Televizyonun yükselişinin etkileri problemine dönersek, karşıtlığın varolduğu doğrudur, ama asla bu yoğunlukla varolmamıştır (“hiç görülmedik şey” ile “hep böyle olan şey” arasında bir uzlaşım yapıyorum). Televizyon, sahip olduğu yayılım gücüyle, yazılı basının evreni ve genel olarak da kültür evreni için kesinlikle korkunç bir problem yaratmaktadır. İnsanların tüylerini ürperten kitle basını (Raymond Williams, şiirde ortaya çıkan bütün bir romantik devrime, kitle basınının peydahlanışının İngiliz yazarlara esinlediği dehşetin yol açtığı varsayımını öne sürmüştür), bunun yanında pek önemsiz kalmaktadır. Televizyon, yaygınlığı ve tümüyle olağanüstü ağırlığıyla, ilk kez görülen türden olmasalar bile tümüyle yeni etkiler yapmaktadır.
Örneğin televizyon, akşam sekiz haberleri için, Fransa’nın bütün sabah ve akşam gazetelerinin toplam okurlarından daha fazla sayıdaki insanı ekran başına toplayabilir. Eğer böyle bir medium aracılığıyla verilen enformasyon, türdeşleştirilmiş, çıkıntıları olmayan bir omnibüs enformasyon haline gelirse, bunun sonucu olabilecek siyasal ve kültürel etkiler de görülür.
Bu, çok iyi bilinen bir yasadır: bir basın organı ya da herhangi bir ifade aracı, ne kadar yaygın bir kitleye ulaşmak istiyorsa, çıkıntılarını, bölebilecek, dışlayabilecek bütün şeylerini de o kadar yok etmek -Paris Match’ı düşünün-, hep söylendiği gibi, “kimseyi şoka uğratmamaya”, asla birtakım problemler yaratmamaya ya da yalnızca önemsiz problemler yaratmaya da o kadar dikkat etmek zorundadır. Gündelik yaşamda, yağmurdan ve iyi havadan çok söz edilir, çünkü hiçbir sürtüşmeyle karşılaşılmayacağına emin olunabilecek bir problemdir söz konu olan -sizin tatilde bulunduğunuz bir sırada yağmura gereksinimi olan bir köylüyle tartışmanız durumu dışında, başatlıkla yumuşak bir konudur bu. Bir gazete, yaygınlığını ne kadar genişletirse, problem yaratmayan omnibüs konulara da o kadar fazla yönelir. Konu, alıcının algılama kategorilerine uygun olarak inşa edilir.
İşte bu yüzden, biraz önce betimlediğim, türdeşleştirmeye ve sıradanlaştırmaya, “uydumculaştırmaya” ve “siyasetdışılaştırmaya” [apolitizasyon] yönelik bütün bir kolektif çalışma, aslında bir öznesi bulunmadığı halde, her kim olursa olsun hiç kimse tarafından o haliyle asla düşünülmüş ve arzu edilmiş olmadığı halde, herkese ve tümüyle uygun gelir. Toplumsal dünyada sıklıkla gözlemlenen bir şeydir bu: hiç kimsenin istemediği ve sanki istenmiş gibi görünebilen (“onun için yapıldı”) şeylerin olduğu görülür. Basitleştirici eleştiri işte burada tehlikelidir: hiç kimse gerçekten arzu etmiş olmadığı halde, parasal gücü elinde tutan kişiler o kadar da müdahalede bulunmak istemedikleri halde, adına “televizyon haberleri” denen ve herkese uyan, esasen bilinmekte olan şeyleri doğrulayan, özellikle de zihinsel yapıları olduğu gibi bırakan o çok tuhaf ürünle karşılaşıldıkta ortaya çıkanlar türünden fenomenleri anlayabilmek için gereken her türlü mesaiden kurtarır. Bir toplumun maddi temellerine dokunan devrimler vardır ve genelde bunlardan söz edilir -Kilise’nin malları kamulaştırılıyor-, bir de simgesel devrimler, sanatçıların, bilim adamlarının, ya da büyük din peygamberlerinin ya da bazen, daha ender olarak, büyük siyaset peygamberlerinin gerçekleştirdikleri, zihinsel yapılara dokunan, yani görme ve düşünme tarzlarımızı değiştiren devrimler vardır. Resim alanında, temelli bir karşıtlığı, bütün akademik eğitimin üzerinde durduğu bir yapıyı, çağdaş ile eski arasındaki karşıtlığı altüst eden Manet’nin durumu böyledir. Eğer televizyon kadar güçlü bir aygıt, bu türden simgesel bir devrime biraz olsun yönelseydi, sizi temin ederim ki, hemen durdurulmaya çalışılırdı… Oysa, gerçek o ki, hiç kimsenin talep etmesine gerek kalmaksızın, sırf rekabetin ve sözünü ettiğim mekanizmanın mantığıyla, televizyon böyle bir şeye kalkışmıyor. İzleyicilerin zihinsel yapılarına mükemmelen uyarlanmış durumda. Televizyonun ahlakçılığını, bu mantık içinde çözümlenmesi gereken telethon yanını anıştırabilirdim. Gide, “İyi duygularla kötü edebiyat yapılıyor” diyordu, ama, iyi duygularla “izlenme-oranı yapılıyor”. Televizyon çalışanlarının ahlakçılığı üzerinde durup düşünmek gerekirdi: çoğu kez sinik oldukları halde, kesinlikle muhteşem bir ahlaki uydumculuk yansıtan şeyler söylüyorlar. Televizyon haberlerini okuyan, tartışma programlarını yöneten sunucularımız, spor yorumcularımız, pek de fazla zorlanmaksızın, kendilerini tipik bir küçük-burjuva ahlakının sözcüleri yapan ve “toplum sorunları” adını verdikleri şey hakkında, varoşlardaki saldırganlıklar ya da okullardaki şiddet eylemleri hakkında “ne düşünmek gerektiğini” söyleyen, küçümen birer günah çıkartıcı haline geldiler. Aynı şey sanat ve edebiyat alanı için de geçerli: edebi olduğu söylenen yayınların en tanınmışları -üstelik giderek daha fazla ubudiyet içinde- yerleşik değerlere, uydumculuğa ve akademiciliğe, ya da pazarın değerlerine hizmet etmekteler.
Gazeteciler -gazetecilik alanı demek daha doğru olur- toplumsal dünya içindeki önemlerini, enformasyonun büyük ölçekli üretim ve yayılımını sağlayan aygıtlar üzerindeki olgusal bir tekeli ellerinde bulundurmakta olmalarına ve bu araçlar eliyle, sıradan yurttaşlara, ama aynı zamanda da kültürün öteki üreticilerine, bilim adamlarına, sanatçılara, yazarlara, kimi zaman “kamu alanı” diye adlandıralan şeye, kolayca ulaşabilmelerine borçludurlar, yani büyük ölçekli yayına. (Birey olarak ya da bir birliğin, herhangi bir gruplaşmanın üyesi kimliğiyle, belli bir enformasyonu geniş ölçekte yaymak istediğinizde takıldığınız şey, işte bu tekeldir.) Kültürel üretim alanının aşağı düzeyde, baskı altındaki bir konumunu işgal etmelerine rağmen, kesinlikle az rastlanır bir egemenlik uygulamaktadırlar: kamuya karşı söyleme, kamusal olarak varolma, tanınma, kamusal saygınlığa erişme (ki, bu, siyaset adamları ve bazı entelektüeller açısından en başta gelen hedeftir) araçları üzerinde erk sahibidirler. Bu da, entelektüel değerleriyle çoğu kez orantısızlık gösteren bir saygınlıkla çevrelenmiş olmalarını (en azından, içlerinde en güçlü olanlarının) sağlar… Ve bu saygınlık gücünün bir bölümünü kendi çıkarları için kullanabilirler (gazetecilerin, hattâ en tanınmış olanlarının bile, zaman zaman egemen olabildikleri -aralarında yer almak için can attıkları- entelektüeller ve siyasetçiler gibi kategorilere kıyasla, yapısal yönden daha aşağı konumda olmaları, sürekli bir entelektüel-karşıtı eğilim sergilemekte oluşlarını da hiç şüphesiz açıklamaktadır).
Ama en önemlisi de, bir kültür üreticisi açısından, çok ünlü bile olsa, en azından televizyonun ortaya çıkışına kadar tümüyle düşünülemez olan kamusal görünürlüğe, kendini büyük ölçekte ifade edebilmeye, sürekli olarak erişebilecek durumda bulunmalarından ötürü, kendi dünya görüşü ilkelerini, kendi sorunsallarını, kendi bakış açılarını toplumun bütününe dayatabilmektedirler. Buna karşı, gazetecilik dünyasının bölünmüş, farklılaşmış ve çeşitlenmiş olduğu, dolayısıyla bütün kanaatleri, bütün bakış açılarını temsil etmeye ya da bunlara kendilerini ifade etme fırsatı sunmaya elverişli olduğu söylenecektir (ve gazeteciliğin ekranından geçebilmek için, belli bir noktaya kadar ve asgari bir simgesel ağırlık taşımak koşuluyla, gazeteciler ve gazeteler arasındaki rekabetten yararlanmanın mümkün olduğu da doğrudur). Ama şu var ki, gazetecilik alanı, tıpkı öteki alanlar gibi, bir paylaşılmış ön-varsayılmışlar ve inançlar bütünü üzerinde durmaktadır (tavır ve kanaat farklılıklarının ötesinde). Belli bir düşünce kategorileri sistemi içinde, konuşulan dille olan belli bir münasebet içinde, örneğin, “televizyonda-iyi-gider” gibisinden bir nosyonun bütün içerimleri içinde, kayıtlı bulunan bu ön-varsayılmışlar, gazetecilerin toplumsal gerçeklik içinde ve aynı zamanda da simgesel üretimlerin bütünü içinde, uyguladıkları elemenin ilkesinde yer alırlar. Hiçbir söylem (bilimsel çözümleme, siyasal tavır, vb.) ya da eylem (gösteri, grev, vb.) yoktur ki, kamusal tartışma düzlemine erişebilmek için gazeteciliğin uyguladığı o eleme sınavından geçmek zorunda kalmasın, yani gazetecilerin, yalnızca kendilerini ilgilendireni, “ilgilerini çekmeyi”, yani onların kategorilerine, onların süzgeçleri içine girmeyi başaranı tutup, yurttaşların bütününe ulaşmayı hak edecek simgesel ifadeleri önemsizliğin ya da umursamazlığın içine atmak suretiyle, farkında bile olmadan uyguladıkları o muhteşem sansüre takılmasın.
Televizyonun, yayın araçları uzamı içindeki görece ağırlığının ve egemen hale gelmiş olan bu televizyon üzerindeki tecimsel baskının ağırlığının büyümesinin bir başka ve kavranması daha güç olan sonucu da, televizyon aracılığıyla bir kültürel eylem politikasından bir tür kendiliğindenlikçi demagojiye geçiştir (bu demagoji, kendini elbette en çok televizyonda olumlamaktadır, ama ciddi denen gazeteleri de sarmaktadır: bunlar, serbest kürsüler, serbest görüşler şeklinde verilen bu türden okur mektuplarına giderek daha büyük bir yer ayırmaktadırlar). 50’li yılların televizyonu, kültürel olma iddiasındaydı ve herkese kültürel iddia taşıyan ürünler (belgeseller, klasik yapıtlardan uyarlamalar, kültür tartışmaları, vb.) dayatmak ve geniş halk kitlesinin beğenilerini oluşturmak için bir bakıma kendi tekelinden yararlanıyordu; 90’lı yılların televizyonu, en geniş izleyici kitlesine ulaşmak için, televizyon izleyicilerine, paradigması talk-show, yaşam kesitlerinin, yaşantılann hiç saklısız teşhiri olan, çoğunlukla aşırılıklar içeren ve bir çeşit röntgenciliği ve teşhirciliği tatmine yarayan ham ürünler (esasen tıpkı, insanların, bir anlık görünürlüğe erişebilmek uğruna, sıradan seyirci olarak bile olsa katılmak için yanıp tutuştukları televizyon oyunları gibi) sunarak, bu beğenileri sömürmeyi ve şımartmayı hedeflemektedir. Bu bir yana, ben bazılarının geçmişin pedagojik-pederşahi televizyonu için besledikleri nostaljiyi paylaşmıyorum ve o televizyonun da büyük ölçekli yayın araçlarının gerçekten demokratik bir kullanımını, popüler beğenilerin karşısına, popülist kendiliğindenlikçilik ve demagojik itaatkârlıktan daha fazla çıkaramadığını düşünüyorum.
Pierre Bourdieu
Televizyon Üzerine