Söyledim, böcek savunucusu değilim. Ancak kuşku yok ki onların sürekli bir hayranıyım. Nasıl olunmaz? İpekten, baldan ya da Sina çölündeki kudret helvasından daha soylu bir şeyi kim yaratabildi? İnsanoğlu öteden beri, böcek ürünlerini, dokumayı ve zevki taklit etme peşindedir. Ya “adi” sineğin uçuşuna ne demeli? Onu taklit etmek için, acaba kaç yüzyıl gerekecek? “Zavallı” bir larvanın gösterdiği değişim de cabası!
Bu sayfalara aktardığım olayların tanıklarından sadece biri oldum. Seyirci kalabalığından daha yakın ama onlar kadar aciz. Biliyorum, adımdan söz edildi kitaplarda. Geçmişte bundan gurur da duydum. Ama artık duymuyorum. At arabası doğru limana vardığına göre, öyküdeki hınk deyici at sineği sevinebilirdi artık! Yolculuk bir uçurumun dibinde bitseydi, neyle gururlanmış olacaktı? Benim rolüm de böyle oldu. Aslında gereksiz ve talihsiz bir at cambazı. Neyse ki ne işbirlikçi oldum ne de kandırıldım.
Hiç serüven peşinde koşmuş değilim, zaman zaman, serüven gelip beni buldu. Bir seçimde bulunabilseydim, çocukluğumdan beri düşkün olduğum ve seksen üçüncü yaşımı doldurduğum bugün de düşkün olmayı sürdürdüğüm tek âleme, böcekler âlemine, o dikkat çekici miniklere, zarif, becerikli ve şaşılacak kadar bilge olan böceklere yönelirdim.
Bana inanmayanlara, böcek savunucusu olmadığımı tekrar etmek gibi bir huyum var. Biz, insanların evcilleştirip bir o kadar da öldürdüğü ve kesin olarak yendiği hayvanlara karşı âlicenap olabiliriz. Böceklere karşı değil. Onlarla bizim aramızda savaşım sürüyor, her gün, acımasızca. İnsanın galip geleceğine dair hiçbir gösterge yok üstelik. Böcekler, yeryüzünde bizden çok önceleri vardı, bizden sonra da var olacaklar ve çok uzaklardaki yıldızları keşfettiğimizde, kendi hemcinslerimizi değil de böcekleri bulacağız. Bu da bizi, sanırım avundurmuş olacak.
Söyledim, böcek savunucusu değilim. Ancak kuşku yok ki onların sürekli bir hayranıyım. Nasıl olunmaz? İpekten, baldan ya da Sina çölündeki kudret helvasından daha soylu bir şeyi kim yaratabildi? İnsanoğlu öteden beri, böcek ürünlerini, dokumayı ve zevki taklit etme peşindedir. Ya “adi” sineğin uçuşuna ne demeli? Onu taklit etmek için, acaba kaç yüzyıl gerekecek? “Zavallı” bir larvanın gösterdiği değişim de cabası!
Örnekleri sonsuza kadar uzatabilirim, ama amacım bu değil. Daha sonraki sayfalarda, böceklere olan düşkünlüğümden değil, ama insanlara ilgi duyduğum ender anlardan söz edilecek. Beni duyan da, insandan kaçan bir ayı sanacak. Doğru değil. Öğrencilerim beni iyilikle anmaktadır.
Çok olmasa da insan arasına karıştığım zamanlar oldu hatta köşede kenarda dostluklar kurduğum da oldu. Özellikle Clarence vardı, sonra da Beatrice. Onlardan tekrar söz edeceğim. Yalana kaçmadan özetlersem, günlük dertlere çok az ilgi duymuşumdur ama çağımın büyük tartışmalarına hep dikkat kesilmişimdir.
Gençliğimin yüzyılına, saf coşkularına, bininci yılın yaklaşması karşısındaki korkularına, atoma ve yine atoma ve büyük salgınlara, kutuplar üzerindeki Damokles geçitlerine hep candan bağlandım. O büyük bir yüzyıldı, bana kalırsa en büyüğü, belki de son büyük. Bütün bunalımların ve sorunların yer aldığı yüzyıl; bugün, yaşlılığımın yüzyılında sadece çözümlerden söz ediliyor.
Ben her zaman, sorunları Tanrı’nın, çözümleri Şeytan’ın yarattığına inanmışımdır. Sorunlar bizi altüst ediyor, hırpalıyor, şaşırtıyor, kendimizden geçiriyor. Sağlıklı dengesizlik, bütün türler sorunlar sayesinde gelişiyor; donup sönmeleri de çözümler yüzünden… Belleğimizdeki en kötü cinayetin adı “Nihai Çözüm”1 adını taşıyorsa, bu bir rastlantı mı?
Şimdi, şu cılız, şu asık yüzlü, şu kararmış dünyada, çevremdeki tüm o kin selini, her şeyi yeni bir buzul çağı gibi kapsayan o evrensel titrekliği gördükçe, bunlar dahiyane bir “çözümün” ürünleri değil mi? diye soruyorum.
Oysa bininci yüzyılın sonu muhteşemdi. Soylu, bulaşıcı, yok edici, Mesihçi bir sarhoşluk. Hepimiz, Tanrı’nın lütfunun yavaş yavaş bütün dünyaya yayılacağına, bütün ulusların barış, özgürlük, bereket içinde yaşayacağına inanıyorduk. Bundan böyle tarih, generaller, ideologlar, despotlar tarafından değil, yıldızbilimciler ve biyoloji uzmanları tarafından yazılmış olacaktı.
Ben de uzun süre bu umudu besledim. Böylesi manevi ve teknik ilerlemelerin ters tepeceğini, önce karşılıklı ilişki yolunun kapanacağını, pek çok duvarın örülebileceğini ve bütün bunların fazlasıyla var olan ama hiç akla gelmemiş bir kötülük yüzünden olacağını söyleselerdi, kuşağımın pek çok insanı gibi ben de omuz silkip geçerdim.
Yazgının hangi çirkin aldatması ile düşlerimiz bozuldu? Bu noktaya nasıl geldik? Neden kentten ve uygar yaşamdan kaçmak zorunda kaldım? Burada anlatmak istediğim, en sadık biçimiyle, mümkün olan en büyük titizlikle anlatmak istediğim, yeni yüzyılın daha ilk yıllarından itibaren bizi saran, gerek büyüklüğü gerek içeriği açısından görülmemiş bir geriliğin içine çeken felaketin, ağır, yavaş gelişmesidir.
Bizi çevreleyen teröre karşın, sonuna kadar, dinginlik içinde yazmaya çalışacağım. Şu anda, dağ başındaki sığınağımda, kendimi güvenlikte hissediyorum ve elim, gerçeği aktaracağım el değmemiş kağıtlar üzerinde titremiyor. Aksine, geçmişteki bazı olayları anımsadıkça, bir hafiflik, bir kıvanç duyuyor ve anlatacağım dramı unutur gibi oluyorum. Değersiz olan ile olağanüstü olanı aynı kağıdın üzerine geçirmek, yazının hünerlerinden biri değil mi? Bir kitapta her şey kurumuş mürekkebin önemsenmeyecek kalınlığına bürünür.
Giriş faslına paydos! Ben sadece olayları aktaracağıma söz vermiştim.
Amin Maalouf
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl