Denemeler: Zalimliğin Anası Korkaklık – Michel de Montaigne

95

Yüreksizliğin zalimliğin anası olduğunun söylendiğini sıkça duydum. Ve bu sertliğin, bu kötü ve insanlık dışı kabalığın genelde tümüyle kadınca bir acze eşlik ettğini deneyimle saptadım. Bunlardan en acımasız olanların, pek kolayca ve incir çekirdeğini doldurmayan nedenlerden dolayı ağladıklarını gördüm. Pheres tiranı Alexandre, kendisi her gün bunca kişiyi merhamet etmeden acımasızca öldürttüğü halde, Hecuba ile Andromache’ın mutsuzluğuna sızlandığını yurttaşları görür korkusuyla tiyatroda trajedya oyunlarını izlemeye dayanamıyordu. Bu kişilerin bu şekilde tüm aşırılıklar karşısında bükülmeleri ruhlarının zayıflığını göstermez mi?

Yiğitlik ( ki eylem sadece size karşı direnen kişiye kendini göstermeye dayanır),
“Ve direnmediği takdirde bir boğayı öldürmekten kim keyif alır.”
(Claudien, Epist. Ad Hadrian., 30)

düşmanın merhametine sığındığını gördüğü zaman durur. Oysa korkaklık şölene katılmayı da istediğinden ve ilk işlevi elde edemediğinden ikincisinde, yani katliam ve kan dökmede rol oynar. Zaferler sonrasındaki katliamlar genelde ayak takımına ve sefer eşyasını taşımakla görevli kişilere dayandırılabilir. Bu nedenledir ki halk çatışmalarında bunca zor rastlanan zalimlikler görülür; bu rezil ayak takımı başka bir yiğitlik hissedemediğinden, dirseklerine kadar kana bulanarak ve bir bedeni ayaklarının dibinde parçalayarak savaşta pişme ve cesaret rolü yapar,

“Kurtlar, yüreksiz ayılar ve daha az soylu hayvanlar
ölmekte olanlara daha iştahla çullanır.” (Ovidius, Hüzünler, III, V, 35)

korkak köpeklerin evde her şeyi paralaması ve kırsal alanlarda saldırmaya cesaret edemedikleri vahşi hayvanların derilerini ısırması gibidir bu. Akıp geçen zamanla kavgalarımızın ölümcül olmasına sebep olan kimdir? Babalarımızın öç almada bazı dereceleri gözettikleri yerde, biz bugün sonuncudan başlıyoruz ve öncelikle sadece öldürmek konuşuluyor. Bu yüreksizlik değil de nedir? Herkes düşmanını bitirmektense yenmekte, öldürtmektense aşağılamakta daha fazla yiğitlik ve küçümseme olduğunu hisseder. Bunda öç alma iştahı daha yatışmış ve daha doyuma ulaşmış olur; zira öç alma sadece kendini hissettirmeyi hedefler. İşte bu nedenledir ki bir hayvan ya da bir taş bizi yaraladığı zaman ona saldırmıyoruz; bu onların bizim öç almamızı duyumsama yetisi olmayışındandır. Bir insanı öldürmekse, onu misillemelerimizden masun kılmaktır.

Aynı şekilde, Bias kötü bir kişiye, “Senin er ya da geç cezalandırılmış olacağını biliyorum; ama bunu görememekten çok korkuyorum diyordu. Ve de, Lyciscus’un ihanetine uğramış olan Orchomenienler öç almak zamanı geldiğinde bunu görecek ilgili hiç kimsenin orada olmamasından yakınıyordu; muhatabın acı çekme olanağı kalmadığı zaman öç alma eksik kalsa da, bu cezalandırmadan zevk alabilecekti. Zira öç alan kişinin zevk almak için öcünün alındığını görmeyi istemesi gibi, öç alınan kişinin de acı çekip pişmanlık duyması için bunu görmelidir.

“Buna pişman olacak” diyoruz. Ya kafasına bir kurşun sıkmış olsaydık pişmanlık duyduğunu düşünür müyüz? Aksine, dikkat edersek, onun düşerken bize yüzünü buruşturduğunu göreceğiz diye çabucak ve acı çekmeksizin öldürmekle ona tüm yaşamda en iyi hizmeti sunacağız. İşte şimdi biz tavşan gibi toprağa sinmek, bizi kovalayan adalet görevlilerinden kaçmak için at sürmek zorundayız; o ise dinlencede. Öldürmek, önceden yapılmış olan bir saldırı için değil, gelmekte olan bir saldırıdan kaçınmak için iyidir.

Bu, yiğitlikten ziyade korku, cesaretten ziyade önlem, saldırıdan ziyade savunma belirten bir eylemdir. Bununla öç almanın gerçek amacını ve şeref kaygımızı terk ettiğimiz açıktır. Öteki kişi hayatta kalırsa, bize aynı şeyi yapmasından korkarız.

Ona karşı değil, kendin için bundan kurtuluyorsun.

Narsingue krallığında bu çözüm şekli yararsız kalacaktı; orada sadece savaşçılar değil, zanaatkarlar da tartışmalarını kılıç vuruşlarıyla kesip bitirir. Kral dövüşmek isteyen kişilere yer göstermeyi reddetmez; bunlar nitelikli kişilerse kendisi de orada hazır bulunur ve galip geleni bir altın zincirle ödüllendirir. Ama altın bileziği elde etmek için, ilk heves eden bunu taşıyan biriyle silah silaha gelebilir; öyle ki, bir çarpışmadan muzaffer çıktığında bunlardan kolunda çok sayıda bulunur.

Cesaretimizle her zaman düşmana egemen olduğumuzu ve ona istediğimiz gibi üstün geldiğimizi düşünürsek, onun ölmesi halinde elimizden kaçıp kurtulduğun durumdaki kadar hayal kırıklığına uğrardık. Yenmek istiyoruz, ama onurlu bir biçimden, daha çok güvenli bir biçimde ve kavgalarımızda şandan daha fazla başarı arıyoruz. Asinius Pollio aynı hatayı işledi; yine de saygıdeğer bir kişiydi. Plancus’a karşı sövgüler kaleme almış olduğu halde, bunları yayınlamak için onun ölümünü bekledi. Aynen bir köre yüz buruşturmak ve bir sağıra küfür etmek gibi! Bu, aynı zamanda, duyarsız bir kişiyi garazını üzerine çekmektense yaralamaktır. Onun hakkında, sadece cinlerin ölülerle savaşabildiği söyleniyordu. Yazılarıyla mücadele etmek istediği yazarın ölümünü bekleyen kişi, acizliğini ve kavgacı ruhunu değil de neyi kanıtlar?

Aristoteles’in kendisi aleyhinde konuşan bir kişi için, “Daha iyisini yapsın; yeter ki ben orda olmayım da, beni kamçılasın” dediği söylenirdi.

Babalarımız bir hakarete bir yalanlamayla, bir yalanlamaya bir vuruşla ve böylece sürdürerek öç almakla yetiniyordu. Onlar hakarete uğramış ama hayatta olan hasımlarından çekinmeyecek kadar cesurdular. Bizlerse, hasmımızı ayakta gördüğümüzde korkudan titriyoruz. Bunun böyle olduğunun kanıtı için şöyle denebilir; bugünkü davranış biçimimiz bize hakaret etmiş olan kişi gibi, hakaret ettiğimiz kişiyi de ölüme kadar kovalamaya dayanmıyor mu?

Düellolarımızda kendimize ikinci, üçüncü ve dördüncü yandaşları eşlik ettirme uygulamasını sokan da bir tür yüreksizliktir. Bunlar eskiden teke tek mücadelelerdi; şimdiyse çatışmalar, savaşlardır. Bu uygulamayı ilk icat edenlere yalnızlık korku veriyordu: Cum in se cuique minimum fidutiœ esset. [“Çünkü herkes kendinden son derece güvensizlik duyar.”]. Çünkü pek doğal bir biçimde, nasıl olursa olsun beraberinde yandaş bulundurmak tehlike karşısında güçlenme ve rahatlama sağlar. Bir zamanlar, usülsüzlükler ve gayri meşru eylemler meydana gelmesin diye ve mücadelenin sonucuna tanıklık için üçüncü kişiler kullanılıyordu. Bu alışkanlığın ele alınışından ve onların kendilerinin de taraf tutmalarından beri, orada hazır bulunmaya davet edilen birisi davranışının bir cesaret yokluğuna ya da mücadele eden kişiye sevgisine atfedilmesi korkusuyla tüm dürüstlüğüyle seyirci gibi görünemez. Şerefinizin savunmasına başka bir değer ve kendinizinkinden başka bir güç sokmaya dayanan böyle bir eylemdeki haksızlık ve alçaklığın ötesinde, kendine eksiksiz güveni olan iyi halli bir kişinin kaderine bir başkasının kaderini katmasında sakınca buluyorum. Her kişi, bir başkasınınkine yetişmeden kendi hesabına oldukça tehlikeye koşar ve yaşamını savunmak için, bu pek önemli olguyu başka ellere teslim etmektense kendi değerine güvenerek yapacak oldukça şeyi vardır. Zira kesin olarak aksi bildirilmediyse, bu dört kişi ikişerli olarak taraflara ayrılmıştır. Eğer ikinci adamınız yerdeyse, ister istemez kolunuza iki kat yük biner. Elinde kırık bir kılıç parçası olan birinin üzerine iyice silahlı bir adamın ya da önceden ağır yaralanmış bir adamın üzerine sağlam bir durumdaymış gibi atılması gerçekten dürüstlüğe aykırıdır. Ama mücadele ederken eğer bu durumda üstünlükler kazandıysanız, kınamaya muhatap olmaksızın bunlardan yararlanabilirsiniz. Mücadelenin uyumsuzluğu ve eşitsizliği ancak çatışmanın başlangıcı sırasında kendilerini gösterdikleri durumda ölçülür ve dikkate alınır. Geri kalanını kadere bırakırsınız. İki yandaşınızın kendilerini ölüme bırakmış olmalarıyla tek başınıza üç kişiye karşı kaldığınız zaman, size benim kendimin savaşta yaptığımdan daha kötü davranılmayacaktır; aynı durumda, bizimkilerden birinin üzerine saldırırken gördüğüm düşmana bir kılıç darbesi indirdiğim zamanki gibi. Birlik birliğe karşı olduğu yerde ittifakın doğası (Orleans Dükü’nün İngiltere kralı Henri’ye yüze karşı yüzle meydan okuduğu zaman yaptığı ya da Argienler’in üç yüze karşı o kadar kişiyle Lakedemonyalılar’a karşı ya da Horacelar’ın Curiacelar’a karşı üçe üç savaştıkları gibi) her taraftan savaşçı sayısının sadece bir tek kişi sayılmasını kapsar. Birliklerin söz konusu olduğu her seferinde, tehlike hepsi için aynıdır.

Bu konu üzerinde durmamın ailevi bir nedeni var. Kardeşim Matecolom senyörünün Roma’ya hemen hemen hiç tanımadığı ve bir başkasının daveti üzerine kendini düelloda savunmak zorunda olan bir soylu kişinin ikinci adamı olmak üzere istenmesindendir bu. Bu çatışmada, talih onu yakın komşularından ve iyi tanıdığı olan bir kişiyle karşı karşıya getirdi (onur yasalarının çoğu kez ve pek sarsıcı bir şekilde aklın tersine işlediği konusunda haklı çıkamayı çok isterdim). O, hasmını hakladıktan sonra, çatışmanın başlıca iki oyuncusunu ayakta ve sapasağlam görerek, arkadaşının yardımına gitti. Bundan azını yapabilir miydi? Oraya savunması için gelmiş olduğu birinin kader isterse öldürülmesine seyirci mi kalmalıydı? Onun o zamana kadar yapmış oldukları bu olayda hiçbir şeye yaramadı; çarpışma sonucu belirsiz kaldı. Zor durum karşısında elimizden gelen ve düşkün durumda olan düşmanınıza karşı borçlu olduğunuz kibar davranışı, bir başkasının çıkarına geldiği, sizin sadece bir yardımcı olduğunuz, anlaşmazlık kendinizin olmadığı zaman nasıl takınacaktınız kestiremiyorum. Bağlanmayı kabul etmiş olduğunuz bir kişiyi tehlikeye atmaksızın ne dürüst, ne kibar olunabilirdi. O da, kralımızın acil ve ciddi bir başvurusuyla İtalyan cezaevinden özgür bırakıldı.

Ölçüsüz millet! Tüm dünyada kusurlarımızla ve çılgınlıklarımızla ün yapmakla yetinmiyoruz; bunları göstermek üzere yabancı halklara da taşıyoruz. Üç Fransız’ı Libya çölüne koyun; kavga etmeden, birbirlerini yaralamadan bir ay beraber olamayacaklardır. Bu yolculuğun yabancılara, sıkça da kötü durumlarımızla sevinç duyan ve alay eden kişilere acılı öykülerimizle keyif sunma havası olduğunu söyleyebilirdiniz.

Kılıç kullanmayı öğrenmek için İtalya’ya gidiyoruz ve ustalaşmadan önce yaşamlarımızı buna bağlıyoruz. Öğrenimin sıra düzeninin izlenmesi isteniyorsa, yine de kuramı uygulamadan önceye koymak gerekirdi; tüm çıraklık dönemi ilkelerine ihanet ediyoruz:

“Gençliğin bahtsız deneme vuruşları!
Gelecek savaşın zorlu öğrenimi.” (Virgilius, Aeneas, XI, 156)

Eğer ustalık kazanılırsa, bunun (İspanya’da kardeş çocukları iki yeğenin düellosunda, daha yaşlı olanın genç olanının düşüncesizce gücünü silah bilgisi ve hileyle alt ettiğini Titius-Livius söylüyor) ve dolayısıyla, saptayabildiğim kadarıyla bazı kişilerin yüreklerini aklın ötesinde kabartan bilginin, iyice yararlı bir sanat olduğunu biliyorum. Ama bu, mademki beceriyi öne çıkarıyor ve kaynağını kendisinin dışından alıyor, o zaman söz konusu olan gerçekten cesaret değildir. Çatışmalarda onur becerikliliğe değil, cesaret tutkusuna dayanır. Tamamıyla bunun için, bu alanda büyük usta olarak tanınmış bir dostumun, daha sonra zaferinin değerine değil de, kılıç becerisi niteliklerine atfetememesi için, tüm olasılıkları talihe ve kendine olan güvenine bırakarak kavgalarını onu bu üstünlükten yoksun kılan silahtan azade tutmayı yeğlediğini gördüm. Ve de çocukluğumda, soylu toplum aşağılayıcıymış gibi iyi kılıç kullanan ününden kaçıyordu; soylular beceriye dayandığından, doğal ve gerçek yiğitlikten saptığından bu mesleği öğrenmeye surat ekşitiyordu;

“Onlar ne kaçınmayı, ne savuşturmayı, ne de kaçmayı ister;
becerinin mücadelelerine hiç katılımı yoktur;
bedenleri kah doğrudan, kah dolaylı yapmacıklı değildir;
öfke, gazap sanatın (dövüş) tüm kullanımını onlardan alır.
Bütün şiddetiyle tokuşan bu kılıçların korkunç çarpışını dinleyin;
onlar küçük bir adım bile gerilemeyeceklerdir;
ayakları her zaman sağlam, elleri her zaman hareket halindedir;
kılıcın ağzı ya da ucuyla tüm vuruşlarını taşır.”
(Torquato Tasso, Kurtarılmış Kudüs, XII, LV)

Hedefe atışlar, cirit oyunları, engelli çarpışmalar, savaş oyunları, babalarımızın kendilerini verdikleri çalışmaları teşkil ediyordu. Bu, öteki kişisel amaçlı olanı kadar az soyludur. Bize her şekilde, her zaman felaketli sonuçları olan birbirimizi yok etmeyi, yasaları ve hukuku küçümsemeyi öğretir. Devletimizi zarara götürenlerdense, onu rahatlatan eylemlerle uğraşmak çok daha saygın ve iyi karşılanır; genel güvenliği ve ortak şanı ilgilendiren işlerle uğraşmak daha değerlidir.

Konsül Publius Rutilius, askerleri beceriyle silah kullanmak, beceriyi cesaretle birleştirmek konusunda eğiten ilk kişidir; ama kişisel kavgalarında değil, Roma halkının savaşlarında ve anlaşmazlıklarında yararlanmak üzere. Bu, halka ve yurttaşlara özgü kılıç kullanmaydı. Pharsale savaşında askerlerine Pompeius’un askerlerinin yüzlerine özellikle vurmalarını buyuran Sezar’ın dışında, bu şekilde binlerce savaşçı komutan o anki çarpışma gereksinimlerine göre yeni silah şekillerini, yeni vuruş ve korunma biçimlerini icat etmek için kafa yordu. Ama Philopœmen’in kendisi mükemmeliyete erişmiş olmasına rağmen, ona bu talimin hazırlıklarının askeri hazırlıktan oldukça farklı, sadece saygın kişilerin uğraşmaları gerekir gibi görünmesinden ötürü güreşi kınamasıyla aynı şekilde, gençliğe öğretilen uzuvlarına beceri kazandırma, savuşturma hareketleri bana göre sadece yararsız değil, dahası askeri savaş uygulamasına ters ve zarar verici gibi geliyor.

Zaten, eskrimciler genellikle bu uygulamaya yönelik özel silahlar kullanıyor. Kılıç ve hançerle düelloya davet edilen soylu bir kişinin askeri teçhizatla ortaya çıkmasının pek iyi karşılanmadığını kendim gözlemledim. Oraya, hançerin yerine bir zırh başlığıyla gitmesi de hoş görülmez. Platon da, Lachez’in bizimkiyle aynı tarzda silah kullanma öğretiminde, bu okuldan, özellikle de usta olanlar arasından asla büyük bir savaş adamı çıktığını görmediğini söyler. Bizim eskrimciler konusunda da aynı şeyi söyleyebiliriz. Kesin bir şekilde, bu iki hüner arasında benzerlik ilişkisi olmadığı sonucuna varabiliriz. Platon, Amycos ile Epeius tarafından benimsenen yumrukla mücadeleyi, hatta Anteios ile Cercyon tarafından benimsenen güreşi yasakladı; çünkü bu sanatların gençliği askerlik hizmetine yatkın kılmaktan başka bir amacı vardı ve buna hiçbir şey katmıyorlardı.

Ama konumdan bir parça ayrıldığımı görüyorum.

İmparator Maurice rüyasında ve birçok kehanetlerde o zamana kadar tanımadığı Phocas adında bir askerin tarafından öldüreceği uyarısını alınca, damadı Philippe’e bu Phocas’ın kim olduğunu, konumunu, mizacını, davranışını sordu. Philippe ise, ona birçok başka şeyin arasında korkak ve ürkek olduğunu söylediği içindir ki, imparator hemen gaddar ve katletmeye yatkın olması gerektiği sonucuna vardı. Şu halde tiranları pek kan dökücü kılan şey nedir? Güvenlik kaygısıdır bu; onların korkaklıkları kendilerine zarar verebilecek kişilerin, basit bir tırmık korkusuyla kadınlara kadar soyunu kurutmaktan başka bir yol sağlamaz;

“O, her şeyden korkarak her şeye vurur.” (Claudien, In Eutropium, I, 182)

İlk gaddarlıklar adil bir öç alış korkusundan ileri gelip, kendiliklerinden uygulanır; ardından, yeni gaddarlıklar öncekileri sonrakilerle gizlemek için meydana gelir. Roma halkıyla çok çapraşık ilişkileri olmuş Makedonya kralı Philippe, buyruğu üzerine işlenen katliamların dehşetiyle rahatsızlık hissederek ve çeşitli çağlarda kıyıma uğramış bunca ailenin karşısında bir çıkış yolu bulamayarak, ortadan ağır ağır kaldırıp, bu şekilde dinginliğini güvenceye almak üzere öldürtmüş olduğu kişilerin tüm çocuklarını yakalatma kararını aldı. İyi şeyler ekildikleri yerde, her zaman iyi saflar tutar. Konuların sırası ve düzenlenmesinden daha fazla ağırlığı ve yararıyla kaygılanan ben, biraz konuyu saptırarak buraya çok güzel bir öyküyü sıkıştırmaktan çekinmemeliyim. (Bu küçük öyküler son derece zengin olduğu zaman, doğruluklarını kendileri kanıtlar; onları konuma bağlamaya bir saç teli yeterlidir). Philippe tarafından öncelikle mahkûm edilmiş kişiler arasında, Thessalienler’in kralı Herodicus diye biri vardı. Philippe, bu kişiden sonra onun her biri küçük yaştaki birçok çocuğunu geride bırakarak, iki damadını da öldürttü. Theoxena ile Archo bunların iki dul eşiydi. Çok isteklisi olmasına rağmen Theoxena tekrar evlenmeye razı edilemedi. Archo ise, Enos’un ilk sırasından olan Poris’le evlendi; ondan peşinde çok sayıda hepsi küçük yaşta çocuk bıraktı. Yeğenlerine karşı analık şefkati besleyen Theoxena, bunları sorumluluğu ve koruması altına almak için Poris’le evlendi. Ama o sırada kralın buyruğu ilan edildi işte. Bu cesur kadın, Phillipe’in zalimliğine ve onun emrindekilerin bu güzel ve latif gençliğe karşı ahlaksız doğasına meydan okuyarak, çocukları teslim etmektense kendi elleriyle öldüreceğini söylemeyi göze aldı. Karısını tepkisinden ürken Poris, ona çocukları kendisine sadık kalmış kişilerin korumasına teslim etmek için saklama ve Atina’ya götürme sözü verdi. Ænie’de Æneas’ın şerefine kutlanan bir yıllık bayramdan yararlanıp oraya giderler. Gündüz törenlerde ve halk ziyafetinde hazır bulunduktan sonra, gece denize açılmak üzere hazırlanmş bir gemiye gizlice bindiler. Ama rüzgâr ters yönde esince kendilerini ayrıldıkları karadan görülen bir yerde bulup, liman muhafızlarının takibine uğradılar. Tam ele geçecekleri anda, Poris denizcileri kaçmaya zorlarken, aşk ve öç alma arzusuyla çılgına dönen Theoxena, ilk düşüncesine dönerek silahlarla zehir hazırlayıp çocuklarına sundu: “Haydi, çocuklarım” der kadın, “bundan böyle ölüm özgürlüğünüzü savunmanın tek yoludur ve tanrılara kutsal adaletlerini göstermelerine bir fırsat olacak; bu yalın kılıçlar ve bu dolu kupalar size bunun yolunu açacak. Cesaret! Ve sen, en büyük oğlum, en cesur ölümü tanımak için bu kılıcı sıkıca kavra.” Bir yanda bu ateşli öğütçü anne, öteki yanda tehdit eden düşmanlarıyla, çocuklar çılgınca korkuya kapılarak kendilerine önerileni yapıp, yarı ölü bir halde denize atıldı. Theoxena, çocuklarının güvenliğini sağlamış olmakla gururlanarak kocasına sarıldı ve ona “Biz de bu oğlanları izleyelim, dostum; onlarla aynı mezarı paylaşmanın zevkine varalım!” dedi. O zaman, birbirlerine sıkıca sarılmış olarak kendilerini denize attılar; öyle ki, gemi kıyıya boş döndü. Zorbalar, öldürmek ve aynı zamanda da öfkelerini ortaya koymak için ölümü uzatma yolunda tüm becerilerini kullanır. Öçlerini almanın tadını doyasıya çıkarmaya zaman kalsın diye düşmanları öteki dünyaya gitsin, ama bu fazla çabuk olmasın isterler. Ve burada oldukça zorluk çekerler; çünkü işkenceler şiddetliyse kısa sürer, uzarsa keyiflerine göre yeterince acı verici değildir. O halde işkence araçlarını kullanırlar işte. Antik çağda bunların binlerce örneğini görüyoruz. Kendi kendime bu barbarlıktan bazı izler muhafaza edip etmediğimizi soruyorum.

Basit bir ölümün ötesine uzanan her şey bana salt bir zalimlik gibi geliyor. Adaletimiz ancak başı kesilerek ya da asılarak ölüm korkusuyla suçu önlemeye bel bağlayabilir; ağır ateşte yanarak ya da cendere veya tekerleğe germe düşüncesi engellenmelidir. İşkenceye uğratılanları bu zaman içinde umutsuzluğun kollarına atıp atmadığımızı bilmiyorum. Zira uzuvları bir tekerlek üzerinde kırılmış ya da antik tarzda bir çarmıha çakılmış olarak yirmi dört saat ölümü bekleyen bir insanın ruhu ne durumda olabilir? Josephe, Juda’da Romalılar’ın savaşı sırasında üç gün önce çarmıha gerilmiş birkaç Yahudi gördüğünü anlatır; bunların arasında üç dostunu tanıyıp, onları oradan kaldırma yetkisi aldığında, “ikisi ölmüş, biri yaşamayı sürdürüyordu” der.

Sözüne güvenilen Chalcondyle, zamanının ve kendi yakınındaki olaylarından bıraktığı “hatıralar”ında son derece şiddetli kabul ettiği, Padişah 2. Mehmet’in sıkça uyguladığı ve insanları ortadan karın zarı hizasından tek bir yatağan darbesiyle iki parçaya böldürmeye dayanan bir işkenceyi anlatır. Çok sıkça bu kişiler sanki iki ölüme uğramış gibi ölüyorlardı; o, “bunların iki yaşam dolu parçasının acının pençesinde uzun süre hâlâ çırpındığı görülüyordu” der. Kanımca bu hareketler kesinlikle büyük duyarlılıklar diye yorumlanmazdı; görülmeye değer en korkunç işkenceler her zaman uzatılması en zor olanlar değildir. Bense tarihçilerin anlattıkları Epirli senyörlere derilerini ufak parçalar halinde yüzdererek uygulanan işkenceleri en tüyler ürpertici buluyorum; öyle zalimce yöntemli biçimdeydi ki, bunların acılar içinde ölmeleri on beş günlerini alıyordu.

İşte iki başka örnek daha: Crœsus tutuklattırdığı soylu kökenli ve erkek kardeşi Pantaleon’un gözdesi bir kişiyi dabbağhaneye gönderip, orada mesleğin âletleriyle ölünceye kadar derisini kazıtıp tarattırdı. Haçlı seferi adı altında bir alay zulüm yapmış olan Polonya köylülerinin başı George Sechel, Transilvanya voyvodası tarafından yenilip esir edilince bir sehpaya çıplak bağlanmış olarak herkesin gelip uygulayacağı şekilde üç gün işkenceye uğratıldı; bu arada, öteki esirlere hiç yiyecek verilmedi. Sona erdirmek üzere, ona henüz yaşarken ve gözleri açıkken tüm kötülüklerin sorumluluğunu üzerine alarak affını dilediği sevgili kardeşi Lucat’nın kanı içirildi. Sonra da, etini dişleriyle parçalayıp, midelerine lokmalar halinde indiren en seçkin subaylarının yirmisine yedirildi. Bedeninin geri kalanı ve iç organları da ölümünden sonra haşlanıp, beraberindeki öteki kişilere yedirildi.

Michel de Montaigne
Denemeler (III. Kitap)
Çeviren: Engin Sunar | Say Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz