Aziz Nesin’in altmış altıncı kitabı da yayımlandı. Bunlardan şimdiye dek kaçını okuduğumu tam tamına kestiremiyorum. Yine de çoğunu diyebilirim. Sırayla değil, elime geçtikçe, edindikçe okudum. Kimilerini de birkaç kez okudum. Yazarlık girişimini büyük bir tutkuyla sonuna dek götürmesini bilen, az rastlanır bir yazar olacak görüyorum onu. Dev bir yazar. Özellikle 1960’lardan sonra yazdığı öykülerde ayrı bir aşamaya girdiği de bir gerçek. Daha doğrusu yapıtının boyutları bu yıllardan sonra daha bir belli oluyor, aysberg daha bir ortaya çıkıyor.
Vatan Sağolsun’un önsözünde belirttiği gibi iki binin üstünde öykü yazmış Aziz Nesin. Kitaplarına girenler bunun yarısı kadar bile değil. Günümüzün bu en tutunmuş, en çok okunan yazarının öykülerindeki özü birkaç sözlükle nasıl özetleyebiliriz acaba? Sanırım, Aziz Nesin’in güldürünün ötesinde, büyük bir kaygısı var: değişen Türk toplumu içinde halkın yeni kurumları, yeni araçları, yeni düşünceleri nasıl karşıladığını, bunlar karşısındaki uyumsuzluklarını, sürtüşmelerini anlatmak. Dikkat edersek, gündelik hayatın en sıradan verileri onun öykülerinde hep böyle bir konum içinde beliriyor. Yine, sanırım, siyasal eğilimin azaldığı öykülerinde bu durumla daha sık karşılaşmaya başlıyoruz. Halk sorunları nasıl görüyor, değişen hayatı nasıl görüyor? Aziz Nesin öykü kişisini buna en elverişli bir kesimden seçecektir: İğreti bir kişi, bir küçük burjuvadır o: genellikle küçük memurdur ya da esnaftan biri. Bir bela, bir yanlışlık, bir uyumsuzluk, her şey, öykünün içine atar onu. Rus mizahçısı Zoşçenko’da da aynı öykücü tavrını görürüz. Nedir ki Zoşçenko’da düğüm olaydan çok anlatımdadır, daha çok da kişilerin yanlış konuşmalarındadır. Bu yüzden onun öyküleri başka bir dile aktarıldığı zaman çok şey yitirebiliyor. Aziz Nesin’de ise olay da bütün ağırlığıyla ortadadır.
Olayın tutarlı bir biçimde bir olguya bağlanması Aziz Nesin’in öykülerine Türk mizahı içinde benzersiz bir durum sağlıyor. Gerçi Hüseyin Rahmi de gerçekçi bir tutumla toplumun türlü kesimlerine eğilmişti; değişmeler karşısındaki uyumsuzluklara ışık düşürmek istiyordu, ama Hüseyin Rahmi’de çok şey ilkel kalmıştır; Cevdet Kudret’in de değindiği gibi, okuru eğlendirmek, makale çeşnili felsefi düşünceler ve olay dışı bilgiler her şeyi aksatır onda. Ercüment Ekrem’in yapıtları ise gevezelikten, boşboğazlıktan ileri gitmez. Daha nitelikli gibi görünmesine karşın, Refik Halit, güllaca batırdığı sözcüklerle tatlanmış öykülerinde temelsiz bir betimsellikle yetinir.
Aziz Nesin’in çağdaşları içinde de tek kaldığı kanısındayım. Sözgelimi Adnan Veli’de öykü salt sözcüklerin karşılıklı yanlış kullanılmasıyla ya da salt yanlış anlaşılmasıyla gelişir. Suavi Süalp gibi yazarlar toplumumuzda var olmayan insan tipleri, var olmayan bir konuşma türü yaratmışlardır. Bu da onları “güldürü için güldürü” gibi bir kısır döngünün içine atmıştır. Aziz Nesin‘inkiler dışında bir Rıfat Ilgaz’ın öyküleri var belli bir düzeyi tutturan. Ama Rıfat Ilgaz’ın da bu işi Aziz Nesin gibi ciddiye almadığı görülüyor. Bir mizah yazarı değil, güzel mizah öyküleri de yazan bir şair o.
Kısacası, Aziz Nesin sivri, ama tok nitelikteki sanatıyla benzersiz kalıyor, tek kalıyor; her olay, her yeni gereç onun için bir öykü kapısıdır; bir konserve kutusu, bir dolmuş kapısı, bir organ nakli işlemi… Değişen koşullar içinde, o sonsuz polis memuruna her öyküde rastlarsınız. 1960’tan sonra yazdığı öykülerde her iş artık karakolda bitmiyor. İşin biteceği başka yerler de var çünkü. Yine bu tarihten sonraki öykülerinde daha sevecen, daha bilge. Gülümseyen bir özle, konularını, devlet mekanizmasının daha karmaşık yönlerine kaydırıyor; demokrasi deneyinin yarattığı yeni tipleri ele alıyor, devlet dairelerinin işbölümü sonucu ortaya çıkan yetki karışıklıklarını, belirli sorunların çözülmesi için oluşturulan kurulları, mesleki örgüt kurultaylarını anlatmayı daha çok seviyor.
26 Şubat 1976
Cemal Süreya
“Günübirlik”ler