitsem ve birinci katta oturuyor olsam, ırkçılıktan yine korkarım. Çünkü ben Alevi kökenliyim. 90’larda Solingen olayı olurken Türkiye’de de Sivas olayı olmuştu. İnsanları diri diri yakmışlardı. Ben nasıl çocuklarımı tembihliyorsam, babam da “kızım sana soru sorarlarsa” diye tembihlerdi beni. Kendi ülkemizde de yabancıydık.
“3 kuşaktır aynı konu”
Semra Uzun-Önder: Irkçılık meşrulaştı. Merkez Bankası Yönetim Kurulu üyelerinden, toplumu yönlendirici özelliği olan bestseller yazarlara kadar, ırkçılık ifade özgürlüğü buldu…
Ne yazık ki, bir çok Alman, çok endişeli son zamanlarda. Belki bundan dolayı mülteci yurtları ateşe veriliyordur.
Anlayış göstermeli; korku kötü bir şey. Ekonomik olarak en güçlü ülkelerden biri olan Almanya’ya rağmen yoksulluk riski artıyor. İnsanlar geçim sıkıntısı çekiyor. El ele verip gelir dağılımındaki skandal dengesizliği sorgulamak yerine, zaten toplumun bir parçası sayılmayan güçsüz bir grubu ezerek ırkçılık yapılıyor. En acısı da şu: 3. Kuşağın temsilcisi olan kızımla biz bugün aynı sorunları konuşuyorsak, toplum olarak 93’teki o yangında biraz da insanlığımızı yakmışız demektir…
“Herkes kendi mücadelesini veriyor”
Serkan Deniz: Bugün Herkesin dikkati dağıldı artık. Herkes cep telefonuna bakıyor. Çevresine bakmıyor. Bence ırkçılık aynı; azalmadı ya da çoğalmadı. Sadece internetten dolayı daha çok haberimiz oluyor. Ayrıca bu paylaşımlardan dolayı gruplaşmalar çoğaldı. Bu “çeşitlilik” üretiyor; güzel bir şey aslında. Fakat bu insanları öte yandan daha da çok bölüyor. Birleşip mücadele edilemiyor. Başörtülüler başörtülülerle, siyahiler siyahilerle kendi hakları için mücadele ediyor. Herkes kendi mücadelesini veriyor. Aslında tek bir mücadele olması lazım. Ama bu çok naif bir düşünce herhalde…
“Solingen bugün olsa, ‘siyasi rant’ olarak kullanılır”
M.K: 25 yıl öncesi ve sonrası çok farklı. Sesimiz o zamanlar bu kadar çıkmıyordu. Daha önemlisi seçme seçilme hakkımız yoktu. Ben 60 yaşındayım ve iki kez oy kullandım şimdiye kadar. Tabii ellerine bu hakkı alan yurttaşlar, kendilerini ilk defa birey yerine konulmuş hissetti. Oy hakkı çok önemlidir dışarıda yaşayan bir vatandaş için. Yani ırkçılık iki tarafın siyasi aleti aslında…
Röportajı gerçekleştirdiğim dört kişi dışında, pek çok kişiden farklı dinledim Solingen’i. Her birinde gerçeklik, aynı başlıkta toparlanabiliyordu: “Bu olay, hepimizin hikayesidir”
Eğer bu metin bize bir şey söylüyorsa; o belki de, bir hayat tercihi yapma gerekliliğidir: Ya, o yangını daha da alevlendirmek ya da ona su taşıyabilecek bir insan olabilmek.