Çok Yaşasın Ölüler – Cahit Irgat

“Dağcılar” diye bir öykü yazmıştım; o, ölmeden önce. Daha doğrusu: Seven insan, sevdiği insanın ölümüne inanmaz ve aklı almaz. Kadın olsun, erkek olsun, çocuk olsun. “Nasıl ölür?” der seven insan.
Sevmeyenler: “Öldü işte!” derler.

Anlaşmak

Cahit Saffet döneminde soyadı Mutlu’ydu; değiştirmek istiyordu ille de, Irgat’ı tutturmuştu. Bir söyleşide nedenini sorduğumda: “Kişi yalan söylememeli, soyadıyla bile,” dediğini ansıyorum. Irgat’ı kimlik belgesine de yazdırmak için “usulen” açılan davada tanıktım; yargıç sordu:
– Irgat olarak mı tanırsınız beyi?
Ne denir?
– Evet.
Geçen yılın da aynı günleri miydi? Adana sarı sıcağının Şişli’ye çöküştüğünde uğurluyorduk Orhan Kemal’i; ta Zincirlikuyu’da bir kerpiç çukura. Cahit’le hep yan yanaydık; dönüşte bunalmıştık o acılı kalabalıktan, hele şöyle patırtısız, kuytu bir yerde iki kadeh yuvarlayıp dertleşelim diye sapa yolboylarına vurmuştuk. O üç-beş masalı lokantacıkta günbatımına değin söyleşi; çakırkeyif, üzgülü ve darmadağın. Sayrılığı yüze vurmamıştı daha. Bir ara, gömülmenin çirkinliğinden yakınıp, ölü gövdenin kül edilivermesini ya da balıklara yem kılınmasını yeğlediğimi söylemiştim. “İkisi de yasak,” dediydi, “ben Lüleburgaz’daki o çocukluk bahçeme gömülmek isterdim!” Hey gidi…
İşsiz ve çok yorgun. Mustafa evde emekliyor, Zeynep hiç ortalıkta yok. Beni de Akademi’den temelli sepetledikleri yıllar işte; mösyö Lâmbo’ya dadanıklığımızın eşik yılları. O tramvay sahanlığını andıran güzelim barınakta dirsek dirseğeyiz: Orhan Veli, Mücap Ofluoğlu, Sadri Alışık, Kemal Edige, Can Peker, Kemal Ergüvenç, Salih Tozan, Leylâ Erbil, Ercüment Behzad Lâv, Nuri İyem, Fikret Ürgüp, Halim Uğurlu, Abbas Sayar, Fikret Andoğlu, Limasollu Naci, Mehmet Ali Ermiş, Dr. Safter [Tarim], kokoreççi Behçet, berber Hayık, ekmekçi Nihat, sevici Sabiha, Ferdi Tayfur (tiyatrocu), Fahir Aksoy, Rıfat Ilgaz… saymakla tükenmez ki.
İkindide Yeditepe’ye [Yayınları] uğramıştım; Ortalık da yeni çıkmış, süslemesi benim olduğundan belki, Hüsamettin Bozok iki tane vermişti; Cahit’i Lâmbo’da bulunca sevinmiş, sıcağı sıcağına vermiştim birini. Coşkusunu, kendime ayırdığım öbürüne yazdığı “ithaf”tan şimdi daha bir seziyorum. Mutluydu. Her gelene övünçle gösteriyordu yapıtını. Ne ki, şımarık, ayyaş, sünepe bir mirasyedi delikanlının deliliği tuttu; ille de istiyordu Cahit’deki betiği. Hem de nasıl, cebindeki külüstür bir tabancayı çekerek, zorla! Cahit hiç istifini bozmaksızın çözdü ceketinin düğmelerini; “Vur ulan,” dedi, “ondan sonra alırsın bunu…” Delişmeni yaka paça dışarı itelediler dostlar, yüzü gözü kana batmış… Seğirtti Cahit, bitişik dükkânın musluğunda yıkayıp tertemiz mendiliyle iyice kurulayıverdi. Ola ki sırtını sıvazlayıp yanaklarından da öpmüştür; betiğine gösterdiği aşırı ilgiden ötürü.
Ya 1941 kışıydı, ya da 1942. Ortaokul öğrencisiyim. Sabahattin Kudret Aksal da Türkçe öğretmenimiz. Dostçayız, şiir sevgimden dolayı. Onunla Beyoğlu’na çıktık; ilk kez bir meyhaneden içeri adım atıyordum. Dört kişi var çinko tezgâhta: Cahit Sıtkı, Sait Faik, Suphi Taşhan ve Cahit. Afallıyorum elbet; o yıllar dilime doladığım, sanat tutkuma kattığım kişiler tümü de. Ama, dayımın vur patlasın çal oynasınlıklarından olsa gerek, içkiden tiksiniyorum. İlk şarap bardağı Sait Faik’ten. “Nasıl olsa seveceksin!” diyor. İkincisi, üçüncüsü karmaşık gayrı. Kıvançlı, sarhoş ve de böbürlenerekten Üsküdar’a dönüşümde kusuverdim vapurda, toyluktan.
Evle küskünüz, daha doğrusu, babamla. Haftalardır uğramıyorum. Canım çok sıkkın ve bu kez bambaşka bir meyhane bozuntusunda şarap içiyorum. Tenha. Nereden nereye, Cahit çıkageldi. Sarmaşık. O da sarhoş. O da evle küskünmüş. Gece iyice çöküverdi, n’eylesek? “Kalk, size gidiyoruz,” dedi. Direndim elbet. Usumda kaldığınca şöyle dediydi: “Sen istersen kapıda kal; ama benim bir dost konukluğuna, yatağına gereksinmem var bu gece.” Çamlıca’daki eve geldik geceyarısı; bende surat bir karış ve anacığımda bir sevinç! Yine içtik, çimlendik; saatlerce dertleştilerdi ikisi. Ve ilk kez oracıkta gördüm Cahit’in gözyaşlarını.
Önlenemez yaşam sonucunu bilmez görünüyordu; için için gülüyordu belki de pencereyi aralayıp sigara içişime. Hekimler, “Yılbaşını ancak bulur,” demişlerdi, oysa nisandaydık. O sıralar ben de sayrılandım, ırgalandım epey. Uğramadı. İçerliyordum, Boğaz’a rakı içmeye gittiğini duydukça. Salt bu nedenle son kez görüşemedik. Oysa yakın bildiği dostlarını görmeye can atıyor, “Bari sen al getir,” diyordu. Olmadı, insanoğluluk işte.
Cahide Sonku’yla bir süre yan yanalıkları olmuştu; o ara bir de tiyatro serüvenine giriştiler. Askerden yeni dönmüştüm, uğradım; “Ne içeceğiz?” dediğimde, –gayet ciddi– “Şu kulise dirhem içki girdiğinde burası paydos,” demişti. İki üç hafta sonra da kapandı tiyatro.
Anısı üstüne çıkan yazılara bakıyorum da, çoğunda şu kesin yargı var: Cahit geçimsizin, hırçının, kavgacının biriydi. Kolayına bir tanımlama bu. Süt dökmüş kedi değildi ya Cahit! Diyelim şiir tutumlarımız apayrıydı, yaşama serüvenimizin özel çizgileri de. Ama bir kez olsun dalaşmadık hiçbir nedenle; tartıştık, günübirlik küsüştük. İçki aşırılığının ötesinde, duygusal bamtelinin dışında pek efendi, hoşgörülü bir “tanış”tı Cahit; her kattan, bölümden kişilerle gül gibi geçinip gitmiştir. Ne ki kof böbürlenenlere, sanatı oyunlaştıranlara, iyi-kötü kişiliğini yadsıyanlara katlanamazdı hiç. Kim katlanabilir ki?
Diyeceğim, “anılaşmak” boynumuza borç.

Metin Eloğlu
Kaynak: Çok Yaşasın Ölüler – Cahit Irgat
Cahit Irgat, hep eşitlikçi ve barıştan yana bir dünya özlemiyle sahneye çıktı, şiirler yazdı. 1940 karanlığında kalemiyle acı acı konuşmaktan çekinmedi. Devlet Konservatuvarı’ndan İstanbul Şehir Tiyatroları’na, Küçük Sahne’den Dormen Tiyatrosu’na uzanan sahne yaşamından insanlar en seçkin ve en önemli kişilikleriyle geçirdiği yıllar…
Hayatın acılarına, tiyatro ile şiirin derin ve sonsuz gücüyle dayanan Irgat, bir bakıma bu sahne ve edebiyat adamları üzerinden kendi hayatını da anlatığı bir kitap.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz