BİZİ EN ÇOK KÜÇÜMSEYENLER, EN ÇOK DEĞER VERDİKLERİMİZ DEĞİL Mİ? – MONTAİGNE

KENDİNİ BEĞENMİŞLİK ÜZERİNE

Değerimiz üzerine fazla iyi görüş beslemek gibi bir başka övünme türü daha var. Bu, kendimize duyduğumuz abartılı bir sevgi olup, bizi kendimize gerçekte olduğumuzdan farklı tanıtır. Tıpkı tutkulu bir aşkın, kendisini bir başkasına aşk, incelik ve güzellik olarak vermek yerine, kendisini çoşturanların kendi yargısında belirsizliğe ve dağınıklığa götürmesi, kendi sevgilerini o kadından daha sevecen ve yetkin bulması gibi.

Bir insanın bu yola sapma korkusuyla kendini yanlış tanımasını istemediğim gibi, kendisine olduğundan daha az değer biçmesini de istemiyorum. Yargı her zaman ayrıcalıklarını korumalıdır; o halde, başka yerde olduğu gibi, bu noktada da onun gerçeğin kendisine tanıttığını görmesi gerekir. Kendini dünyada var olan en büyük komutan saymayı yiğitçe göze alan Sezar söz konusuymuş gibi! Uzlaşmalardan ibaretiz biz; bunlar bizi peşlerinden sürüklüyor, olguların gerçek özünü unutup, gövdeyle ilgilenmeden dallara asılıyoruz. Hiçbir şekilde yapmaktan korkmadıkları şeyleri duyar duymaz yüzlerinin kızarmasını hanımlara öğrettik; uzuvlarımızı adlarıyla dile getirmeye cesaret edemiyoruz ve yine de bunları her türlü ahlaksızlıkta kullanmaktan çekinmiyoruz! Anlaşmalar, meşru ve doğal şeyleri sözcüklerle ifade etmemizi yasaklıyor; bunlara uyuyoruz. Akıl, kötü ve yasal olmayan şeyleri yapmamızı yasaklıyor; ama herkes bununla alay ediyor. Mademki bunlar ne iyi, ne de kötü kendinlerinden söz edilmeye izin vermiyor, işte uygunluk kurallarında kösteklendim. O halde, bu kez bunlar bir kenara bırakılacak.

Talihin (bunu iyi ya da kötü diye adlandırmalı) yaşamlarını yüksek bir görevde geçirmeye yönelttiği kişiler, kamusal eylemlerinde hangi türden adam olduklarını kanıtlayabilir. Ama kaderin toplum içinde tuttuğu, kendileri yapmazsa kimsenin onlardan söz etmeyeceği kişiler, onları tanımalarında yararı olan kişilere kendilerinden söz etmeyi göze alırlarsa hoş görülebilirler; Lucilus’un durumunun olduğu gibi:

“O sırlarını sadık dostlarına açar gibi, kitaplarına aktarıyordu. Mutluyken de mutsuzken de hiçbir zaman başka sırdaş aramadı tıpkı tanrılara adanmış bir tablo gibi tüm yaşamı orada gözler önüne serildi.” (Horatius, Sat)

Lucilius, eylemlerini ve düşüncelerini kâğıt üzerinde açığa vurdu; orada olmayı düşündüğü gibi resmetti kendini. “”Nec id Rutilio et Scauro citra fidem aut obtrectationi fuit.” [“Ve Rutilius ve Scaurus’e ne daha az inanıldı, ne de daha az saygı gösterildi.” (Tacitius, Tarım, ).

Öyle ki, en taze çocukluğumdan beri, bende bilmem hangi davranışın ve boş ve aptalca bir böbürlenmenin fark edilmiş olduğunu hatırlarım. Öncelikle pek kişisel ve bizimle pek bütünleşmiş, ne duyumsayabildiğimiz, ne de teşhis edebildiğimiz eğilimlere ve tutumlara sahip olmanın kötü olmadığını söyleyeceğim. Beden bu doğal eğilimlerden, bilincimizde ve rızamızla olmaksızın birkaç kıvrım muhafaza eder. Güzelliklerinin bilincinde, İskender belirli bir istençli yapmacıkla başını biraz yana eğiyordu; Alcibiades ise tatlı ve “r”leri boğan bir sesi benimsemişti. Julius Sezar, parmağıyla başını kaşıyordu; bu, kesinlikle sıkıntılı düşüncelerin pençesinde olan bir kişinin tavrıdır; Ciceron’un burnunu ovuşturma âdeti de doğuştan alaycılığı gösterir. Böyle hareketler bizde istencimiz dışında ortaya çıkabilir. Bunların en sıkça alçakgönüllü ve kibarlık adına yanlış olarak selam vermeler ve baş eğmeler gibi sözünü etmeyeceğim yapay olan başkaları da vardır; gerçekten de, bundan görkem kazanmak için yapılabiliyor. Ben özellikle yazın şapka çıkarmakta oldukça cömertim; şapka çıkaranları, nitelikleri ne olursa olsun, hizmetimde olanın dışında hiç karşılıksız bırakmam. Tanıdığım bazı hükümdarların bunda daha tutumlu olmalarını ve son derece bilinçli şapka çıkararak selam dağıtmalarını dilerdim; zira böyle düşüncesizce dağıtıldığında bu selamlar değersiz oluyor. Abartılı davranışlar bölümünde, halkın arasında başını çevirmeksizin, oraya buraya eğmeksizin, hatta kendisine selam verenlere bakmaksızın her zaman dik tutan İmparator Costantius’un kurumlanmasını unutmayalım; o, bedenini arabasının hareketine uymaya bile bırakmaksızın, insanların önünde tükürmekten, burnunu sümkürmekten, yüzünü silmekten kaçınarak sabit tutardı.

Bende fark edilen bu hareketlerin derin doğamdan ortaya çıkıp çıkmadığını ve bu kusura gerçekten gizli bir eğilimim olup olmadığını bilmiyorum; öyle olabilir çünkü bedenimin hareketlerinin sorumluluğunu yüklenemiyorum. Ama ruhumda olan hareketler için, onları hissettiğimi burada söylemek isterim.

Bu kendini beğenmişlik tutumu içinde bilinmesi gereken iki görünüş var; kendine aşırı değer vermek ve başkalarına yeterince değer vermemek. Birisi için, bana öncelikle bunu izleyeni hesaba katmak gerekir gibi geliyor: Aklımın bana ters gelen bir kusurunun etkisi altındayımdır; zira bunu haksız gibi, daha çok da yersiz gibi değerlendiririm. Bunu düzeltmeyi denerim, ama söküp atamam. O beni aidiyetimde olan şeyleri değerden düşürmeye, bana ait olmayan, bana yabancı ya da var olmayan şeylerin bir o kadar değerini yükseltmeye yöneltir. Ve bu eğilim bir hayli öteye doğru gelişir. Aynı şekilde, kocalar üzerlerinde yetkeleri olduğu olgusundan dolayı karılarına haksız bir küçümsemeyle bakıyor ya da bazı babalar çocuklarına karşı bunun aynısı yapıyor. Benim de yaptığım budur; iki benzer uğraş arasında önem vereceğim her zaman benim olanlardan başkası olacaktır. İleriye gitmekte ve egemen olunan, hizmetinde bulunan kişiye karşı sahipliğin bizzat yol açtığı küçümseme olgusunda kendimi düzeltmekteki çabam aklımı karıştırıp, tatmin olmamı engellediği içindir ki o kadar olmaz bu. Uzak ülkelerdeki toplumlar, töreler ve diller hoşuma gidiyor; Latince’nın soyluluğuyla, küçük çocuklar ve sıradan halk için olduğu gibi hak edemeyeceğinden fazla bana çekici geldiğini saptıyorum. Dostumun eşdeğer ev yönetimi, evi ve atı bana kendiminkilerden daha değerli geliyor; çünkü onlar benimkiler değil. Ve bu, özgün sorunlarımdan pek az haberim olduğunca daha fazlalaşıyor. Herkesin kendisine gösterdiği güvenceye ve kesinliğe hayranım; halbuki bu konularda bilmediğim, yapmayı bildiğimi öne sürmeyi göze alamadığım hemen hemen hiçbir şey yoktur. Olanaklarım açısından önceden hazırlanmış bir listeye sahip değilim; zarar sonrasında bunlardan haberim olur. Tüm başka şeyler kadar kendimden kuşkulanırım. Eğer yönettiğim herhangi bir işim iyi sonuçlanırsa, bunu eylemimden daha çok şansa, bir o kadar da tüm tamamladıklarımı biraz rastlantıya ve endişeyle tasarlamama atfederim. Aynı şekilde, eski çağların genelde insan üzerine oluşturulmuş, benim de yöneldiğim kanılarının arasında en gönülden benimsediklerim ve en bağlandıklarım bizi küçümseyen, bizi en fazla aşağılayan ve hiçe indirgeyenleridir. Felsefe, kendini beğenmişliğimizle ve kurumluluğumuzla savaştığı, tam inançla çözümsüzlüğünü, zayıflığını ve cahilliğini kabul ettiği zamanki kadar bana hiç bunca güzel işleyişe sahip gibi gelmiyor. Bana öyle geliyor ki, herkese açık veya özel olsalar da en yanlış kanıların sütanası, insanın kendisi hakkında sahip olduğu aşırı iyimser kanıdır. Merkür’ün ilmeğine ata biner gibi tüneyen ve göğün pek uzağından bakan şu kişiler benim dişlerimi gıcırdatıyor! Kendi yürüttüğüm, konusu insan olan incelemede mademki böyle bir yargı çeşitliliğine, birbirlerinin üzerine yığılmış zorlukların pek derin bir labirentine, bizzat felsefede bunca farklılık ve kesinsizliğe rastlıyorum, kendilerini tanımayı sonuçlandıramayan, yine de sürekli gözlerinin önünde olsa da koşulunu tanımayıp, kendi harekete geçirdiklerinin nasıl kımıldadığını bilmeyen, ellerinde tuttukları ve kendi güdümledikleri etkinlikleri ne tasvir etmeyi, ne de açıklamayı bilen bu kişilere nasıl inanabilecektim, Nil sularının gelgitlerinin nedeni konusunda nasıl güvenebilecektim? “Olguları öğrenmeye iten merak insanlara verilmiş olan bir beladır” der Kutsal Kitap.

Ama bunda özgün konuma dönmek için, bana öyle geliyor ki, başka hiç kimse kendine benden daha az değer vermez, hatta beni hiçbir başkası benim kendimi değerlendirdiğimden daha az değerlendirmez.

Kendimi sıradan, ama aynı zamanda da ne hoş gördüğüm, ne de kabul ettiğim en aşağı, en bayağı birisi gibi sayarım. Ve de kendime bildiğim değerimden daha fazla değer biçmem.

Eğer kendimi beğenmişliğim varsa, bende yüzeyseldir bu ve bana ihanet eden mizacım dolayısıyla içime işlemiştir. Yargı yetimi ele geçirebilen gerçek bir cisme sahip olmayan kendini beğenmişlikle sulanır, ama boyanmam.

Çünkü gerçekte, zihni etkinlikle ilgili ne olursa olsun hiçbir zaman beni tatmin eden bir şey üretmedim; başkalarının onaylamasından memnun olmam. İnce ve güç beğenir bir zevke sahibim; özellikle de kendi yönümden. Durmadan kendimi eleştiriyorum; yüzeyde gezindiğimi ve baş eğdiğimi hissederim. Kendimden gelen ve aklımı tatmin edebilen hiçbir şeyim yoktur. Bir şeyi oldukça açık ve doğru görürüm; ama ondan yararlandığım zaman bulanıklaşır bu. Deneyimini özellikle şiirde yaptım; şiiri sonsuz biçimde severim, başkalarının çalışmalarını oldukça iyi biçimde yargılarım. Aslında, buna el atmayı isteğim zaman ancak çocuk kadar oluyor, yazdığıma tahammül edemiyorum. Başka yerlerde aptalca şeyler söylenebilir, ama şiirde asla;

“Şairlerin sıradan olmasına, ne tanrılar, ne insan ne de yayınlar izin veriyor.” (Horatius, Şiir sanatı, 372)

Tanrı’ya şükür bu özdeyiş, bunca nazım sanatçısının içeriye girmesini yasaklamak için tüm yayınevlerinin vitrinlerinde yer alıyor!

“Kötü bir şair kadar kendine güveneni yoktur.” (Martial, Yergiler, XII, LXIII, 13)

Bu gibi kişilerden ne elde ediyoruz?! Baba Dionysius, kendi dizeleri kadar hiçbir şeye değer vermezdi. Olimpiyat Oyunları zamanında, tüm diğerlerini görkemde geride bırakan savaş arabalarıyla, altın yaldızlı, halılarla şahane biçimde döşenmiş çadır ve barakalarda dizelerini sunmak üzere ozanlarla çalgıcıları da gönderdi. Dizeleri tumturakla okunmaya başlandığı zaman, önce dile getirilişinin niteliğiyle kalabalığın dikkatini çekti. Ama kalabalık sonradan eserin saçmalığını anlayıp burun kıvırdı; çok geçmeden de, bu yargı bezginliğe dönüşerek sonunda öfke ve kızgınlık halini alınca, kalabalık barakaları kırıp döktü… En nihayet de, yarışmalarda savaş arabalarının hiçbir başarı kazanmamaları üzerine ve gönderdiği kişilerin teknesi Sicilya’ya ulaşamayıp, fırtınayla sürüklendikleri Tarente kıyısında parçalanınca, kesinlikle tanrıların kötü destanından rahatsız olarak ona kızmalarına yorumlandı bu. Deniz faciasından kurtulmuş olan gemiciler dahi halkla aynı kanıdaydı.

Ölümünü önceden bildiren kehaneti destekler gibi göründü; bu kehanet Dionysius’un kendinden üstün değerli birilerini yendiği sırada sonuna hazır olacağını söylemekteydi. Bu da, güçleri onunkilerden üstün olan Kartacalılar diye yorumlandı. Dionysius, onlarla çatıştığı zamanlarda, bu kehanetin gerçekleştiğini görmemek için zafer kazanmamak işine geliyor ya da bunu ılımlı geçiştiriyordu. Ama bu kehaneti çarpık yorumluyordu; tanrı ölümünü ona Atina’da kendinden üstün trajedya ozanlarına karşı oynattığı “Lenealılar” adlı eseriyle iltimas ve haksızlıkla başarı kazandığında bildiriyordu. Bu zaferi kazandıktan pek az zaman sonra yaşama veda etti; zaten buna kısmen keyiflenmekte ölçüyü kaçırışı da neden oldu!

Kendi yaptımı hoşgörülebilir bulmamın sebebi, kendi başına gerçekliği değil, çok daha kötü başkalarıyla yaptığım kıyastır. Eğlenmesini ve yaptıkları şeyden bir karşılık bulmayı bilen kişilere gıpta ediyorum; kendiliğinden çıkarılan bir zevk olduğuna göre, keyiflenmenin en rahat biçimidir bu. Özellikle de kararlılıklarına sağlamlık katan kişilere gıpta ediyorum. Güçlülerin ve zayıfların, toplumun ve yakınlarının, yerin ve göğün meslekğinde pek iyi olmadığını haykırdığı bir ozan tanıyorum. O, kendine verdiği önemden hiç de vazgeçecek gibi değildir; hep yeniden başlar, hep düşünüp taşınır ve hep ayak direr. Tutunduğu şey sadece kendi kanısı olsa da, buna çok daha fazla demir atar. Benim çalışmalarıma gelince, hoşuma gitmeleri için bundan çok daha fazlası gerekiyor; onları tekrar incelediğim her seferinde beni hayal kırıklığına uğratıp, beni canı sıkılmış halde bırakıyorlar:

“Onları tekrar okuduğum zaman utanıyorum; çünkü bunlarda, yazarlarının hükmüyle bile silinmeyi hak eden birçok şey görüyorum.” (Ovidius, Pontiques, I, V, 15)

Benim ruhumda her zaman, biraz bulanık imajıyla ideal bir biçim var, tıpkı düşlerde olduğu gibi; ama onu ne yakalamayı, ne de işletmeyi başarabiliyorum. Hayal gücümün ve dileklerimin sınırlarının pek ötesinde geçmiş zamanın şu zengin ve güzel ruhlarının ortaya koyduklarından kanı çıkarıyorum. Onların yazıları beni doyurup doldurmakla kalmıyor, şaşırtıyor ve hayranlıkla tutsak ediyor. Bu yazıların güzelliklerini yargılıyorum, bütünüyle olmasa da, en azından bana bulundukları çok uzaklardan bunu solumayı başarmanın imkânsız olduğunu görüyorum. Buna girişsem bile, Plutarkhos’un iyiliklerini elde etmek için birinin yaptığını söylediği gibi, Venüs’ün üç tanrıça arkadaşına bir adak borçlanıyorum;

“Zira tüm hoşa giden, ölümlülerin duyularını tümüyle büyüleyen, minnettar olduğumuz Venüs’ün üç sevimli tanrıçasına aittir.”

Ama onlar her an yanımdan yok olup, bendeki her şey kaba saba, ciladan ve güzellikten yoksun bulunuyor; olgulara taşıdıkları değerlerinden daha değerli göstermeyi bilmiyorum ve işlediğim konuya benim müdahalem hiçbir şey katmıyor. İşte bunun içindir ki konunun okuyucunun üzerinde çok güçlü biçimde etkili olması ve kendiliğinden parlaması gerek. Herkes gibi gösterişli ve hüzünlü bilgeliği sevmeyen ben, sevilen ve daha neşeli konuları kullandığım zaman, ciddi ve ağır şeyleri tercih eden üslubumu süslemek için değil, özgün eğilimimi izlemek, kendimi keyiflendirmek içindir bu – en azından, eğer şekillere bağlı olmayan ve kuralsız bir konuşma biçimine, bir halk ağzına, bölümsüz, sonuçsuz bir belirsizlik yaratan biçime, sonuçta Amafanius ve Rabirius tarzında bulandırmaya eğer üslup diyebilirsem. Ne hoşa gitmeyi, ne neşelendirmeyi, ne de hoş bir biçimde gıdıklamayı bilirim; dünyanın en güzel öyküsü ellerim arasında kurur ve solar. Sadece ciddi biçimde konuşmayı bilirim; birçok arkadaşımda gözlemlediğim, bu karşısına ilk çıkana söz açma ve tüm bir topluluğu soluksuz bırakma ya da bir hükümdarın kulağını her tür konuyla sürekli hoşça oyalama kolaylığından tamamen yoksunum. Bu arkadaşlarımda asla konu eksik olmaz; zira onlarda karşısına ilk çıkan konudan yararlanma, onu erişebildikleri yere koyma ve ilişkide bulunduğu kişilerin zevkine uydurma yeteneği vardır. Hükümdarlar asık suratlı konuları hiç sevmez, bense öyküleri nakletmeyi. Başlıca ve en kolay olan kanıtlar, ki bunlar genelde en kolay kabul edilenlerdir, benim yararlanmayı bilmediklerimdir; toplum için kötü bir vaizim.

Her konuda, hakkında bildiğim en önemli şeyleri seve seve söylerim. Ciceron, felsefe risalelerinde en zor bölümün konuya giriş olduğu düşüncesindedir; bu doğruysa, sonuç yerine bununla ilgilensem iyi yapacağım.

Her türlü ses tonunu çıkarmak için tele vurmayı ve en tiz olanın sıkça en az kullanılan olduğunu iyice bilmek gerek. Hiç değilse ağır olanı geliştirmektense, boş bir konuyu süslemekte daha fazla liyakat var. Konuları bazen yüzeysel biçimde kullanmayı, bazen de derinleştirmeyi bilmek gerekir. Kesinlikle biliyorum ki, insanların çoğu ilk düzeyde kalmakla yetinir; çünkü konuları üst kabuklarına göre kavrarlar. Oysa en yüce ustaların, özellikle de Xenophon ve Platon’un her zaman desteklemek için zarif formüller bularak, kendilerini sıkça konuları söylemekte bu halkça alışılmış ve sevilen biçimi izlemeye bıraktıklarını biliyorum.

Kısacası, konuşma dilim ne kolay, ne de iyi cilalıdır; hareketleri özgür ve kuralsız, daha doğrusu pürtüklü ve hor görücüdür. Dilim, bu şekilde yargılamayla değil, ama doğal bir eğilimle hoşuma gidiyor. Bununla beraber, bazen kendimi buna aşırı terk ettiğimi ve ustalıkla duygusallıktan kaçınmayı isteme zoruyla bunda yeniden bir başka yana düştüğümü hissediyorum:

“Kısa söz etmeye çalışıyorum, anlaşılmaz hal alıyorum.” (Horatius, Şiir sanatı, 25)

Platon, “kısalık veya uzunluk dilin değerini azaltan ya da dile değer kazandıran özellikler değildir” der.

Bununla birlikte her ne kadar değişmez, süssüz ve düzenli bir üslup aradıysam da, bunu başaramazdım. Hatta Saluste’ün ahengi ve süreçleri benim doğama en iyi uysalar bile, yine de Sezar’ı daha büyük ve taklit edilmesi daha az kolay bulurum. Ve de eğilimim beni Seneca’nın dilini taklide yönlendirse bile, bu konuda Plutarkhos’un diline daha az değer vermem. Sözlerdeki gibi eylemlerde de, her zaman basitçe kendi eğilimimdeyim. Belki de bu nedenle konuşurken yazdığımdan daha rahatım. Hareket ve el kol oynatma, benim yaptığım gibi özellikle sert jestleri olanlarda ve konuşurken ateşlenenlerde sözlere canlılık katar. Başın duruşu, yüz, ses, kıyafet, davranış, boş sözler gibi kendiliklerinden hiç değeri olmayan şeylere değer kazandırabilir. Messala, Tacitus’da dar rüküş giyimlerin ve hatip sıralarının yapılış biçiminin ona göre bunların güzel konuşmalarını bozduğundan yakınır.

Fransızcam telaffuzda ve başka alanlarda yerel ağzımız nedeniyle bozulmuştur. Bizim güney taraflarda vurgulamasını açıkça hissettirmeyen ve arı Fransız kulaklarını rahatsız etmeyen bir kişiyi hiç görmedim. Bu pek o kadar Perigordin lehçesinde iyice uzman olduğumdan değil; buna Almanca’dan daha fazla hâkim değilim – ve de bence fazla önemi yok. Çevremi kuşatanlarla – Poitevin, Xaintongeois, Angoumuasen, Lymosin, Auvergnat – aynı basamaktan bir lehçedir bu; yumuşak, tekdüze, kalabalık ağızlıdır. Bizim alt yanımızda, dağlara doğru, eşsiz güzel, yalın, kısa ve anlatımlı bulduğum bir Gaskon lehçesi var; aslında bu, anladığım bir başkasından daha erkekçe ve askerce konuşma dili. Fransızca’nın zarif, duyarlı ve gür olduğunca, Gaskonca diri ve kudretlidir.

Bana ana dilim olarak sunulan Latince’ye gelince, bir zamanlar konuşmada, hatta yazmakta yararlanırken çabukluğum dolayısıyla bana ‘Üstat Jean’ adını taktıran bu dildeki alışkanlığımı yitirdim. İşte bu bakımdan pek az değer sahibi oluşum.

Güzellik, insanlar arasındaki ilişkilerde büyük önemde bir ögedir; bu, onların arasındaki birinci uzlaşma nedeni olup, güzelliğin tatlılığıyla kendini etkilenmiş hissetmeyen pek vahşi ve pek geçimsiz kişi bile olmaz. Beden tüm oluşumuz içinde büyük bir rol oynayıp, orada önemli bir yer tutar. O halde, bedenin yapısı ve düzenlemesi dikkate alınmayı hak eder. Bu başlıca iki kurumsal öğemizi ayırmayı isteyenler ve birbirinden ayrı yanlarda tutmak isteyenler hatalıdır; aksine bunları bir araya getirmek ve birleştirmek gerekir. Ruha kendi içine kapanmamasını, kendi başına yaşamamasını, bedeni küçümseyip terk etmemesini (ruh, zaten takınılmış olan birkaç maskaralığın ötesinde bunu ulaşmayı başaramazdı) buyurmak gerekiyor; ama aksine, ona bağlanmalı, onu kucaklamalı, baş tacı etmeli, yardım etmeli, denetlemeli, doğru yola koymalı ve içinden çıktığında birlikte götürmeli, bir bakıma, birlikteki eylemlerinin pek farklı ve pek ters gibi değil iyice uyumlu ve tek tip görünmesi için, koca hizmeti görmek üzere onunla evlenmelidir. Hıristiyanlar bu bağ hakkında özel bir bilgiye sahiptir; zira onlar bilir ki bu ortaklığı, bedenle ruhun bilinen bu tür bir araya gelişini tanrısal hukuk, bedeni sonsuz ödülleri kabul etmeye yatkın kılarak kendinin yapar. Hıristiyanlar Tanrı’nın insana tümüyle baktığını ve insanın bütünüyle liyakatlerine göre bir cezayı ya da ödülü almasını istediğini de bilir.

Tüm felsefi okulların en insanca olanı Peripatetikçilik (gezimcilik) okulu, bilgeliğe bu iki birleşik bölüme ortak biçimde iyiliklerini sunma ve sağlama ödevini yükler. Bu okul, bu şekilde, diğer okulların bu birlikteliği hesaba katmaya yeterince bağlanmamış olduklarından, aynı hatayı yaparak birinin bedenden, diğerinin ruhtan yana tavır aldıklarını, böylece insan olan gerçek konudan ve genelde Doğa diye tanıdıkları rehberlerinden uzaklaşmış olduklarını gösterir.

Güzellik tarafından sunulan üstünlüğün insanlar arasından oluşan seçkinlik olması ve bazılarını diğerlerinin üzerine çıkmayı sağlaması mümkündür:

“Toprakların bölünmesi ve dağıtılması güzelliğe, güce ve akla oranla düzenlendi; zira güzellik kandini saydıran bir güç ve kudretti. (Lucretius, V, 1109)

Oysa benim boyum ortalamanın biraz altında. Ve bu eksiklik sadece güzellik bakımından değil ayrıca buyruk verme ve görev yüklenme açısından da uygun düşmüyor, çünkü yetki güzel bir varlığı ve görkemli bir yapıyı gerektiriyor.

Caius Marius boyu altı kademi bulmayan askerleri gönüllü almazdı. “Saray adamı”ne uzun, ne de kısa, sıradan bir boyu olan soylu kişiyle ilgilenme tercihi göstermekte ve parmakla işaret edilen tüm özelliklere sahip olanı reddetmekte tamamen haklıdır. Ama bir asker söz konusu olduğunda ortalamaya girmiyorsa, bunun yukarısındansa altında olan ben onu seçmezdim.

Ufak tefek kişiler, oldukça güzeldir, der Aristoteles, ama yakışıklı değillerdir. Yüce ruhu tanıtan büyüklüktür; güzelliğin uzun boyda olduğu gibi.

“Habeşler ve Hintliler, krallarını ve yüksek görevlilerini seçtikleri zaman yakışıklıklarını ve boylarını göz önünde tutarlardı,” der yine Aristoteles. Haklıydı onlar; zira güzel endamlı ve uzun boylu bir önderin bir birliğin başında yürüdüğünü görmek onu izleyenlerde saygı, düşmanda ise korku yaratır:

“İlk sırada güzel bir alımla elde kılıç ve kendisini çevreleyen tüm başlara tepeden bakarak Turnus yürüyor.” (Virgilius, Aeneas, VII, 783)

Tüm özellikleri özenle, dindarca ve saygın biçimde ortaya konulmuş olan bizim tanrısal ve semavi büyük Kralımız bedensel seçkinliği yadsımadı;  [“O, insan- oğlunun en güzeliydi.” (Mezamir, XLV, 3)].

Ve Platon, Devlet’ini koruyacak gençlerde karakter ve cesaretle birlikte güzelliği de arzuluyor.

Adamlarınızın arasında, “Beyefendi nerede?” sorusunun yöneltilmesi, berberinize veya katibinize çıkartılan şapkada selamın dışında kalmanız büyük bir inciniştir! Zavallı Philopœmen’i başına gelen budur. O, davet edildiği bir eve maiyetinden önce geldiğinde, kendisini tanımayan ve yüzünü de oldukça biçimsiz bulan ev sahibesi onu hizmetçi kadınlara su çekmekte ve Philopœmen için ateş yakmakta biraz yardım etmeye gönderdi. Çevresinin soylu kişileri onu bu saygın uğraşlar içinde (zira kendisine verilmiş olan buyruklara boyun eğmekten geri kalmamıştı) bulup, orada ne yaptığını sordular. Philopœmen, “Çirkinliğimin bedelini ödüyorum” diye yanıt verdi onlara. Kadınların güzelliğini oluşturan öğeler arasında, beden ölçüsünün güzelliği erkeklerin tek güzelliğidir. Eğer ufak tefekse, ne alnın genişliği ve kavisi, ne gözlerin parlaklığı ve yumuşak bakışı, ne burnun az belirginliği, kulakların ve ağzın küçüklüğü, ne dişlerin düzgünlüğü ve beyazlığı, ne gür ve ahenkli kahverengi bir sakal, ne sık saçlar, ne başın yuvarlaklığındaki oranlılık, ne cildin tazeliği, ne çehrenin hoş havası, ne koku yokluğu, ne de uzuvların doğru oranı, tüm bunlar yakışıklı bir adam yapamayacaktır.

Ama benim yine de sağlam ve tıknaz bir bedenim var yüzüm yağlı değil ama dolgun; mizacım melankoli ile neşeli olma arasında yüzüm sıcak ve kanlı.

“Aynı zamanda sert kıllarla kaplı bacaklarım ve göğsüm var.” (Martial, Yergiler, II, XXXVI, 5)

Sağlığım iyi ve bedenim güçlü, ileri yaşıma karşın hastalıklar beni pek rahatsız etmiyor. Daha doğrusu böyleydim; uzun süre önce kırklı yaşları geçirmeden önce, yaşlılığın sokaklarına şimdiki gibi dalmamış olduğum zamanlarda.

“Azar azar analık güçleri ve kudret yaşlılıkla kırılır ve çöküş başlar.” (Lucretius, II, 1131)

Bundan sonra bunu olacağım; ancak bu yarım bir varlık olacak, yani artık gerçekten ben olmayacağım. Her gün kendi kendimden kaçıp, kendi kendimden çalıyorum;

“Tüm varlıklarımız geçen yıllar tarafından bizden bir bir çalındı.” (Horatius, Ep., II, 55)

Ne keskin zekâ, ne de tez kavrayış miras kaldı bana. Bununla birlikte, çok uyanık ve ihtiyarlığının sonuna kadar süren canlılığa sahip bir babanın oğluyum. Onun durumunda olup da bedensel çalışmalarda kendisine yetişen bir kişiye hiç rastlanmadı; aynı zamanda da, orta kararda olduğum koşunun dışında, beni geride bırakmadığı hemen hiçbir şey yoktu. Müzik konusunda güzel bir sese sahip olmadığım gibi, çalgılarda da kimse bana hiçbir zaman bir şey öğretmeyi başaramadı. Dansta, top oyununda, güreşte ancak çok sınırlı bir beceri kazanabildim; yüzme, eskrim, parende atma, atlayıştaysa hiçbir şey. Pek beceriksiz ellere sahip olup, kendi kendime yazı bile yazamam; öyle ki, karaladığım şeyleri kendim dahi sökmekte zahmet çekerim. Ve okurken hiç de daha iyi değilimdir. Beni dinleyenlere güçlük çıkardığımı hissederim. Bunun dışında iyi okumuşumdur. Bir mektubu gerektiği gibi katlayıp kapatmayı beceremem; ne bir kalem açmayı, ne masada düzgün biçimde et kesmeyi, ne bir ata koşum vurmayı, ne bir avcı kuşu bilekte taşıyıp uçurmayı, ne de köpeklerle, kuşlarla, atlarla konuşmayı öğrenebildim.

Bedensel yeteneklerim ruhumun yetenekleriyle ilişkilidir; çok dikkat çekici hiçbir şey yok. Sadece güzel ve sarsılmaz bir kudret. Zahmete karşı dayanıklıyım; ama bunu kendi başıma taşıyorsam ve canım isterse buna katlanırım.

“Zevk, sıkı çalışmanın çetinliğini bastırarak.” (Horatius, Sat., II, II, 12)

Aksine, olası bir zevkle iştahım kabartılmışsa, salt ve özgür istencim bana rehberlik etmiyorsa, bunda peş para etmem. Zira sağlık ve yaşam bir tarafa, tırnaklarımı kemireceğim hiçbir şey yoktur; keder ve zorlanma pahasına bunu satın almaya hazır olurum,

“Bu bedelle denizin sürüklediği altınla birlikte çamurlu Tage’ın tüm kumunu verseler istemem.” (Juvenal)

Hem doğal olarak hem de meziyetimle aylak ve özgürüm. Görünüşe dayanan kanılarıma kanımı seve seve veririm.

Sadece kendi kendine ait olan, keyfine göre davranmaya alışmış bir ruha sahibim. Şimdiye kadar ne üstüm, ne de başıma konulmuş bir amirim olduğundan pek uzağa yol aldım ve hoşuma giden adımları attım. Bu beni gevşetip, başkalarına hizmete yeteneksiz kıldı; beni sadece kendime yarar yaptı. Bu ağır, tembel ve aylak yaratılışa karşı mücadele etme gereğini duymadım; doğduğumdan itibaren kendimi yetinebileceğim – kendi yapabileceğimden yeterince iyi olduğunu duyumsadığım – bir servetin başında buldum. Bununla birlikte, çalkantı ve endişe içindeki sayısız tanıdığımın daha fazlasına erişmek için bir tramplen gibi görebilecekleri bir durumdu bu. Bana gelince hiçbir şey araştırmadım ve daha fazlasını edinmedim.

“Kuzeyin elverişli rüzgârı (poyraz) yelkenlerimi doldurmuyor, ama güneyin ters rüzgârı (lodos) da yolumu kesmiyor.
Güçte, yetenekte, erdemde, doğuşta, mal mülkte birinci sınıfın sonlarındanım; ama sonuncuların birincisi.” (Horatius, Ep., II, II, 201)

Benim sahip olduğum yetenekle yetinmekten daha fazlasına gereksinimim olmadı; bu yine de, iyi bakılırsa her durumda izlenmesi güç bir yaşam kuralı olup, daha sıkça bolluktan ziyade yoksullukta uygulandığını görürüz. Belki bir o kadar da, diğer başka tutkular için olduğu gibi, zenginlik açlığı bunların yokluğundansa kullanımından daha fazla bilenir ve ılımlılık erdemi, sabır eyleminden daha nadirdir. Dolayısıyla, ben sadece Tanrı’nın cömertlikle ellerimin arasına koymuş olduğu mülklerin sevincini dingince yaşamaya gereksindim. Hiçbir can sıkıcı uğraşı denemedim; ancak kendi işlerimle ya da bana güvenen ve beni tanıyıp aceleye getirmeyen kişilerin ricalarıyla kendi tarzımca ve kendi ayarımı dikkate alarak ilgilendim. Zira kurnaz kişiler dik başlı ve tıknefes atlardan hâlâ hizmet almayı bilir!

Çocukluğum sıkı itaatin dışında, yumuşak ve özgür bir biçimde yönetildi. Tüm bunlar bana fazlaca bir şeyler beklemeyen kırılgan bir mizaç verdi; şimdi o derecede ki, kayıplarımın ve beni etkileyen düzensizliklerin benden gizlenmesinden hoşlanıyorum. Harcamalarım bölümünde sürdürdüğüm müsrifliklerin ve evimin gıda masraflarını hesaplıyorum;

“İşte hocanın gözünden kaçan ve hırsızların işine gelen şu gereğinden çokluk.”
(Horatius, Ep., I, VI, 45)

Yitirdiklerimi daha hafif duyumsamak için, sahip olduğumun hesabını bilmekten hoşlanmam. Benimle birlikte yaşayan kişilerden, bağlılıkları ve buna eşlik etmesi zorunluluğunu duydukları iyi hizmetleri gerekli olmadığı zaman beni aldatmalarını ve bana iyi görünümler sunmalarını rica ederim. Hepimizin maruz kaldığımız nahoş olayların sakıncalarına dayanabilmek konusunda yeterince sağlam olmadığımızdan, özel işlerimi düzene koyup, yönetmeye hazır durmak elden gelmediğinden, tüm olguları en kötü tarafından almaya dayanan bu bakış, bu en kötüyü uysal bir boyun eğiş ve sabırlı katlanışla çözümleme biçimiyle kendimi tamamen kaderin rastlantılarına terk ederek bunları yapabildiğimce içimde beslerim. Uğraştığım tek iş, tüm düşüncelerimle kafamı yorarak yol aldığım amaç budur.

Bir tehlike var olduğunda, ondan kurtuluşumun ne kadar önemsiz olduğunu düşünürüm, kurtulma çaresini değil. Tehlikede kalacak olsam ne önem taşır? Olayları düzene koyamadığımdan, kendi kendimi düzenleyip, bana uymuyorlarsa ben onlara uyarım. Kaderin darbelerini savuşturmaya ve ondan kaçıp kurtulmaya ya da ona egemen olmaya yetenekli değilim, ne de olguları çıkarım için ustaca ayarlayıp yönetmeye. Buna harcanması gereken güç ve zahmetli özeni daha da az yüklenirim. Ve benim için en sıkıntılı durum, yani ivedi işlerin ortasında askıda bırakan, korkuyla umut arasında bir o yana bir bu yana çekiştirilmektir. En anlamsız şeylerde bile karar vermek zorunda kalmak beni rahatsız eder. Aklım, kaderin içine attığı kaygı ve soruların yol açtığı hareket ve sarsıntıları, herhangi bir yerine sıralamak ve orada tutmaktan ziyade bunlara dayanmakta zorluk çeker. Pek az takıntı uykumu bozar; ama alınacak en önemsiz kararlar bunu yapar. Yollarda kendimi en çamurlu ve en çok saplanılan derinliğe atmak için sivri ve kaygan kenarlardan kaçınırım; çünkü orada daha aşağı gitme tehlikesine uğramayıp, güvenliği ararım. Bana tereddüt etme izni vermeyen ve beni artık kaygılandırmayan, kesinkes yeğlediğim talihsizliklerde de durum bunun aynısıdır; çünkü onlara belkisiz bir çözüm bulmak için fazla geçtir ve beni doğrudan acının içine atarlar,

“Belirsiz kötülükler bizi en fazla rahatsız edenlerderdir.”
(Seneca, Agamemnon, III, I, 29)

Olaylar karşısında bir erkek gibi davranıyorum, ama sıra yönlendirmeye gelince çocuk gibiyim. Düşme korkusu, beni düşmenin kendisinden fazla rahatsız eder. Çekilen zahmete değmez. Cimri kişi, takıntısından dolayı yoksulun durumundan fazla acı çeker; kıskanç koca ise aldatılan kocadan. Bağını yitirmek, onu korumak için yalvarmaktan daha az acı verir. En alt basamak, en sağlamıdır. Sağlamlığın temeli budur; ona kendinizde gereksinirsiniz, orada dayanağınızı bulur ve tamamıyla kendi kendinize dayanırsınız. Bir alay insanın tanıdığı bir soylu kişiyi örnek alalım; onun belirli bir felsefi değeri yok mu? O, gençliğini meclis adamı, büyük öykü anlatıcısı, büyük eğlendirici olarak geçirmiş, ilerleyen yaşlarında ise evlendi. Koca aldatmanın ona ne kadar anlatacak konu ve başkalarıyla alay etme imkânı sağlamış olduğunu hatırından çıkarmadan, herkesin parası için olduğunu düşündüğü bir kadınla evlenerek kendini sağlama aldığını düşündü ve onunla şu düzeni tesis etti: “Günaydın fahişe – Günaydın boynuzlu.” Ve kendisini ziyarete gelen kişilerle, alaycıların gizli fısıldaşmalarını engelleyen ve maruz kalabileceği iğnelemeleri hafifleten bu yargılar dışında genelde hiçbir şeyi yoktu.

Kendini beğenmeye yakın komşu ya da daha çok çocuğu olan tutkuya gelince, beni onurlara doğru itmesi için rastlantının elimden tutmuş olması gerekirdi. Çünkü, kendimi belirsiz bir umuda bağlamaya yada ilerlemenin daha başlarında itibar kazanmaya çalışanların katlandıkları güçlüklere katlanmaya gelince ben bunu başaramazdım;

“Umudu peşin parayla satın almam.” (Ter., Adelphes, II, III, 11)

Gördüğüm ve yönettiğim şeye bağlanırım ve hemen hemen hiç limandan ayrılmam; “Küreklerinden biri dalgaları sıyırırken, ötekisi kıyının kumuyla sürtüşür.” (Propertius, III, 23)

Dahası, eğer özgün varlıklarını peşinen oyuna koyma yoluyla değilse, bu özendirmelerden büyük bir şey elde edilmez. Doğuştan bizim olan koşulun içinde tutunmakla yetinmek makuldur, onu daha iyiye götürmek gibi belirsiz bir umut için elden kaçırmanın ise çılgınlık olduğu düşüncesindeyim. Kaderin bir yere temelli yerleşmesini, kendine huzurlu ve sakin bir yaşam kurmasını reddettiği kişi, her durumda zaruret onu yaşamda zorlayacağına göre, elinde bulunanlarla maceraya atılırsa hoş görülebilir.

“Mutsuzluk içinde tehlikeli yolları tutmak gerekir.” (Seneca, Agamemnon, II, I, 47)

Daha doğrusu, ailesinin onurunu korumakla yükümlü ve kendi hatasından dolayı zaruret içindeki bir küçük oğlun mirastaki payını tehlikeye atmasını hoş görürüm.

Geçmişte iyi dostlarımın yardımıyla kendimi bu arzudan kurtarmak ve dingin tutmak için en kısa ve en rahat yolu buldum;

“Zaferin tozuyla yüz yüze gelmeden tatlı bir koşulla sevinerek.” (Horatius, Ep., I, I, 51)

Zira gücümün büyük şeylere yeterli olmadığını sağlıklı bir biçimde düşünüyorum ve Adalet Bakanı Olivier’nin şu ateşli sözünü hatırlıyorum: “Fransızlar, en tepeye çıkıncaya kadar ağaçlara tırmanan, daldan dala atlayan ve oraya varınca da kıçlarını gösteren maymunlara benzer”;

“İnsanın omuzlarına sonradan dizlerini bükecek ve pes ettirecek bir ağırlık yüklemek utanç vericidir.” (Propertius, III, IX, 5)

Sahibi olduğum ve kınamalara maruz kalmayan niteliklerimi bile zamanımızda yararsız buluyordum. Doğamın sadeliği miskinliğe ve güçsüzlüğe bağlanacaktı; dürüstlüğüm ve vicdanım ince eleyip sık dokuma ve batıl inançlılık, açık sözlülüğüm ve özgürlüğüm yersiz, düşüncesiz ve cüretkâr bulunacaktı. Her kötülüğün bir iyi yanı var! Düzeni çok bozulmuş bir çağda doğmak iyidir; zira başkalarına kıyasla pek ucuza bilge sayılırsınız. Günümüzde ancak ana baba katili ve kutsal şeylere saygısız olan, iyiliksever ve onurlu bir adamdır:

“Şimdilerde eğer dostun kendisine emanet ettiğin birikimlerini inkâr etmiyorsa, eski kasanı tüm pas tutmuş paralarıyla birlikte iade ediyorsa, Etrüsk kitaplarına kaydedilmeyi hak eden iyi niyetli bir harikadır; bunu genç bir koyun kurban ederek ödüllendirmek gerekir.” (Juvenal, XIII, 60)

Hükümdarların iyilikten ve adaletten daha kesin ve daha büyük kazanç çıkarabildikleri çağ ve de yer hiçbir zaman olmadı. Bu yolla saygınlığını ve ününü artırmayı aklına getirecek ilk kişinin mevkidaşlarını kolayca geride bırakmamasına çok hayret ederdim. Kaba kuvvet ve şiddet kesinlikle bir etki yapabilir; ama her zaman her şey üzerinde değil.

Tacirler, kasaba yargıçları, zanaatkarlar cesaret ve askerlik biliminde soylularla yarışır. Özel yaşamda (düellolarda) olduğu kadar herkesin huzurunda da onlar onurlu savaş verip, gerçek savaşlar içinde mücadele eder ve kentlerini savunur. Ünlü bir hükümdar, bu kalabalığın içinde kendini silinip kalmış gibi bulur. O, insanlığıyla, namusluluğuyla, dürüstlüğüyle, ılımlılığıyla, özellikle de adilliğiyle ışıldamalı; bunlar nadir bulunan, bilinmeyen ve kenara atılmış özelliklerdir. Görevlerini ancak halkın onamasıyla yönetebilir ve halkın kalbini fethedebilmek için bunlardan daha iyi nitelik yoktur; kendisine en yararlı olan bunlardır.

“İyilik kadar pek sevilgen hiçbir şey yoktur.” (Cicero, Pro Ligario, X)

Çağımızın koşullarında, o halde, geçmiş yüzyıllara oranla tamamen bir pigme ve sıradan adam gibi hissetsem de kendime büyük ve olağanüstü diye değer verebilecektim; o yüzyıllarda, başka daha önemli nitelikler eklenmese de, öç almalarında ılımlı, saldırılara az duyarlı, verilen sözü tutmakta titiz, ne iki yüzlü, ne de kaypak olan, düşündüğünü başkalarının iradesine ve koşullara göre ayarlamayan bir kişi görmeye alışılmıştı. Ticaretin çıkarları için boynumu eğmektense, koparılmaya bırakırım daha iyi. Zira bugünün pek güçlü modası, taklit etmek ve gizlenmeye dayanan bu yeni “erdem” söz konusu olduğunda, ona karşı en büyük kini duyuyorum; tüm kusurların arasında hiçbirini bunun kadar ödlekçe ve alçakça bulmuyorum. Gizlenmeye, bir maske altına saklanmaya ve olduğu gibi görünmeye cesaret edememek tabansızca ve kölece bir davranıştır. Çağdaşlarımız buradan hayırsızlığa sürükleniyor. Sahte konuşmaya alışmış olarak, gerçekten yoksun olduklarının bilincine sahip değiller Soylu bir kalp, düşündüğünü gizlememeli. O, kendini derinliğine varıncaya dek göstermeyi ister; ya oradaki her iyiyi, her az olanı ya da tüm insanca olanı.

Aristoteles, yüce bir ruhun işlevinin açıkça nefret etmek ve sevmek, tüm içtenliğiyle yargılamak ve konuşmak, gerçeğin değerlendirilmesinde başkalarının onaylamasını ya da onaylamamasını fazla sorun yapmamak olduğu düşüncesindedir.

Apollonius, yalan söylemenin kölelere, doğruyu söylemenin özgür insanlara ait olduğunu söylerdi.

Erdemin ilk ve temel bölümü budur. Onu kendiliğinden sevmek gerekir. Doğruyu söyleyen kişi, çünkü buna bir biçimde mecburdur, çünkü bu ona yararlıdır; bunun önemi olmadığı zaman, bu kişi yalan söylemekten korkmaz ve gerçekte dürüst değildir. Ruhum, yapısı itibariyle bunu reddedip, bunun düşüncesinden bile tiksinir. Koşullar kafamı karıştırıp hazırlıksız yakalandığımda, arada bir başıma geldiği gibi ağzımdan bir yalan kaçarsa içsel bir utanç ve kavurucu bir pişmanlık duyumsarım. Her şeyi her zaman söylemek gerekmez; bir aptallık olurdu bu. Ama söylenenin, akıldan geçen olması gerekir; aksi takdirde, ahlâk bozukluğudur bu. Eğer sonunda doğru söylense bile inanılmazsa, hiç durmadan sahte davranmaktan ve kılık değiştirmekten hangi üstünlük beklenir bilmem. İnsanlar bu şekilde bir ya da iki kez aldatılabilir. Ama gizliliği meslek haline getirmek ve bunu bazı hükümdarlarımızın yaptıkları gibi öne sürmek, eğer gerçek eğilimlerinin içindeyse onlara ve sahte davranmayı bilmeden krallık etmeyi bilmeyene ateşten gömlek giydirebilir (eski çağda Metellus Macedonicus’a atfedilen formül); müzakereye girilecek kişileri sadece yalan ve dolan söyleneceği konusunda uyarmaktır bu! “Quo quis versitior et callidior est, hoc invisor et suspectior, detracta opinione probitatis.” [“Namusluluk şöhretini kybedince bir insan, ne kadar kurnaz ve becerekli olursa olsun, o kadar iğrenç ve şüpheli olur.” (Cicero, De oficiis, II, IX)]. Tibere’in de yaptığı gibi, dışındakini içindekinden her zaman farklı göstermeyi ilke edinen bir kişinin yüzünden ve sözlerinden etkilenmeye kendini bırakmak büyük bir saflık olurdu. Böyle kişiler geçer akça yerine konabilen hiçbir şey söylemediklerine göre, başka insanlarla ilişkilerinde ne çıkar elde edebildiklerini kendi kendime sorarım. Doğruya karşı dürüst olmayan kişi, yalana karşı dahi dürüst değildir. Çağımızda bir hükümdarın görevini ele alıp yazan kişiler, hükümdarın sadece devletin çıkarlarının kaygısını güttüğü düşüncesinde olup, onun meşruluğunu ve vicdanını yeğlediler, söz konusu hükümdarın bir tek hatasını, sözünü bir kere tutmamasını talihin yoluna koyacağına inandılar. Ama hiç de bu değildir; benzer alışverişlere sıkça tekrar düşülüp, yaşamda bir uzlaşmadan ve bir sözleşmeden fazlası yapılır. Üstünlük onları ilk gayrı meşruluğu işlemeye kışkırtır; tüm kötü eylemler gibi, aşağı yukarı her zaman ortaya çıkar bu; din istismarları, suikastlar, başkaldırılar, ihanetler… Tüm bunlara belirli kazanç umuduyla girişilir. Oysa, bu ilk kazanç beraberinde sayısız zarar getirir; bu sözünde durmama örneği sonrasında hükümdarı tüm ilişkilerden ve tüm pazarlık yollarından yoksun kılar. Çocukluğumda, sözlerine ve antlaşmalarına uymakta pek az titiz Osmanlı soyundan gelen Süleyman (Kanuni), Mercurin de Gratinare ile Castro sakinlerinin, kenti teslim ettiklerinde, aralarındaki anlaşmanın aksine, tutsak alındıklarını öğrenmiş olduğu içindir ki ordusunu Otranto kıyısına çıkardı ve onların salıverilmelerini buyurdu. Bu bölgedeki öteki büyük girişimler göze alındığında, bu yasa dışı eylemin o anda belirgin yararına rağmen, kendisi hakkında çok büyük bir önyargıya neden olarak gelecekte kötü bir ün ve güvensizlik getireceğini öne sürdü.

Bana gelince, yaltakçı ve sinsi olmaktansa, bıktırıcı ve nezaketsiz olmayı çok daha severim.

Benim yaptığım gibi kim olduklarına bakmaksızın bu şekilde tamamıyla açık davranma olgusuna bir noktada gururun ve kafa tutuşun karıştığını kabul ediyorum. Daha azı olması gerekirken, burada biraz fazla özgür olma eğilimindeymişim gibi geliyor bana. Bu, aynı zamanda beceri yoksunluğundan ya da kendimi doğama uymaya bırakışım da olabilir. Dilde ve kendimde sahip bulunduğum davranışta bu kapıp koyuverme alametini yüceltmeyle arz ederek, bunu aşırılığa ve kabalığa ne kadar götürebildiğimi hissediyorum. Bu şekilde yaratılmamın dışında, gerçeği gizlemek üzere değil beklenmeyen bir sorundan kaçınmak ve de bundan bir sapışla kurtulmak için yeterli derecede işlek bir akla sahip değilim; zaten ne böyle bir gizlenmişliği hatırlamak için yeterli belleğim, ne de bunu destekleme sebatım var. Şu halde, zayıflıkla yiğitlik taslıyorum. Bu nedenledir ki, yapım ve istencim itibariyle sonuçları rastlantıya yüklenmeye bırakarak kendimi her zaman düşündüğümü söyleme saflığına bırakıyorum.

Aristippus, felsefeden elde ettiği başlıca meyvenin herkesle özgürce ve açıkça konuşmak olduğunu söylerdi.

Bellek son derece yararlı bir araçtır; yargılama yetisi, onsuz görevini yerine getirmekte bir hayli güçlük çeker. Ben bellekten tamamen yoksunum. Eğer bana bir şey açıklamak istenirse, bu küçük parçalar halinde olmalı; çünkü birçok önemli noktayı içeren bir sunuma yanıt verme yeteneğinde değilim. Küçük kâğıt parçalarıma not etmeksizin yerine getirilmesi gerekli görev kabul etmem; verilecek önemli bir söylevim olduğu zaman, eğer bu uzun soluklu olmak zorundaysa, belleğimin bana kötü bir oyun oynaması korkusu içinde, rahatlık ve güven yoksunluğundan dolayı söylemem gerekeni kelimesi kelimesine ezberlemenin bu aşağılık ve yoksulca gereksinimine katlanırım. Ama bu şekilde iş görmek de benim için daha az güç değildir; üç dize öğrenmem için bana üç saat gerekir. Yazarı olduğum bir metinde, durmadan konuyu çeşitlendirirken bundaki düzenlemeyi değiştirme özgürlüğü ve olanağı, bir sözcük değiştirip onu belleğe yerleştirmeyi daha güç hale sokar. Oysa, kendime güvendiğim oranda belleğim bulanır; hazırlıksız konuşmada bana daha iyi hizmet eder. Onu belli etmeksizin uyandırmam gerekir; çünkü sarsarsam karışır ve bir kez sallanmaya başladı mı, daha fazla kurcalayıp araştırdıkça daha çok kösteklenip sıkıntıya düşer. Benimkine göre değil, kendi vaktince bana hizmet eder. Bellekle hissettiğim şeyi, birçok başka alanda da hissederim. Makama, yükümlülüğe ve zorunluluğa sıvışırım. Kesin ve öngörülmüş bir kararla kolay ve doğal biçimde yaptığımı, zorlandığım takdirde yapmayı başaramam artık. Bizzat bedenim söz konusu olduğunda, kendiliklerinden biraz özgürlüğe ve özel bir yetkeye sahip olan uzuvlarım, onlara bir yer ve kesin bir an belirlediğim zaman bazen bana boyun eğmeyi reddeder. Peşinen verilmiş bu kesin ve zorbaca buyruk onları sıkar; korku veya öfkeyle kasılıp, bunlardan donmuş gibi olurlar. Bir zamanlar, kendileriyle birlikte içmenizin uygun düştüğü kişileri geri çevirmenin nezaketsizlik ve yabanilik sayılacağı bir yerde otururken, ülkenin adetlerine göre topluluğa katılan hanımların önünde kendimi iyi bir eşlikçi olmaya zorladım. Ama vay! Ne zevk! Alışkanlıklarımın ve doğal mizacımın ötesinde gelişen bir şeye hazırlandığım düşüncesi öylesine boğazımı tıkadı ki bir tek damla yutamadım, yemek sırasında dahi tek damla içemedim. Susamıştım ve hayalimde önceden içmişçesine sarhoş gibi olmuştum. Bu etki, hayal gücü daha canlı ve daha güçlü olanlarda gözlemlenir; ama yine de doğaldır bu ve kimse onu biraz olsun hissetmez. İdam hükmü giymiş kusursuz bir okçuya yaşamını kurtarması için becerisinden dikkate değer bir örnek verme fırsatı bağışlanmıştır; o ise iradesindeki aşırı gerilimin yaşamını kurtarmak yerine elini saptırmasından, dahası ona yay çekmedeki ününü kaybettirmesinden korkarak bunu reddetti. Kafasında başka bir düşünce bulunan bir adam gezintide dolaştığı yerde aynı mesafede hemen bir santim hassasiyetle aynı sayıda adım atır; ama eğer, adımlarını ölçmek ve saymak gibi bir niyeti varsa, doğal olarak ve rastlantısal attığı adımlarla isteği dahilinde attıklarının pek de uyarlı olmadıklarını saptayacaktır.

Kasabada bulunanların en güzellerinden biri olan kitaplığım evimin bir köşesinde yer almaktadır. Aklıma araştırmak ya da yazmak istediğim bir şey geldiği zaman, bu düşüncemin avluyu geçerken kafamdan uçup gitmesi korkusuyla bunu bir başkasına bildirmem gerekir. Konuşurken düşüncemin akışını pek az bile saptırmaya cesaret edersem, onu yitirmekten asla kurtulamam. Bu yüzden sözlerimde kısa ve öz olmaya çalışırım. Hizmetimde olan kişileri görevlerinin ya da ülkelerinin adıyla çağırmam gerekir; zira, adlarını aklımda tutmakta büyük güçlük çekerim. Oysa, eğer tınısı sert olsa ve filan ya da falan harfle başlasa ya da bitse üç heceli bir adı söyleyebilecektim! Eğer çok uzun zaman yaşamak zorunda olsaydım, eminim ki kendi adımı da ötekilerin başına geldiği gibi unutacaktım. Messala Corvinus, belleğinden en ufak bir iz olmadan iki yıl yaşadı; George Trapezonce (Trabzonlu) için de aynısı söylenir. Bu bakımdan, onların olması gereken yaşamı sıkça derin derin düşünürüm, eğer böyle bir yeteneğim olmasa geri kalan ömrümde kimliğimi daha iyi korurdum. Buna daha yakından bakaıldığında, korkarım ki bu mevcut olmayış tamsa ancak aklın tüm işlevlerinin kaybına yol açar: “Memoria certe non modo philosophiam, sed omnis vitæ usum omnesque artes una maxime continet.” [“Belleğin sadece felsefenin değil, ama dahası tüm yaşamın uygulamasıyla ilgili olan şeylerin ve tüm sanatların tek çiçekliği olduğu kuşkusuzdur.” (Cicero, Akademililer, II VII)].

“Her yanım delik deşik; her yanımdan sızdırıyorum.” (Terence, Hadım, I, II, 25)

Üç saat önce vermiş ya da almış olduğum bir parolayı unutmak ya da para kesemi saklamış olduğum yeri unutmak birkaç kez başıma geldi – Cicero’un bu konuda dediği gibi; en özenle sıraladığım şeyleri çok daha kolayca kaybederim. Bellek, bilginin toplanma yeri ve kılıfıdır. Benimki oldukça güçsüz olduğuna göre, eğer fazla bir şey bilmiyorsam şikâyet etmeme hiç gerek yok. Derslerin genelde adlarını ve ne işlediklerini bilirim; ama daha ötesine gitmem. Kitapların sayfalarını çevirir, onları öğrenmem; onlardan bana kalan sanki bir başkasından biliyorumuşum gibidir artık; kafamın bundan sağladığı yarar, özümsediği uslamlamalar ve düşüncelerdir sadece. Yazarı, yeri, sözcükleri ve öteki ayrıntıları hemen unuturum.

Yazılarımda, bizzat çalışmalarımda unutkanlıkta eşsizim; geri kalan her şey kadar onları da unuturum. Karşımda her zaman, ben farkına varmaksızın “Denemeler” dile getirilir. Burada istiflediğim dizelerin ve örneklerin nereden olduğunu kim öğrenmeyi isteyecek olsa, bunu söylemekte büyük zahmet çekerdim; bununla birlikte, bunları aynı zamanda değerli ve usta ellerden doğmamışçasına süslü yapanla yetinmeksizin ancak tanınmış ve ün kazanmış kapılardan dilendim: Orada yetke akılla rekabet eder. Şu halde, kitabım eğer başkalarıyla aynı kaderi paylaşıyorsa ve belleğim yazdığımı okuduğum gibi yitip gitmeye bırakıyorsa, aldığım gibi veriyorsam pek hayret verici değildir bu.

Belleğimin mustarip olduklarının ötesinde, çokça bilgisizliğe bağlanan başka kusurlarım da var: Kafam ağır ve battal çalışır, en ufak bir tehlike belirtisi onu yolda durdurur; şöyle ki, örneğin, açıklamayı başarmış olduğu bir bilmeceyi pek kolay olsa bile ona hiçbir zaman ben önermedim. Beni sıkıntıya sokmayan küçücük ince bir ayrıntı dahi yoktur. Aklın payının olduğu, satranç, iskambil, dama ve daha başka benzeri oyunlarda ancak en temel kuralları anlarım. Anlayışım yavaş ve karmaşıktır; ama bir şeyi bir kez kavradı mı iyi kavrar ve onu muhafaza ettiği uzun süre boyunca tümden, sıkıca ve derinliğine tutar. Gözlerim sağlıklı ve iyi durumda olup, uzağı bile görüşüm iyidir; ama çalışırken çabuk yorulup, bulanırlar. Bundan dolayıdır ki bir başkasından yardım almaksızın kitaplardan uzun süreli yararlanamam. Genç Pline’in bu konuda söyledikleri, bu eksikliği kendilerinde duyumsamayanların, onun okumaya adanmış kişiler için ne kadar önemli olduğunu anlatacaktır.

Pek güçsüz ve kaba olsa da, içinde belirli bir özel nitelik görülmeyen akıl yoktur. Bu nitelik, onda bir kenarından uç vermez derecede saklı değildir. Her şey için görmez ve uyuşuk olan bir aklın nasıl oluyor da özel bir eylem için canlı, saydam olarak ortaya çıktığını ve eşsiz olduğunu öğrenmeye gelince bunu ustalara sormak gerek. Ama evrensel, her şeye hazır ve açık iyi akıllar, eğitilmiş değillerse de, en azından öyle olmaya yatkındırlar. Bunu, kendi aklımı gerek zayıflığından, gerek gevşekliğinden ötürü ayıplamak için söylüyorum; o, birçok gündelik şey içinde, ancak utançsız yadsınabilen şeyler için bunca beceriksiz, bunca bilgisiz değildir (ve bununla birlikte, gevşeklikle önümüzde olanı, varoluşumuzun cereyan edişini doğrudan ilgilendiren, ellerimizde tuttuğumuz şeyi bir yana bırakmak, benim görüşlerimden oldukça uzak bir davranıştır). Burada bundan birkaç örnek vermem gerekiyor.

Kırsal bölgede, tarım yapılan tarlaların ortasında doğdum ve yetiştim. Mülklerin benden önceki sahiplerinin bana yerlerini terk etmesinin tadına vardığımdan beri işlerimin ve evimin yükümlüğünü taşıyorum. Oysa, ne fişlerle, ne de kalemimle hesap yapmayı bilirim, paralarımın çoğundan haberdar değilim; bir tahıl tanesinin bir diğerinden farkını, eğer bu fark pek büyük değilse ne tohum ambarında, ne de tarlada anlayabilirim, bahçemdeki lahanalarla, marulların arasındaki farkı zorlukla tanırım. Hatta ev aletlerinin adlarının ne anlama geldiğini bile bilmeyip, çocukların dahi bildiği en başlıca tarım kurallarından anlamam. El yapımı faaliyetleri, ticareti, malları, meyve türlerini, şarapları ve besinleri; söz konusu olduğunda kuş yetiştirmeyi, at veya köpek bakmayı çok daha az bilirim. Her şeyi itiraf etmem gerekirse, bir aydan az bir zaman öncesine kadar mayanın ekmek yapmaya, şarabı dinlendirmeye yaradığını bilmediğimin farkına vardılar. Bir zamanlar Atina’da bir öbek çalı çırpıyı ustaca demet haline getirdiği görülen kişilerin matematiğe yatkın olduğu varsayılırdı. Benden gerçekten de bunun tersi bir sonuç elde edilecektir; mutfakta ne gerekliyse bana verilsin, işte açlıktan öldüm gitti.

Bu ayrıntılar sayesinde benim hesabıma bunlardan başkaları da hayal edilebilir. Ama kendimi nasıl gösterdiğimin önemi yok, yeter ki olduğum gibi göstereyim; yapmak istediğim budur. Şu halde, bunlar kadar sıradan ve havai konuyu yazıyla ortaya koymayı göze aldığımdan kendimi mazur göstermek zorunda değilim; sırf bu konunun bayalığı bile beni sıkar. Tasarımım istenirse ayıplansın, ama konum değil. Konu ne olursa olsun, bana kimse söylemeden onun değerini ve tasarımımın çılgınlığını kesin görürüm. Burada “Denemeler”in kaynağı olan yargım bocalamasın yeter.

“Sıradan bir buruna sahipsiniz, tıpkı Atlas’ın taşımaya hiç razı olmayacağı gibi bir burun; Latinus’u bizzat şakalarınızla utandırabilir miydiniz acaba; benim kendi kendime söylediğim saçmalıkların beterini söylemeyi başaramayacaksınız.
Neden boşa geveleyip durmalı? Karın doyurmak için et gerek. Boşuna emek harcamayın, zehirinizi size hayran olanlara saklamak gerek; ben tüm bunların hiç olduğunu biliyorum.”(Martialis, Yergiler, XIII, II, 1)

Aptalca şeyler söylememeye mecbur değilim; yeter ki kendimi yanıltmayayım ve onları bu şekilde kabul etmeyeyim. Bile isteye yanılmama alışıldık şey, ama başka türlü hemen hiç yanıltmadığımdan bu asla kazara olmaz. Aptalca eylemlerimi doğamın uçarılığına yüklemem pek mühim değil, genelde kusurlarımı bu yanıma veriyorum.

Günün birinde Bar-le-duc’de, Kral 2. François’ya, Sicilya Kralı Rene’nin hatırasını onurlandırmak üzere kendi elinden çıkma bir portresinin hediye edildiğini gördüm. Onun resim kalemiyle yaptığı gibi, neden herkesin yazı kalemiyle kendini tasvir etmesine izin verilmesindi ki? O halde, yine de herkesin içinde gösterilmesi uygun olmasa da, bu ahlaksal yara izini bir yana bırakmayı istemiyorum; dünya işlerinin yönetiminde kararsızlık çok rahatsızlık veren bir kusurdur. Çıkışı kuşkulu olan işlerde karar vermeyi bilmiyorum;

“Kalbim bana tamamen ne evet, ne de hayır diyor.” (Petrarca, Soneler, CXXXV)

Bir kanıyı desteklemek konusunda yetenekliyim; ama seçmekte değil.

İnsanla ilgili şeylerde, meylediilen bir yanda bizi rahatlatan görüntülerin bulunması önemli değil, zaten pek çok şey gelip seçimimizi onaylar. Filosoz Chrysippus da, hocaları Zenon ve Cleanthez’den sadece temel gerçekleri öğrenmeyi istediğini, ıspatları ve kanıtları kendi başına bunlarda yeterince bulacağını söylüyordu. Döndüğüm herhangi bir tarafta, tutunmam için her zaman yeterince neden ve doğru olasılık bulurum; demek ki koşullar beni zorlayıncıya kadar kendimde kuşku ve seçme özgürlüğünü koruyorum. O zaman da doğruyu söylemek için, “çala kalem” denildiği gibi atılıp sıkça kendimi kaderin keyfine terk ederim; pek hafif bir eğilim ve önemsiz bir koşul beni sürüklemeye yeter;

“Akıl kuşku içindeyse, en ufak ağırlık onun bir yandan diğer yana eğilmesine sebep olur.” (Terence, Andrienne, I, VI, 32)

Yargılama yetim kararsız kalınca öyledir ki, bunun üstesinden ancak ya kura çekerek ya da zar atarak kurtulurum. İnsanca güçsüzlüğümüzü incelerken, kutsal tarihin bize kesin olmayan şeylerde tutulması gereken tarafı rastlantıya ve talihe bırakmaya dayanan şu uygulamadan örnekler bıraktığı dikkatimi çekti: “sors cecidit super Mathiam.” [“Kur’a Mathias’a düştü.” (Havariler’in eylemleri, I, 26)]. İnsan aklı iki yüzü keskin tehlikeli bir kılıçtır. Onun en içten ve en yakın dostu Sokrates’in ellerinin arasında bile, hangi ucundan tutulması gerektiği bilinmeyen bir değnektir bu. O halde ben başkalarını izlemekte iyiyim ancak; topluluk tarafından çekilip çevrilmeye kendimi gönüllü bırakırım. Komuta etmekte ya da yol göstermekte tehlikeyi göze almam için gücüme yeterince güvenim yok. Başkalarının adımlarının bıraktığı izleri takip etmek bana çok rahat geliyor. Kuşkulu bir seçim yapma tehlikesine atılmam gerekirse, bunun kanılarına daha çok güvenen filan ya da falanca kişinin sorumluluğunda olmasını, temeli ve dayanağını pek güvenli bulmadığım kendi kanılarımdansa başkalarınınkine tutunmayı yeğlerim. Bununla birlikte, aksi kanıda aynı güçsüzülüğü gördüğüm denli de kolay fikir değiştirmem. “Ipsa consuetudo assentiendi periculosa esse videtur et lubruca.” [“Rızasını bildirme alışkanlığı bile tehlikeli ve kaygan gibi görünüyor.” (Cicero, Akademililer, II, XXI)] Özellikle kamu işlerinde tereddütlere ve anlaşmazlığa açık güzel bir alan var:

“Bu şekilde kefeleri eşit ağırlıklarla yüklenirse terazi hiçbir yana ne iner, ne yükselir.” (Tibulle, IV, I, 40)

Machiavelli’nin uslamlamaları, örnek olarak, konu bakımından oldukça sağlamdı; her ne kadar onlarla mücadele etmek rahat olmuş olsa da; ama bunlara karşı çıkanlar kendilerinkilerde karşı çıkılacak pek nokta bırakmadı. Şu konu üzerinde yanıtlar, kopyalamalar, hazırcevaplıklar, üçe dörde katlamalar ve bu sonsuz tartışmalı kafa ütüleyişi, davaların lehine olduğu sürece yargılama usulü uzadığı kadar bulunabilecektir;

“Düşman bize vuruyor ve biz de ona her vuruşu aynen iade ediyoruz.” (Horatius, Ep., II, II, 97)

Burada ileri sürülen nedenlerin deneyimden başka hiçbir temeli yoktur; insanla ilgili olayların çeşitliliği bize her biçimden sayısız örnek sunar. Çağdaşlarımızdan pek bilgili olan biri, almanaklarımızda hava sıcak olacak dendiğinde, “soğuk”, kuru yerine “nemli” denebileceğini, ne olacağı konusunda bahse girmek gerekiyorsa, tahmin edilenin aksini tutmanın, Noel’de ve kışın en soğuk Aziz Jean döneminde son derece yüksek sıcaklıklar vaat etmek gibi kuşku götürmeyen konular dışında herhangi bir tehlike taşımayacağını söyler. Aynı şeyi siyasi kanıtlamalar konusunda da düşünüyorum; içine düştüğünüz herhangi bir durumda rakiplerinizle kolayca başa çıkabilirsiniz, yeter ki fazlaca temel ve fazlaca açık ilkelerle faka basmayalım. Bu nedenden dolayı, benim bakış açımdan, ancak değişimden ve karman çormanlıktan daha fazla değer taşıyan, eski ve değişmez olma koşullu eylem biçimi kadar beteri yoktur. Törelerimiz son derece bozulmuş olup, daha da korkunç biçimde kötüleşme eğilimindedir. Yasalarımız ve uygulamalarımız arasında birçoğu barbarca ve canavarcadır. Ama yine de, bu durumu iyileştirme güçlüğü ve bu sarsıntıyla açığa çıkan tehlikeler beni elimden gelse bu tekerleğe bir çomak sokmaya ve onu bu noktada durdurmaya hazırlıyor; bunu seve seve yapardım,

“Öyle utanç verici ve rezil örnekler veriyoruz ki daha beteri olamaz.” (Juvenal, VIII, 183)

Günümüzde en kötü bulduğum şey, istikrarsızlık ve yasalarımızın giysilerimizden daha kesin bir biçim alamayışıdır. Mademki tüm ölümlü şeyler kusurlarla doludur, bir yöntemini kusurlardından dolayı kınamak pek kolaydır. Bir halkta eski geleneklere karşı küçümsemeye neden olmak da pek kolaydır; bu girişiminden illa bir sonuç alınır. Ama yok edilenin yerine en iyi düzeni kurmaya gelince, buna girişmiş olanların çoğu geçmiştekini özlemiştir.

Davranışım için bilgeliğimi hemen hiç göz önüne almam; kendimi gönüllü olarak dünyanın genel düzeni tarafından yönetilmeye bırakırım. Kendini yönettiren kişi mutludur, hem de yönetenlerden daha mutludur; zira nedenlerle kaygılanmak zorunda olmayıp, kendini semavi hareketin içinde sakince ilerlemeye bırakır! Uslamlayan ve tartışan kişide boyun eğiş asla ne saf, ne de dingindir.

Kısacası, bu konuda bana dönersek, bir şey olduğumu sandığım tek nokta, insanın hiçbir zaman kendini güçsüz diye değerlendirmediğidir. Övgüm basit, alışılmış, sıradandır; zira kim hayatında yargılama yetisinden yoksun olduğunu düşünmüştür ki? Kendisiyle çelişen bir önerme olurdu bu; hiçbir zaman gözüktüğü yerde karşılaşılmayan bir marazdır. Dayanıklı ve güçlüdür; yine de hasta daha ilk bakışta onu delip geçer ve güneş ışınının kalın bir sise yaptığı gibi dağıtır. Bu konuda kendini suçlamak bağışlanmak; kendini mahkûm etmek kendini affetmek olurdu. Özgün yönetimi için yeterli akla sahip olmadığını düşünen ne işletme ne de bir falcı kadın olmuştur. Cesaret, fiziksel güç, deneyim, canlılık, güzellik söz konusu olduğunda başkalarının üzerimizdeki üstünlüğünü kolayca kabul eder, ama yargı yetisi konusunda başka kimsenin üstünlüğünü kabul etmeyiz; başkalarında doğal basit sağduyudan ileri gelen kanıtları bulmak için o yöne bakmamız yeterli olacakmış gibi gelir. Başkalarının çalışmalarında gördüğümüz derin bilgi, üslup ve diğer nitelikler bizimkileri geride bırakırsa can ve gönülden kabul ederiz bunu; oysa basit zekâ ürünlerine gelince, herkes bunları aynı biçimde elde etmeye yetkin olduğunu düşünüp, daha uçta ve kıyaslanamaz bir mesafede olmaları dışında bunlardaki ağırlıkla zorluğu pek algılayamaz. Başkasının yargılayışındaki görüşlerin yüksekliğini çok açık bir biçimde görebilecek kişi, kendi yargı yetisini oraya yükseltmeyi başarabilecektir. Şu halde benim giriştiğim şey, bir tür talim, bana az ün getirecek bir tür uğraştır; bundan birazcık salık veriş ve övgü beklemeliyim.

İyi de, kim için yazı yazılır? Kitaplar üzerinde uzmanlaşmış bilgili kişiler, sadece bilgiye değer verip, derin bilgi birikiminden ve sanattan başka düşünme yöntemi kabul etmez. Scipion’un bir yazısını bir başkasının olarak aldıysanız, değer taşıyan daha ne söyleyebilirdiniz? Onlara göre, Aristoteles’ten habersiz kişi, aynı zamanda kendi kendinden de habersizdir. Kaba ve basit zihinlerse incelikli bir düşünceye pek az duyarlıdır. Zira bu iki tür, halkın en önemli kısmını teşkil eder. Sizin öne sürdüğünüz üçüncüsü, yani kendiliğinden düşünen akılların çok nadir duyarlılığı, aramızda ne üne, ne de bilinen bir yere sahiptir; bunu hoşnut etmeyi ve buna emek harcamayı istemek yarı yarıya yitirilmiş zamandır.

Genelde doğanın bahşettikleri arasında bize en adil paylaştırdığı şey sağduyu olup herkes doğanın kendisine verdiğiyle yetinir; akıllıca olan bu değil mi? Daha uzağı görmek isteyecek kişi, görüşünün ulaşamadığı yeri görmeye çalışacaktır. Düşüncelerimin iyi ve sağlıklı olduğunu düşünürüm. Ama kim düşünceleri için aynı şeyi düşünmez ki? Bundan sahip olabildiğim en iyi kanıtlamalardan biri, kendime az güven duymamdır. Zira kanılarım iyiden iyiye sağlam olmağı takdirde, kanıtlamam kendime olan beğenim yüzünden kolaycaq yoldan çıkıp yanılacaktır; mademki bu beğeniyi kendime yöneltiyorum ve daha öteye hemen hiç yaymıyorum. Başkaları bunu çok sayıda dosta ve bildik kişiye, yüceliklerine ve başarılarına dağıtır; bense bunu tamamen zihnimin dinginliğine ve kendime adarım. Benden kaçıp kurtulan gerçekten de gönül hoşluğuyla değildir;

“Yaşamak ve sağlıklı olmak, işte benim bilimim.” (Lucretius, V, 959)

Oysa, yetersizliklerimin kınanması hususundaki kanılarımı son derece cesurca ve değişmez bulurum. Ama bunun aynı zamanda üzerinde bir başkasından daha fazla kafa yorduğum bir konu olduğu doğrudur. Kişiler her zaman önlerine bakarlar; bense bakışımı içeriye doğru çevirip gözlerimi oraya dikerim ve orada iş görürüm. Her biri önünü gözler, bense kendi içimi gözlerim. Sadece kendimle ilgilenir, durmadan kendimi incelerim, kendimi çözümlerim, kendimin tadına bakarım. Başkaları her zaman başka yerlere gider; bunu sadece iyice düşünseler hep öne giderler,

“Kimse kendinin içine inmeyi denemez.” (Perse, IV, 23) bense yerimde yuvarlanırım.

Ne olursa olsun bendeki şu gerçeği ayırt etme yetisini, neden olursa olsun kendimin doğal olarak bağımlı olduğumu sanmadığım bu yaradılış özgürlüğünü özellikle kendime borçuluyumdur. Zira en sağlam ve en genel düşüncelerim, benimle birlikte doğmuş olanlardır denilebilir; bunlar doğamdan ileri gelip, gerçekten de kendimindir. Onları ham ve basit, yüreklice ve güçlü, ama biraz karışık ve eksik ürettim; ama o zamandan beri tesis edip, başkalarının yetkesiyle ve eskilerin sağlıklı örnekleriyle, onların yargısıyla kendiminkini karşılaştırarak güçlendirdim; bu düşünceler, üzerlerinde yoğunlaşmamla desteklenmiş olup, bana keyif ve daha eksiksiz bir aidiyet sağladı.

Herkes canlı ve çabuk bir aklın ününü ararken ben düzenli bir aklın peşine düştüm; göz kamaştırıcı ve dikkat çeken bir eylemden ya da özel bir yetiden bekleneni ben kanılardaki düzenden, ahenkten, ılımlılıktan ve tutumumdan beklerim. “Övülecek bir şey varsa, kesinlikle hiçbir özel eylemde tükenmeyen davranış bunun tek örnekliğidir; eğer başkalarınınki için doğal olan terk edilirse bu tek örnekliği korumak imkânsızdır.” (Cicero, De officiis).

Şu halde, görünüşe dayalı kanı faslında ilk olmayı söylediğim şey konusunda işte kendimi bu denli suçlu hissediyorum. Başkasına güvenmemeye dayanan ikincisi konusunda kendimi temize çıkarıp çıkaramadığımı da kesinlikle bilmiyorum; Çünkü bana neye mal olursa olsun ne olduğunu söylemeye karar verdim.

Belki de eski çağın kavramlarıyla sürekli alışverişim ve geçmiş zamanın şu güzel akılları konusundaki düşüncem beni başkalarından ve kendimden tiksindiriyor. Ya da belki biz ancak son derece yetersiz şeyler üreten bir yüzyılda yaşıyoruz. Burada büyük bir hayranlığa layık hiçbir şey görmüyor muyum? Ama yargılayabilecek denli içli dışlı olduğum çok fazla insan tanımadığım gibi, konumum bana sıklıkla çoğunluğu ruh kültürüne ancak pek az ilgi gösteren, tüm mutluluğu sadece namus ve yiğitlikte gören kişilere rastlattığı da doğrudur. Başkalarında güzel gördüğüm şeyi över ve gönülden değer veririm. Zaten çoğu kez ona düşündüğümden fazla değer verip, hatta kendime bu noktada yalan söylemeye kadar giderim; her parçayı kafadan uydurmak elimden gelmez. Dostlarımda övgüye değer bulduğum şeye sıkça tanıklık edip, seve seve buna fazladan katkıda bulunurum. Ama onlara sahip olmadıkları nitelikleri yüklemeye gelince, bu benim için açıkça sergiledikleri kusurları savunmak kadar imkânsızdır.

Hatta düşmanlarımın bile içtenlikle onurları lehinde konuşurum. Duyguların değişibilir; ama yargım hayır. Ve tartışmama buna taraf olmayan birini karıştırmam. Hangi tutku olursa olsun bunun etkisi altında bile çok düşkün olduğum yargılama özgürlüğümden kesinlikle vazgeçemem. Yalan söylerken, hakkında yalan söylediğim kişiden çok kendime zarar veririm. Persler’in soylu ve övgüye değer töresine dikkat etmek gerekir; onlar gırtlak gırtlağa savaştıkları ölümlü düşmanlarından cesaretlerinin hak ettiğinden çok daha onurlandırıcı ve insaflı söz ederlerdi.

Çok sayıda niteliğe sahip bir hayli insan tanırım; kiminin aklı, kiminin yüreği, kiminin ustalığı, kiminin vicdanı, kiminin güzel konuşması, kiminin bir bilimi, kiminin bir başka bilimi vardır. Ama genelde tüm bu niteliklerin birleşimi ya da bir tekine sahip olup da, ancak geçmiş yüzyıllarda onurlandığımız kişilerdeki böyle bir kusursuzluk derecesinde hayran olduğumuz ya da kıyasladığımız birini hiç görme fırsatım olmadı. Sağlığında tanıdığım, ruhunun doğal nitelikleri ve doğuştan gelen soyluluğuyla en yüce olan kişi, Estienne de la Boitie’ydi; gerçekten güzel bir ruhtu bu ve tüm bakış açılarına güzel bir görüntü veriyordu. Eski biçim bir ruh, kaderi istemiş olsaydı büyük şeyler meydana getirebilirdi; zira öğrenim ve bilgiyle pek zengin doğal yeteneklerine çok daha fazla katkıda bulunmuştu. Ama nasıl olduğunu bilmiyorum (ve yine de oluyor bu), öteki türden herhangi bir kişidense, daha fazla bilim sahibi olmayı meslek edinen ve kitaplara ilişkin edebi uğraşlarla görevler icra eden kişilerde çok daha fazla hiçlik ve zihin güçsüzlüğü bulunuyor. Bu belki de, onlardan başkalarından olduğundan daha fazlası istendiği, diğerlerinden fazlasının beklendiği ve her zamanki hataların onlarda hoşgörülemediği ya da bilgileriyle oluşturdukları düşünce onlara kendilerini göstermekte daha fazla atılganlık verdiği, kendilerini aşırı içli dışlı görmeye bıraktıkları ve buradan kendilerini ele verip kayıplarına neden oldukları içindir. Bir zanaatkarın elindeki değerli bir malzemeyi sanatının kurallarını küçümseyerek akılsızca işlediği durumda az değerli bir malzemeyle çalıştığına kıyasla yetersizliğini daha iyi kanıtlaması ve altın bir heykelde buluna kusurun alçıdan bir heykeldekine nazaran daha rahatsız edeici olması gibi, sözü edilen bu kişiler olguların sunumunu kendiliklerinden ve yerlerinde iyi olacak biçimde yaparlar; zira zekâlârından ziyade belleklerini yüceltip düşüncesizce bunlardan yararlanarak, Cicero, Gallien, Ulpien’in ya da aziz Jerom’un yüzünü ağartaır, kendi kendilerini gülünç duruma düşürürler.

Eğitimimizin aptallığı konusuna gönüllü olarak dönüyorum. Bu tarz eğitim bizi iyi ve bilgili kılmayı değil, bilgin yapmayı hedefliyor; hedefine ulaştı da. Aptalca eğitim bize erdemi ve bilgeliği araştırıp kucaklamayı öğretmedi; ama içimize sözcüklerin kökeninin ve saptırılmalarının tadını kazıdı. Sevmeye gücümüz yetmiyorsa da, “erdem”i berbat etmeyi biliyoruz. Bilgeliğin gerçekte ne olduğunu deneyimle bilmiyorsak da, sözel olarak ezbere biliyoruz. Komşularımızda onların ırkını, hısımlığını, bağlarını tanımakla yetinmeyiz; onlara dost gibi sahip olmayı ve onlarla iyi bir zekâ düzeyinde diyalog kurmayı isteriz. Oysa eğitimimiz erdemle aramızda herhangi bir aşinalık, alışkanlık, mahrem ilişki kurmakla ilgilenmeksizin erdemin çeşitli bölümlerinin tariflerini, bölünmelerini ve kesimlerini bize bir soy ağacının dallarına verilmiş adlar gibi öğretti. Eğitimimiz için en sağlıklı ve en doğru düşüncelere sahip kitapları değil, en iyi Grekçe ve Latince konuşan kitapları seçip, kafalarımıza tüm şu güzel sözcüklerle birlikte eski çağın en boş düşüncelerini damla damla akıttı. İyi bir eğitim, şu Polemon olayında olduğu gibi, yargıyı ve davranışı değiştirmelidir: Sefil bir hayat yaşayan bu genç Grek rastlantıyla Ksenokrates’in bir dersini dinleyince, sadece hocanın büyük bilgisinin etkisinde kalıp, ondan güzel bir konu hakkında bazı bilgileri birlikte götürmedi, ama daha önemli ve daha sürekli bir yarar sağladı; o zamana kadar sürdürdüğü hayatı terk ederek, yaşamını birden değiştirdi. Eğitimimizde böyle bir etkiyi hiç duyumsamış olan var mı?

Faciasne quod olim

“Bir zamanlar Polemon’un yaptığı inanç değişikliğini yapacak mısınız?
Bir hocanın aç karnına azarladığı zaman, içtikten sonra boynundan çiçek çelenklerini gizlice kopardığının anlatıldığı gibi, çılgınlığımızın uşak kılığını, şeritleri, köşe yastıklarını, boyun bağlarını terk edecek misiniz?” (Horatius, Sat., II, III, 253)

En az küçümsenmesi gereken toplumsal koşul bana basitliğiyle son sırayı işgal edeni ve bize insan ilişkilerini daha ahenkli göstereni gibi görünüyor. Köylülerimizin davranışının ve konularının, bizzat filozoflarımızınkine göre felsefeyle daha iyi uyum içinde olduğu kanısındayım. “Plus sapit vulgus, quia tantum quantum opus est, sapit.” [“Basit olan en bilgedir; çünkü o, ancak kendine gerektiği kadar bilgedir.”].

Dış görünümlerine göre yargılayabildiğim kadarıyla (zira benim tarzımda yargılamak için, onları daha yakından tanımak gerekirdi), savaş ve askerlik sanatı alanında en dikkat çekici kişiler, Orleans’da ölen Dük de Guise ile müteveffa Mareşal Strozzi’ydi. Yetenekleri ve pek nadir bulunan değerleri içinse, Fransa Adalet bakanları Olivier ile l’Hospital’di. Bana öyle geliyor ki, şiir çağımızda belirli bir rağbet görüyor; zira bununla uğraşan birçok iyi sanatçımız var: Aurat, Beze, Buchanan, l’Hospital, Mont-Dore, Turnebus. Fransızca yazanlara gelince, onların şiiri hiç olmadığı kadar üst bir düzeye getirdikleri düşünüyorum; Ronsard’ın ve Du Bellay’in kusursuzluğa ulaştıkları ölçüde onları eski çağ olgunluğundan hiç de uzak bulmuyorum. Adrianus Turnebus bunu daha fazla bilip, kendi çağında herhangi bir kişiden daha iyi, hatta ileri seviyede beceriyordu.

Geçenlerde ölen Dük d’Albe ile bizim Başkomutan Montmorency’nin yaşamları soylu yaşamlar olup, kaderleri hayret verici benzerlikler gösterir. Ama sonuncusunun Parislilerin ve kralının gözleri önünde, onların hizmetinde en yakın akrabalarına karşı komutanlığı sayesinde muzaffer bir ordunun başında şanlı ölümünün güzelliği ve bir “baskın” ardından oluşu, en son ihtiyarlık döneminde olan bu ölüm, bana çağımın en dikkat çekici olayları arasına konulmaya değer gibi geliyor.

Hiç kuşku yok ki fazlasıyla babaca sevdiğim ve kendimin en iyi bir parçası gibi emekliliğimde inzivama ortak ettiğim manevi kızım Marie de Gournay le Jars hakkında beslediğim umutları birçok yerde duyurmaktan zevk aldım. Dünyada ondan ziyade gözümde olan biri yoktur. Ergenlik eğer bir kehaneti belirlieyebiliyorsa, bu ruh günün birinde en güzel şeylere ve bunların arasında cinsiyetinin yükselebildiğini henüz okumadığımız pek kutsal dosluk meziyetinde kusursuzluk düzeyine ulaşacaktır. Onun davranışında içtenlik ve sağlamlık burada şimdiden kendini açıkça gösteriyor; bana karşı sevgisi o derecede taşkın ki, ona elli beş yaşımda rastlamış olduğumdan sonumun yaklaştığını hissetmesinin onu daha az acımasızca üzmesi dışında kendisi için dileyeceğim hiçbir şey yok. Benim ilk Denemeler’im üzerine onun çağımızda pek genç ve bölgesinde pek soyutlanmış bir kadın olarak yargıda bulunması ve beni şaşırtıcı bir tutkuyla sevip, görmeden önce bile uzun süre yazılarımı eşsiz bir saygıyla okumayı arzulamış olması kuşkusuz örneği bulunmaz ve üzerinde durulmaya değer bir şey.

Günüzmüde diğer erdemlere ya hiç değer biçiliyor ya da hiç. Ama İç Savaş’la birlikte gözüpeklik çok yaygınlaştı. Çok sayıda insanın ruhu sarsılmaz görünüyor ve bu sebeple aralarında seçim yapmak hayli güç.

İşte şimdiye kadar olağandışı büyüklükte ve nadir gördüğüm şeyler bunlar.

Çağımızda geçerli olan başka erdemler az ya da hemen hiç yok. Ama yiğitlik bu iç savaş zamanında yaygın bir hal aldı; bu alanda aramızda kusursuzluğa varan, tasnifi olanaksız çok sayıda sağlam karakterler bulunuyor. İşte olağanüstü yücelik konusunda, genelin dışında şimdiye kadar tüm bildiklerim.

Michel de Montaigne
Denemeler (III. Kitap)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar, Say Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz