Kavrama ulaşmak ne mümkün! Yaptığımız sadece duyguları yazmak, dokunduğumuz şeyin en küçük kıpırtılarını kaydetmek, işe girişen bir sürüngenin yaptığı şeyi yapmak!
*
İyilik konusunda sahip olabildiğimiz her şey; gevşekliğimizden, tasarı ve niyetlerimizi gerçekleştirme ve eyleme geçme beceriksizliğimizden doğar. Erdemlerimizi besleyen, kendimizi gerçekleştirme çekincesi ya da olanaksızlığıdır. Aşırılıklara, bozulmalara bizi götüren de en yüksek hasletimizden vazgeçme iradesidir.
*
Avilalı Azize Terasa’nın, Tanrı ile bütünleşme aşamalarından birini dile getirmek için sözünü ettiği şu “görkemli vecd” öyle katı, öyle kıskanç bir ruh halidir ki, bir gizemciyi asla bağışlamayacaktır.
Cennet’in dışında kaldığımın bilincinde olmadığım tek bir an bile yoktur.
*
Sadece gizlediğimiz şey gerçek ve derindir. Bayağı duyguların gücü oradan gelir.
*
“Ama nesciri…”der, “Öykünme meçhûl olmayı sev. İnsan ancak bu temel ilkeye uyduğu zaman kendinden ve dünyadan hoşnut olur.
*
Bir kitabın gerçek değeri konusunun önemine değil (aksi takdirde ta başından beri tanrıbilimciler bundan kazançlı çıkarlardı) fakat, ilineksel ve önemsiz olana yaklaşma biçimine, en küçük ayrıntıya egemen olma tarzına bağlıdır. “Özsel olan” hiçbir zaman en ufak bir yeteneği gerektirmedi.
*
Başkalarından onbin yıl önce ya da sonra yaşamak, insanlığın başlangıcına ya da sonuna ait olma duygusu…
*
Yadsıma hiçbir zaman bir usavurmadan değil de, ne olduğu bilinmeyen karanlık ve eski bir kaynaktan çıkar. Kanıtlar, yadsımayı doğrulamak ve desteklemek için daha sonra gelirler. Her “hayır” kandan ortaya çıkıverir.
Ölümü unuttuğum her defasında, hile yaptığımı, içimdeki birini aldattığımı sanıyorum.
*
Bilinçli bir yaprak biti, insan gibi ayrışmaz bir tür olarak kesinlikle aynı güçlüklere meydan okumak zorunda kalacaktı…
*
Hayvan olmak insan olmaktan, böcek olmak bir hayvan olmaktan, bitki olmak böcek olmaktan yeğdir.
Kurtuluş? Bilincin egemenliğini en aza indiren ve bu şekilde üstünlüğünü sarsan her şeyde!
*
Başkalarının her kusuru bende de var, ama yine de onların yaptığı her şey bana tuhaf görünür.
*
Olayları doğaya bakarak değerlendirmekle insan, tam dışa dönük yaşamaya uygun oldu. Eğer o kendi özünde görmek istiyorsa gözlerini kendi üzerine kapatması, dış dünyaya sırtını dönmesi, akıntıdan çıkması gerekir. “İç yaşam” diye adlandırdığımız şey; yaşamsal etkinliklerimizin bir yavaşlamasıyla mümkün olan gecikmiş bir olaydan başka, organların iyi çalışmasının zararına ortaya çıkabilen, gelişebilen “ruh”tan başka bir şey değildir.
*
En küçük bir hava değişikliği, inançlarımı demeye dilim varmıyor, düşüncelerimi altüst eder! Bu bağımlılık biçimi, bu en küçültücü durum, özgür olma olanaklarım, kısacası özgürlük hakkında kuruntularımı biraz dağıtırken beni ezmeyi de sürdürür. Neye yarar böbürlenmek, Yaş ya da Kuru’nun insafına kaldıktan sonra? Köleliğin daha az kötüsü, başka bir yaratılışın tanrıları da istenecektir.
*
Kendimizi öldürmeye değmez, çünkü bunu yapmakta her zaman çok geç kalınır.
*
Her şeyin gerçekdışı olduğunu mutlak olarak bildiğimiz zaman, niçin bunu kanıtlamaya çalıştığımızı gerçekten görmeyiz.
*
Tan yerinden uzaklaşıp gün içine daldıkça, ışık herkese verir kendini, ve ancak gözden kaybolduğu anda kurtarır onurunu alacakaranlık ahlakı
*
Buda ile ilgili yapıtlarda çoğu zaman “doğum uçurumu”ndan sözedilir. Doğum, içine düşmediğimiz, aksine, herkesin zararına olarak çıktığımız bir uçurum, bir dipsiz kuyudur.
*
Eyüp ve Chamfort için, çığlık ve kezzap için minnet krizleri, gittikçe seyrekleşen aralıklarla…
*
Her kanı, her görüş zorunlu olarak kısmi, güdük ve yetersizdir. Felsefe ya da nerede olursa olsun, özgünlük eksik tanımlara indirgenir.
*
Yüce gönüllü olarak bildiğimiz eylemlerimizi iyice incelediğimizde ne görürüz. Her birinin, belli bir açıdan, ayıplanabilir ve hatta zararlı olduğunu, yaptığımıza bizi pişman edecek kadar… Öyle ki, sonunda çekimserlikle vicdan azabı arasında bir seçim yapmaktan başka bir şey gelmez elimizden.
*
En küçük bir nefis köreltmesi müthiş bir güç yaratır. Her yılgın arzu insanı güçlü kılar. Dünyaya ancak, yapışıp kalmadığımız ve ondan uzaklaştığımız ölçüde söz geçirebiliriz. Vazgeçiş sonsuz bir iktidar sağlar.
*
Düş kırıklıklarım toparlanıp bir kaynağa yönelecek yerde, sistem olarak değilse de en azından bir bütünlük olarak savrulup gittiler. Kendini eşsiz sanan ve böylece yitip giden her bir düşkırıklığı, bir organizasyon hatası.
*
Cehennem korkusu ya da ilerleme adına, hangisi olursa olsun, bizi uyutan inançlar ve felsefeler, tek başlarına başarılı olurlar. Cehennemlik ya da değil, insan, her şeyin içinde olmanın mutlak ihtiyacını duyar. İnsan olması, insan “olmuş” olmasının da tek ve biricik nedeni budur. Ve bir gün artık bir ihtiyacı duymaz olduğunda, daha gururlu ve daha vahşi bir başka canlı uğruna ortadan silinmek zorunda kalacaktır.
*
Nesnel hakikatlere, cansıkıcı tanıtmalara, ardı kesilmeyen usavurmalara karşıydı. Kanıtlamayı sevmiyor, kimseyi inandırmaya istekli görünmüyordu: “Başkası” diyalektikçinin bir uydurmasıdır.
*
Zaman insanı yaraladıkça, insan da ondan kaçmak ister. Hatasız bir sayfa, sadece bir cümle bile sizi geleceğin ve çürümelerin üstüne yükseltir. Söz arasından, hükümsüzlüğün bizzat simgesi olan söz arasından silinmez olanı, yok olmayanı aramakla aşılır ölüm.
*
Bir başarısızlığın en canalıcı noktası, en çok, utancın bizi yerin dibine batıracak gibi olduğu andır, ansızın bir gurur dalgasına kapılır gideriz, ki çok sürmez bu, tam bizi kapı dışarı edecek kadar, soluğumuzu kesip tüm güçlerimizle utancımızın yoğunluğunu hafifletmek için…
*
Ölüm sandığımız kadar korkunç olsa, dost ya da düşman, hayatı terkeden herhangi bir “mutlu” insan için belli bir zaman sonra ona saygı duymamız nasıl mümkün olurdu?
*
Evden çıkarken birçok kez başıma geldi: Çünkü orada kalsaydım “ani” bir çözülmeye direnebileceğimden emin değildim. Sokak daha güvenli, çünkü burada kendimizi daha az düşünürüz. Sokakta her şey bir şaşkınlıkla başlayarak önemini, değerini yitirir.
*
Her şey uyur istirahata çekilir, hasta bile… ama hastalık tüm geceyi hastanın başında uykusuz geçirir.
Genç, güçsüzlüklerden belirli bir zevk alır. Onlar öyle ilginç, öyle zengin görünürler ki! Yaşlanınca şaşırtmazlar bizi, onları çok iyi tanırız. Oysa, hesapta olmayan küçük bir şey olmadan çekilmiş olmaya değmezler.
*
Ta içimizden bir ses duyar duymaz, ortaya çıkıp işe koyulduğumuz an armağanlara el koyar, kendi eksikliklerimize duyarsız oluruz. Hiç kimse, kendi derinliklerinden ansızın beliriveren bu sesin bir işe yaramayabileceğini kabul edecek durumda değil. Nedir bu “kendini tanıma”? Deyimlerdeki çelişki.
*
Sadece Şiir’in sorun edildiği bütün bu şiirler, kendinden başka konusu olmayan tüm şiir dünyası. Konusu din olan bir dua için ne söylenecektir?
*
Her şeyi soruşturan zihin, bir sürü araştırma sonunda nerdeyse tam bir çirkinliğe, çirkinin önseziyle apaçık bir şekilde hemen tanıyıverdiği bir duruma ulaşır. Zira çirkinlik doğuştan bir şaşkınlık değil de nedir?
*
En çok muhtaç olduğum deha, Epikuros’un üç yüzü aşkın eser yazmış olması ne düşkırıklığı! Ve onların yitmiş olmaları ne teselli!
*
-Sabahtan akşama kadar ne yapıyorsunuz?
-Kendime katlanıyorum.
*
“Sarhoş ya da çılgın olmak gerekir.” diyordu Sieyes, “bilinen dillerde her şeyi tam söylemek için.”
Sarhoş ya da çılgın olmak gerekir, ama eklemeliyim, herhangi bir sözcüğü ya da sözcükleri hala kullanmaya cesaret etmek için…
*
Can sıkıntısından kaçınan kimse, yazarlık mesleğinin dışında hangi meslek olursa olsun, çok başarılı olmaya adaydır.
*
Her zaman beklenmedik olayların en kötüsüyle karşılaşmak korkusuyla yaşadığımdan; her koşulda, daha önce davranmayı denedim: Tam ortaya çıkmadan kendimi felaketin içine atarak.
*
Mal mülk sahiplerine, zenginliği ve ünü tanıyanlara gıpta ettiğimiz halde, dua etme gücüne sahip olanları kıskanmayız. Tadını çıkarabileceğimiz birtakım geçici fırsatlardan yararlanacağımıza, bir başkasının selametine boyun eğmemiz tuhaf görünüyor.
*
Dayanılmaz zaaflarda fazlasıyla sahip olmayan “ilginç” tek bir düşünceye rastlamadım.
*
Sıradanlığın sağlam bir ölçüsü olmadan gerçek sanat olmaz.
(gözüpek bir tarzın tuhaflığına başvuran sanat çabuk bıktırır. Kaldı ki, benzersizliğin tekbiçimliliğinden daha dayanılmaz bir şey de yoktur.
*
Yapay bir dil kullanmanın sakıncası, o dilde çok fazla hata yapma hakkı olmamasıdır. Oysa yazıya bir hayat görünüşü verilmesi, elinde olmadan hataya düşmekle, her an sözdizimi yanlışlarına değip geçmekle olur.
*
Herkes, şüphesiz bilinçli olmadan, hakikati sadece kendisinin izlediğine, başkalarının onu araştıracak durumda olmadığına inanır. Dahası, hakikate ulaşmak kendisinden başka kimseye da yakışmaz. Bu çılgınlık öyle köklü ve yararlıdır ki, her birimizden doğacak şeyi tasarlamak bile olanaksız. Öyle ki bir gün hakikat görünmez olur.
*
Nesnel olmak, başkasını bir eşya gibi, bir ceset gibi ele almaktır, kendine bir ölü gömücü gözüyle bakmaktır.
*
Bu an, sonsuzluk içinde yitip gitti, geri gelmeyenin adsız ülkesinde kayboldu. Hiçbir zaman geri dönmeyecek. Yansam bir uu lıi, yanmasam bir türlü Hepsi bir ve anlamsız.
Emily Bronte. Bu kadından doğan her şey beni altüst ediyor. Hawort ise benim kabem!
*
Bir ırmak boyunca uzanmak, geçip gitmek, sularla birlikte akmak, kımıltısız telaşsız. Ölüm içimizde geviş getirirken, kendi kendine söylenip dururken…
*
Bizi yüzüstü bırakma ayrıcalığı Tanrı’nındır sadece. Bizi yalnız bırakmaktan baka bir şey gelmez insanların elinden.
*
Unutma yeteneğimiz olmasa, geçmişimiz öyle bir çöküverir ki günümüzün üstüne, tek bir an için bile kendimizi kıyıya atacak gücü bulamazdık. Hele orada tutunmak hiç mümkün olmazdı. Hayat sadece “dünya yansa hasırı yanmaz” olanlar için dayanılır gibi görünüyor, açıkça her şeyi unutanlar için.
*
Porphyrios anlatıyor, Plotinos’un ruhları okuma yeteneği varmış. Bir gün, durup dururken, kendinden emin bir sezgiyle öğrencisine kendini öldürmekten vazgeçmesini, hemen bir geziye çıkmasını söyler. Porphyrios Sicilya’ya gider: Orada kaygılarından kurtulur, fakat içi özlemle dolar. Hocasının ölümüne yetişemez. O yokken Porphyrios ölmüştür.
Uzun zamandır filozoflar artık ruhları anlayamaz oldular. Gerçi, bu onların işi değildir, denebilir. Doğrudur. Ancak filozofların da bizi artık pek ilgilendirmediklerine şaşmadığımız da doğrudur.
*
Bir yapıt ancak gizlilikte ve dikkatle, indireceği darbeyi düşünen bir cani özeniyle hazırlanmışsa önemlidir. İki durumda da asıl amaç “vurma” niyetidir.
*
Her şeyden beter olan kendini tanıma, en az çaba gösterdiğimiz şeydir: Sabahtan akşama hayali bir suçüstü korkusuyla yaşamak, acımasızca her davranışın kökenine uzanmak neye yarar? Ve kendi mahkememizde dava üstüne dava kaybetmek?
*
Ne zaman belleğimde bir boşluk doğsa, artık hiçbir şey anımsamadıklarını “bilenlerin” duymak zorunda oldukları kaygıyı düşünürüm. Ancak, bir şey bana, bir süre sonra gizemli bir sevincin onların içine işlediğini fısıldar gibi olur: Bu gizli mutluluğu, anılarının hiçbiriyle, en değerlisiyle bile değiştirmeyi kabul etmeyeceklerdir.
*
Daha yalnız, kim olursa olsun, herkese daha yabancı olduğunu kabul etmeli ve ancak bir ilgisizlik delisi olmalı nisan!
*
İnsan ne kadar çelişik içgüdülerle yoğrulursa, içgüdüye daha az boyun eğmesini bilir. “Karakterden yoksun olmak” budur ve başka bir şey de değildir.
*
İlk düşünürler varolanlar üstüne düşündüler, ötekiler sorunlar üstüne. Varlık karşısında yaşamak gerek, ruh karşısında değil.
*
“Ne bekliyorsun teslim olmak için?” Her hastalık soru biçiminde bir uyarıdır bizim için. Sağır kulak rolü yapıyoruz, komedinin artık kabak tadı verdiğini ve gelecek defa teslim bayrağını çekme cesaretine sahip olmak gerekeceğini düşünerek…
*
Yıllar geçtikçe giderek durgunlaşıyorum. Düşünürler içinde, soğumuş volkanlardan başkasını sevmiyorum artık.
*
Genç iken ölüm canımı sıkar, ama kendime güvenirdim. İlerdeki silik kişiliğin önsezisine sahip olmasaydım, şunu biliyordum ki, ne olursa olsun Şaşkınlık beni terketmeyecek ve bu, yıllarıma, Koruyucunun çabasına yönelecekti.
*
Kendimizi başkalarının gözleriyle görebilseydik, derhal ortadan kaybolurduk.
*
Bir İtalyan dostuma Latinler’in “sır tutmaz” olduklarını, zira fazla açık, fazla geveze olduklarını, ve biraz çekinerek, ezilmiş halkları onlara terch ettiğimi, hayatın içinde hayatı tanımayan bir yazarın yazılarının beş para etmediğini söylüyordum. “Doğrudur,” dedi bana. “Kitaplarımızda deneyimlerimizi uzun uzadıya anlattığımızda ne sonuç ne yoğunluk kalıyor. Daha önce yüzlerce kez anlatmışızdır bunları çünkü.” Ve bunun üzerine, kadın edebiyatından, seçkinler topluluğunun ve günah çıkartıcıların acımasız davrandığı ülkelerde bu edebiyatın bir gizemi olmadığından konuştuk.
*
Kim fark etti bunu, bilmiyorum artık, “dindarlık zevki”nden kendimizi mahrum etmemeliyiz.
Dini temize çıkarmanın bundan daha güzel bir yolu oldu mu hiçbir zaman?
*
Bu taşkınlıkları gözden geçirme, putları değiştirme, “başka yerde” dua etme kıskançlığı…
*
Uzanmalı bir yere, toprağı koklamalı ve düşünmeli, bunalımlarımızın umudu ve bitimi olan bu topraktır. Dinlenmek ve erimek için daha iyi bir şey aramak boşuna…
*
Bir çağda resmin, Şiirin, müziğin fizyonomisi nedir? Kimse tasarlayamaz bunu. Atina ya da Roma’nın düşüşünden sonra, ifade araçlarının yani doğrudan bilincin zayıflaması nedeniyle uzun bir ara dönem olacaktır. İnsanlık, geçmişle ilişki kurmak istiyorsa, kendinde ikinci bir çocuksuluk icat etmeli. Aksi halde asla sanatlara yeniden başlayamayacak.
*
İçkarartıcı bir kilisenin mihrabında, Oğluyla yerkürenin üstüne dikilen Kutsal Bakire… Bir imparatorluğu kemirip fetheden, şişme hastalığından başlayarak onun kusurlarını miras alan saldırgan bir tarikat…
*
Zohar’da söylenmiştir: “İnsan ortaya çıktığında, aynı zamanda çiçekler de ortaya çıktılar.”
Bana kalırsa, çiçekler insandan çok daha önce oradaydılar ve insanın gelişiyle o güne dek içine düşmedikleri tam bir şaşkınlığa gömüldüler.
*
Kendini öldürdüğünü düşünmeden, Kleist’ten bir satır okumak mümkün değil. Sanki, intiharı yapıtından önceydi…
*
Doğuda, en ilginç, en tuhaf Batılı düşünürler hiç ciddiye alınmadılar, çelişkileri yüzünden. Bize göre bunun nedeni kesinlikle onlara bulaştırdığımız çıkar duygusudur. Biz, bir düşünceyi değil, bir düşüncenin “biyografisini, çarpıcı sonuçlarını, aykırılıkları ve orada bulundukları cinsel sapıklıkları seviyoruz. Kısacası, başkalarıyla ve hiç olmazsa bizzat kendileriyle nasıl düzene konulacağını,yazgıdan olduğu kadar kapristen de hile yapan düşünceleri seviyoruz. Onların belirgin işareti nedir? Trajik olanın içindeki yapmacık kuşku, iyileşmez olanın içindeki oyundan hiçbir şey…
*
Avilalı Teresa “Temellendirmeler” adlı yapıtında, melankoli üzerinde uzun uzadıya durur. Bunun nedeni, Teresa’nın bu hastalığı iyileşmez kabul etmesidir. Doktorlar, diyor o, bu konuda hiçbir şey yapamazlar, en üstün manastır da. Bu tür hastaların karşısında sadece tek yol var: Onlara otoritenin korkusunu hissettirmek, onları tehdit etmek, korkutmak. Bugüne dek en iyi sonucu veren yöntem: Bir depresif karşısında, ancak tekme tokatın, iyi bir dayağın etkili olacağı anlaşılıyor. Ve zaten, bu, kurtulmaya karar verdiği zaman hastanın bizzat yaptığı şeyler: O büyük araçları kullanır.
*
Hayatın hangi perdesinde olursa olsun, düşünce oyunbozan rolünü oynar.
*
Elementler aynı döngüyü yinelemekten yorgun, aynı bileşimlerden bıkkın, ne değişiklik, ne bir sürpriz… Onları bir “oyun” ararken düşünüyorum: Hayat, bir konu dışına çıkmaktan, bir anekdottan baka bir şey olmayacaktır…
*
Yapılan her şey hana tehlikeli ve en iyimser durumda, yararsız geliyor. Zor durumda kalırsam, en fazla kendimi kışkırtabiliyorum ama kıpırdayamıyorum bir türlü. Wordsworth’ın Coleridge üzerinde söylediğini iyi, çok iyi anlıyorum: “Eternal activitiy without action.”
*
Bir şeyin bana hala mümkün göründüğü zamanlarda büyülenmiş olduğuma inanansım geliyor.
*
Tek samimi itiraf, dolaylı yaptığımız itiraftır başkalarından söz ederken.
*
Bir inancı doğru olduğu için değil (hepsi doğrudur zaten), ama karanlık bir güç bizi ona sürüklediği için kabul ederiz. Ki bu güç bizi terkedecek olur, bu da bitkinlik ve iflas demektir, bizzat bizden kalanla başbaşa kalmak demektir.
*
“İçeriğin (düşüncenin) doğrudan ve aracısız bir şekilde kendini kurtarmış olması her yetkin biçimin özelliğidir, oysa kusurlu biçim içeriği tutsak eder. Kendinden başka hiçbir şeyi bize hatırlatmayan kötü bir ayna gibi.”
Duruluğun bu övgüsünü (pek az Alman) yaparken, Kleist felsefeyi düşünmüyordu, onun hedeflediği her ne olursa olsun bu değildir. Yine de felsefi dille yapılan en iyi eleştiridir bu. Fikirleri yansıtmak isteyen bu sözde dil, onların şeklini almayı, onların doğasını bozmayı ve onları karartmayı, bizzat kendini önemli kılmayı başardı sadece. En acı verici zorbalıklardan biriyle elegeçirilen sözcük, görülmez olmak zorunda kalacağı bir şatoda nöbetçi durumuna düştü.
“Ey Şeytan, efendim benim, kendimi sana adıyorum, daima!” Kendi kanma batırılmış bir çiviyle yazılan, özlü sözler ve dua kitaplarında bulunmaya değer dinsel bir ad takınmış olmadığıma ne kadar hayıflanıyorum!
*
Bilinç, ete batan bir kıymıktan çok, vücutta bir “hançer”dir!
*
Bütün durumlarda bir zalimlik vardır, sevinç’in dışında. Kötü niyetli sevinç, bu “shadenfreud” sözü yanlış bir yorumdur. Kötülük yapmak bir zevktir, bir sevinç değil. Sevinç, dünya üzerinde bu tek zafer, özünde saftır. O halde sevinç, her zaman şüpheli ve kendiliğinden, kendi belirtileri içindeki zevk’e indirgenemez.
*
Bir varoluş, durmadan başarısızlıkla biçim değiştirir.
*
Bilge her şeye razı olandır, çünkü hiçbir şeyle kendini özdeşlemez. “Arzuları olmayan ’ bir oportunisttir o.
*
Tümüyle gönül doyurucu tek bir şiir görüşü biliyorum sadelik. Emily Dickinson’ın görüşüdür bu: Gerçek bir şiir karşısında öyle bir soğuğa yakalanmıştı ki, artık hiçbir ateşin onu bir daha ısıamayacağını söylüyordu.
*
Yaşlandıkça, giderek “sorunları” değil de, hala kendi geçmiş özelliğimizi araştırıyorsak, bunun sebebi kuşkusuz, anıları kımıldatmanın düşünceleri harekete geçirmekten daha kolay olmasıdır.
*
Bize karşı vefasızlıklarını bağışladığımız en son kişiler aldattığımız kişilerdir.
*
Başkalarının yaptığı şeyi bizim daha iyi yapabileceğimizi düşünürüz hep. Bizzat bizim yaptığımız şey hakkında ne yazık ki aynı duyguya sahip değiliz.
*
Kayıtsızlık öğrenilmez: O bir uygarlığın karakteridir. Ona yönelmeyiz, kendiliğinden gösteririz onu. On sekiz yıldan beri Japonya’da bulunan bir din yayıcısı (misyoner’ini okurken düşündüm bunu. Hepsi hepsi altmış müridi vardı, üstelik yaşlıydılar. Hala ondan son anda kurtulacaklardı: Gönül acısı duymadan, acı çekmeden bir Japon gibi öleceklerdi. Moğollara karşı savaş zamanında savaşa alışmak için, her şeyin hiçliğini içlerine sindirmeye kendilerini alıştıran atalarının torunlarına yaraşır biçimde öleceklerdi…
*
Her insandan kaçan, çok samimi de olsa, tümüyle unutulmuş ve yatağa çivilenmiş yaşlı bir şairi hatırlatır bazen, çağdaşlarına kızgın, kimseyi aıtık görmek istemediğini söyleyen yaşlı bir şairi… Karısı zaman zaman kapısının zilini çalmaya gidiyordu, ona acıyarak…
*
Bir yapıt, artık onu düzeltmek mümkün olmadığı zaman bitmiştir, her ne kadar eksik ve tamamlanmamış olsa da. Öyle bıkmışızdır ki, zorunlu da olsa, ona tek bir virgül eklemeye artık cesaretimiz kalmamıştır. Bir yapıtın bitirilme aşamasına karar verir, hiçbir zaman bir hakikatin ya da bir sanatın gereği değildir, yorgunluktur, dahası bıkkınlıktır.
*
Kadın tümüyle ilgisizdi bana. Düşünürken birdenbire, bunca yıllardan sonra, ne oldu da, onu asla bir daha görememiştim. Az kalsın düşüp bayılıyordum. Bizim için önemsiz olacak olan birinin yüzünü ansızın bize hatırlatan şeyin ölüm olduğunu anlamıyoruz.
*
Sanat çıkmaz yola girdikçe sanatçılar çoğalıyor. Bu aykırılık, sanatın tükenme yolunda olduğunu düşünürsek, hem imkansız hem kolay olmanın birinden vazgeçer.
*
Kimse, ne olduğu şeyden ne yaptığı şeyden sorumludur. Bu açık bir şey, herkes az çok kabul eder bunu. Niçin o halde, yüceltmek ya da aşağılamak? Çünkü varolmak, değer biçmek, yargılar üretmek demektir. Aynı zamanda, duygusuzluğun ya da korkaklığın sonucu olmadığında, kimsenin sahip olmadığı bir gücü gerektiren çekimserlik de demektir.
*
Her acelecilik biçimi, iyiliğe doğru da olsa, bir zihinsel bozukluğu açığa vurur.
*
Hayali acılar en gerçek acılardan eskidir. Çünkü onlara her zaman ihtiyacımız vardır ve onlardan vazgeçme olanağı olmadığı için onları icat ederiz.
*
Eğer bilgenin özelliği yararsız hiçbir şey yapmamak ise, kimse beni bilgelikte aşamaz: Yararlı şeylere bile gönül indirmem ben!
*
Aşağılanmış bir hayvan, bir alt-hayvan düşünmek olanaksız.
*
İnsandan önce doğmak mümkün olsaydı!
*
Boşuna! İnsanların Tanrı tanımıyla uğraşmaktan başka bir şeyle ilgilenmedikleri bütün o yüzyılları küçümsemeyi başaramıyorum.
*
Nedenli ya da nedensiz bir bıkkınlıktan kendini kurtarmanın en etkili yolu, bir sözlük almaktır, tercihen, az bilinen bir dilin sözlüğünü. Ve orada bir sürü sözcük aramalı, bunların hiçbir zaman yararlanamayacağımız sözcükler olmasına da dikkat ederek…
*
Olağanüstü bir şeyi yaşadıkça, onu dile getirmek için sözcükler buluruz, onu hemen içinden tanırız ve onda artık hiçbir şey bulamayız.
*
Aşılamaz acı yoktur.
Her çeşitten avunmasızlık geçer, ama onların sahip oldukları temel neden hep var olur, hiçbir şeyin de onun üstünde etkisi yoktur. O salt gerçektir ve değişmez. O bizim “yazgımız”.
*
Çılgınlıkta da, felakette de, Bossuet’nün şu söylediğini, doğanın “bize verdiği bu az şeyi” uzun süre bize bırakmaya razı olmayacağını unutmamalı.
Bu “az şey” bunu düşündükçe dinginliğe, bir dinginliğe varılır, doğrudur, ama onu hiç tanımış olmamak daha iyi!
*
Aykırı düşünce; ne cenazelerde, ne de evlenme ya da doğumlarda geçerlidir. Uğursuz ya da gülünç olaylar, korkunç, can sıkıcı olaylar, sadece beylik sözlerle yetinen ortak yer isterler.
*
Ne kadar yanılgıdan uzak olsak da, hiçbir umut olmadan yaşamak olanaksız. Onlardan birini hep koruruz, pek de haberimiz olmadan. Bu bilinçsiz umut da bütün öteki, reddettiğimiz ya da tükettiğimiz açık umutlarımızın yerine geçer.
*
Adamın biri yıllarla yüklendikçe, yitip gitmesinden de o kadar uzak bir ihtimal gibi sözediyordu. Öyle yapışmıştı ki hayatın eteğine, ölmeyi bir türlü beceremiyordu…
*
Günün birinde, bir kör dileniyordu: Duruşunda, soğukluğunda sizi yakalayan, soluğunuzu kesen bir şey vardı. Körlüğünü size bulaştırıyordu!
Bizimle içlidışlı olduklarından ancak çılgınları ve çocukları bağışlarız: Ötekiler, eğer onlara öykünmeye cesaret ederlerse, buna cr geç pişman olacaklardır.
*
“Mutlu” olmak için kaçındığımız mutsuzlukların imgesini hiç unutmamak gerekecektir. Bu, bellek için kendini bir toparlama biçimi olacaktır. Genellikle, ancak ansızın gelen mutsuzlukları koruyan bellek mutluluğu engellemeye çalışır ve şaşılacak bir derecede başarır bunu.
*
Uykusuz bir geceden sonra otomatlar gibi görünüyor gelip geçenler. Hiçbiri soluk almıyor sanki, yürümüyor. Her biri bir zemberekten fırlamış gibi: Kendiliğinden bir şey; mekanik gülümsemeler, hortlak hareketleri… Sen, kendin hortlak, ötekiler içinde nasıl görecektin canlıları?
*
Dölsüz, verimsiz olmak bunca duyumlarla! Sonsuz şiir, sözcükler olmadan!
*
Yorgunluk; sebepsiz, bir armağan ya da bir bela gibi çıkagelen yorgunluk: Yeniden kendime dönmem, kendimi “Ben” bildiğim şeye dönmem ondandır. Bu yorgunluk ortadan kalkar kalkmaz, artık cansız bir nesneden başka bir şey değilim.
*
Bugüne kadar folklorda yaşayan her şey Hıristiyanlıktan öncedir. Her birimizde canlı kalan her şeyde de durum aynıdır.
Gülünç olmaktan korkan kişi ne iyilikte, ne kötülükte hiçbir zaman başarılı olamayacaktır, yeteneklerinin altında kalacaktır. Deha sahibi olsa bile, o yeniden yeteneksizliğe mahkûm olacaktır.
*
“En yoğun etkinliklerinizin ortasında, ruhunuza “bakmak” için bir an durunuz. “Bu öğüt, gece gündüz ruhlarına “bakanlara” ve kimseye açmadıkları önemli bir sebepten dolayı etkinliklerini bir an durdurmak zorunda kalanlara kesinlikle hitap etmiyor.
*
İnanmış olalım ya da olmayalım, “Tanrı’ya karşı”, yalnızlıkta kavranmış olan şey kalıyor sadece.
*
Müzik tutkusu, başladığı andan itibaren aslında bir “nzo”dır. Müziğe karşı duyarsız ve günlerce yan yana yürüdüğümüz birinden daha çok, ona kendini veren tanınmamış biri hakkında bilgi sahibiyizdir.
*
Tekrarına gerek olmayan bir istiğrak (meditasyon) noktası…
*
İnsan Tanrı’nın dümen suyundan gittikçe, yavaş ilerler, öyle yavaş ki yürüdüğünü anlamaz bile. Artık o, birinin gölgesinde yaşamayı bıraktığından beri acele ediyor, buna üzülüyor da. Eski ahengini yeniden bulmak için ne olursa olsun verecektir!
*
Doğarken yitirdik, ölürken yitirdiğimiz kadar. Her şeyi!
“Bıkkınlık” Bu anda, hemen söyledim bu sözcüğü. O andan itibaren de ne ile ilgili olduğunu bilmiyorum artık. Hissettiğim ve düşündüğüm, sevdiğim ve tiksindiğim her şeye bıkkınlığın kendine de uygun bir sözcük…
*
Kimseyi öldürmedim, iyi ettim: Mümkün’ü öldürdüm. Tam Macbeth gibi, en çok ihtiyacım olan şey de dua etmektir, ama ondan fazla değil. “Amin” demesini beceremiyorum.
*
Kimseye dokunmayan darbeler savurmak, kimse farketmeden herkese saldırmak, sadece bizi zehirleyen oklar fırlatmak!
*
Her zaman mümkün olduğu kadar kötü davrandım ona. Kimseye kötülük yapmak istemediği için bana da kötülük yapmak istemiyor. Her haksızlığı bağışlıyor, hiçbirini hatırlamıyor. Onu öyle kıskanıyorum ki! Ona yetişmem için birçok varoluşu baştan başa dolaşmam ve bütün göç olanaklarımı tüketmem gerekiyor.
*
Aylarca Fransa içinde bisikletle dolaşırken, en büyük zevkim, kır mezarlıklarında durmak, iki mezar arasında uzanıp öyle saatlerce sigara tüttürmekti. Hayatımın en etkin çağında düşünüyorum bunu.
*
Cenazelerde insanların bağırıp çağırdığı bir yerden döndüğümüz zaman, kendimize nasıl egemen olmalı? Nasıl kendimizin efendisi olmalı?
*
Bazı sabahlar, adımımı dışarı atar atmaz, beni adımla çağıran sesler duyuyorum. Gerçekten ben miyim? Benim adım mı? Öyle gerçekten, alanı dolduran, gelip geçenlerin dudaklarında benim adım. Herkes onu mırıldanıyor. Postane bürosunda, komşu odadaki şu odadaki şu kadın da.
*
Uykusuzluk sağduyumuzun ve alçak gönüllüğümüzün son kalıntılarını da bitirir, bizi deli eder, eğer gülünçlük korkusu imdadımıza yetişmezse.
*
Onun yağdan ve metalden bakışı karşısında tuhaf bir duygu ve tiksinti duyuyorum, hatta korkuyorum. Onun dalkavukluğu, cilasız sahtekarlığı, garip bir şekilde açık ikiyüzlülüğü, sürekli ve açık sinsilikleri karşısında, bu çılgın ve rezil karışım karşısında… Göz önünde yalan dolan ve yüzkarası. Onun samimiyetsizliği bütün hareketlerinde görülebilir, sözlerinde duyulabilir. Sözcük tam yerinde değil, zira samimiyetsiz olmak hakikati gizlemektir, onu tanımaktır. Fakat onda ne bir iz, ne bir ruh, ne hakikatin ne de yalanın bir kuşkusu… Pis bir doymazlığın, “çıkara dayalı” bir bunamanın dışında, hiçbir şey…
*
Geceyarısı, gözyaşları içinde bir kadın, sokakta yaklaştı bana: “Onlar kocamı geberttiler, Fransa berbat bir yer, çok şükür ki ben Britanyalıyım, çocuklarımı elimden aldılar, altı aydır ilaç tıkıştırdılar bana…”
Onun kaçık olduğunu hemen fark etmedim, acısı öylesine gerçek görünüyordu (bir anlamda da öyleydi), tam yarım saat kendi kendine konuşmasına izin verdim: Konuşmak iyi geliyordu ona. Sonra onu yalnız bıraktım. Düşündüm ki, onunla benim aramda oldukça ince bir ayrım olacaktır: Sıra bana gelince, ben, karşıma ilk çıkan birine böyle yakınıp duracağım…
Bir Doğu ülkesinde bir profesör anlattı bana: Annesi köylüydü, oğlunun uykusuzluktan kıvrandığını öğrendiğinde çok şaşırmıştı. O, uykusu geldiği zaman, sadece rüzgarda dalgalanan geniş bir buğday tarlasını gözünün önüne getirmek zorunda kalıyor ve ardından hemen uykuya dalıyordu.
Bu, bir kentin imgesiyle aynı sonuca varılacağı anlamına gelmez. Bir kentlinin, bir gün göz kapamayı başarması açıklanamaz, mucize gibi bir şeydir.
*
Meyhane, köyün ucundaki yurtta kalan ihtiyarlarla dolu. Ellerinde bardak, konuşmadan bakışıp duruyorlar. Onlardan biri, ne olduğunu bilmediğim, ilginç olması gereken bir hikaye anlatmaya koyuluyor. Kimse onu dinlemiyor, ne olursa olsun kimse gülmüyor. Buraya varmak için hepsinin yıllarca imanı gevremişti. Bir zamanlar, köylerinde bir yastıkla boğulmuş olacaklardı.
Bu, onları can sıkıntısından ve uyuşukluktan kurtarmak için akıl dolu, mükemmel bir formülüydü her ailenin. Onları bir araya toplamaktan, bir ağıla tıkıştırmaktan da son derece daha insancıl bir yoldu bu…
*
İncil’e inanılırsa ilk kenti kuran Kabil’dir. Bossuet’nün anlattığına göre, dileği orada “vicdan azabı”nı yatıştırmaktı.
Ne karar! Doğruluğunu gece yürüyüşlerimde defalarca denemedim mi ben?
*
Büyüklenme felsefesi. “Yeğenim, bu çok açık, başarılı olmadı, başarılı olsaydı sonu başka olacaktı.“Biliyorsunuz bayan,” dedim, bu önemli hatuna, “başarılı olsak da olmasak da, bu ikisi aynı şey.”Haklısınız.” diye cevap verdi bana birkaç saniye sonra. Böyle çenesi düşük bir kadının böyle beklenmedik bir boyun eğişi, nerdeyse bir dostumun ölümü kadar sarstı beni!
*
Özürlüler… bana öyle geliyor ki onların macerası, başka herhangi bir maceradan iyidir, geleceğe ışık tutar, sadece onlar geleceği az çok seçmek ve onu çözmek olanağına sahipler. Ve yine bana öyle geliyor ki onların başarılarını hesaba katmamak, görülen günleri betimlemeye ebediyen elverişsiz kalmaktır.