Ayrılış Yılı: “Yitik bir ülke, çok yakın bir akrabanın ölüsü gibidir” – Amin Maalouf

“Yitik bir ülke, çok yakın bir akrabanın ölüsü gibidir. Onu saygıyla göm ve sonsuz yaşama inan.”
Estağfirullah’ın bu sözleri, ince parmaklarıyla hiç ara vermeden çektiği amber tespihin sesiyle aynı ritimdeydi. Vaizin çevresinde, aralarında babamın da bulunduğu sakallı dört kişi vardı; uzun ciddi yüzleri şeyhin acımasızca depreştirdiği sıkıntılarını yansıtıyordu.
“Gidin, göç edin. Tanrı size yol göstersin; çünkü yabancıların egemenliğinde ve aşağılanarak yaşamayı kabul ederseniz, inancın alaya alındığı bir ülkede yaşamayı kabul ederseniz, Kitap ve Peygamberin -üstlerine hep nur yağsın- her gün alaya alındığı ve aşağılandığı bir yerde yaşamayı göze alırsanız, Müslümanlığın utanç verici bir görüntüsünü çizmiş olursunuz. Ulu Tanrı bunun hesabını Hüküm Gününde sorar. Kitapta der ki, ‘O gün Ölüm Meleği size soracak: Tanrı’nın toprakları yeterince geniş değil mi? Barınak bulmak için anayurdunuzu bırakıp başka bir yere gidemez miydiniz?’ Böylece sizin yeriniz cehennem ateşi olur.”
O üzüntüler ve düş kırıklıkları yılı, Müslümanlara gitmek ya da kalmak için tanınan süre olan üç yılın sonuncusuydu. Yapılan anlaşmaya göre süremiz 1495 yılının başında bitiyordu fakat ekim ayından sonra Mağrib’e gitmek için deniz çok fırtınalı olabilirdi; bu nedenle ilkbaharda, en geç yaz aylarında yola çıkılması kararlaştırılmıştı. Hıristiyan topraklarında Müslümanlığı sürdürmek isteyenler “ehlileştirilmiş; yerlileştirilmiş” anlamında “müdeccen” Kastilcede bozulmuş olarak “mudejar” adıyla anılıyordu. Bu küçük düşürücü nitelemeye karşın birçok Müslüman Granadalı kararsızdı.

El-Bayyazin’deki evimizin bahçesinde -Tanrı o evi bizim için korusun- olduğu gibi kentte daha binlerce evde toplumumuzun ya da bir tek bireyin geleceği tartışılıyordu. Estağfirullah fırsat buldukça bu tür toplantılara katılıyor, tok, fakat şimdilerde düşman topraklarında bulunduğunun bilincinde olduğunu gösterircesine, alçak sesle konuşmalar yapıyordu. Kendisi daha göç yoluna çıkmamışsa bunun, kalmaya karar verenleri kararlarından caydırmak için olduğunu her fırsatta açıklıyordu.

O sıralar kararsız olanlar çoktu; babam da bunlardan biriydi. Çünkü Verda’yı ve kızını, Aragon ve Kastilya askerlerinin burnunun dibinde bırakıp gitmemeye and içmişti. Direngenlikle Hamit’e gidip gelmiş, ondan gözdesine bir haber ulaştırmak sözü almayı başarmıştı. Ayrıca büyük paralar ödeyerek bu işle uğraşan Bartolomeo adında Cenovalı bir tacir bulmuştu.

Bartolomeo uzun süreden beri Granada’da oturmaktaydı ve köle kurtarma işinden büyük bir varsıllık edinmişti. Babam çabalarının sonucunu almadan gitmek istemiyordu. Talihsizliği onu değiştirmişti. Toplumun değerlendirmelerine ve Selma’nın gözyaşlarına karşın, kendisini kuşatan bin bir türlü mutsuzluğa kulaklarını tıkamış, kendi mutsuzluğu içine gömülmüştü.
Komşumuz Berber Hamza’nın kararsız olması için başka nedenleri vardı. Yirmi yıl boyunca iyi bir sünnetçi olarak emeğinin karşılığında parça parça topladığı toprakları vardı ve en son üzüm kütüğüne varana dek iyi bir parayla satmadıkça gitmek niyetinde değildi. Bunun için beklemek gerekiyordu, çünkü bir an önce yola çıkmak için evecen davrananlar topraklarını yok pahasına satmışlardı. Alıcılar krallar gibi davranıyordu.
“Alçak Rumilerin son kuruşuna kadar toprağımın tam değerini ödemelerini bekleyeceğim,” diyordu.

Kökenler, Başlangıçlar: “İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?” – Nurdan Gürbilek

Hamza’nın her zaman büyük hayranlık duyduğu Estağfirullah’ın gönlü, saflıktan uzaklaşmasına razı olamıyordu, çünkü Hamza’nın bıçağı el-Bayyazin’deki erkek çocukların yarısını temizliğe kavuşturmuştu. Bir başka komşumuz olan Sa’d, yaşlı bir bahçıvandı; son zamanlarda gözleri görmez olduğundan yolculuğa dayanabileceğine inanmıyordu. “Yaşlı bir ağacı yabancı bir toprağa dikemezsiniz,” diyordu.
Dinine saygılı, Tanrı korkusu bilen bu adam, ulemanın aktardığı Hadisleri dinlemek ve kendi durumundakilere önerilenleri öğrenmek için gelmişti.

“Hamza ile Sa’d bize öğle namazından sonra geldiler,” diye anlattı annem. “Kapı çalınınca seni alıp yukarı çıktım, baban da kapıyı açtı, onları içeri aldı. Tıpkı baban gibi onların da yüzleri solgun, gülümsemeleri zorlamalıydı. Baban, onlara bahçede oturmaları için eski minderler gösterdi. Fısıldaşarak konuşmaya başladılar. Şeyh bir saat sonra geldi. Muhammet şerbet hazırlamam için bana seslendi.”

Estağfirullah’ın yanında, son zamanlarda Muhammet’le sık sık görüşen Hamit de vardı. Yaşlı kurtarıcı babamın tutkusundan etkilenmişti ve son yılda onunla o denli sık görüşmüşse bunun nedeni ona hak vermekten çok onun gençliği, gözüpekliği, ve kendi kendine işkence edercesine kendini kaptırdığı tutkusuydu.

O gün fekkak’ın bize gelişinin önemli bir nedeni vardı. Eskiden olduğu gibi dinsel saygınlığı olan biriydi, ve uzun yıllar Süren son işinin deneyimleriyle bakışları çok ciddiydi.
“Uzun yıllar boyunca tek düşleri özgürlüğe kavuşmak olan köleleri kurtarmaya çalıştım. O nedenle özgür bir insanın kendi gönlüyle köleliği seçmesini anlayamıyorum.” dedi. Ona ilk yanıt veren Sa’d oldu.

“Eğer hepimiz gidersek, Müslümanlık bu ülkeden sonsuza dek çıkmış olacak; Tanrının yardımıyla Türkler Rumilerle savaşmaya geldiklerinde onlara yardım etmek için biz burada olmayacağız.”
Estağfirullah’ın tok sesi bahçıvanı susturdu.
“Müslümanlara, inanmayanların bulunduğu bir ülkede bulunmak haram kılınmıştır. Tıpkı ölü hayvanların etinin, domuz etinin ve kanın haram kılındığı gibi; tıpkı adam öldürmenin günah kılındığı gibi.” Elini Sa’d’ın omuzuna koyup sözünü sürdürdü.

“Granada’da kalan her Müslüman, kâfirlerin ülkesindeki Müslüman sayısını artırır ve Tanrı’nın ve Peygamber’in düşmanlarının güçlenmesine yardımcı olur.” Yaşlı adamın gözlerinden bir damla yaş yuvarlanıp sakalına dek indi.

“Ben çok yaşlıyım. Yollar kat etmek, denizler aşmak için çok yoksulum. Peygamber, ‘Sizin için kolay olanı yapın, boşu boşuna zorlukla uğraşmayın’ dememiş miydi?”
Hamit bahçıvana acıdı, şeyhle ters düşmeyi göze alarak Nisa suresinden yüksek sesle ve makamla bir bölüm okudu. “Ancak hicret için yol ve çare bulamayan ve gerçekten güçsüz olan erkek, kadın ve çocuklar bunun dışındadır. Onlar Allah’ın bağışlamasını umabilirler. “Allah bağışlayıcıdır.” Sa’d, “Doğru söylüyor, Allah Kadir-i Mutlak’tır.” dedi. Estağfirulah çok açık olan gerçeği yadsımadı…

“Tanrı esirgeyicidir, sabrı sonsuzdur” dedi. “Yapabilenlerle yapamayanlardan aynı şeyleri beklemez. Eğer, O’nun sözüne uyarak göç etmek istiyor da yapamıyorsan O senin yüreğindekini bilir, ve seni niyetine göre yargılar. O seni cehenneme göndermez ama senin cehennemin burada bu topraklar üzerinde olur. Senin cehennemin, senin ve ailendeki kadınların her gün aşağılanması olur.”
Birden ellerini sıcak toprağa bastırarak bütün bedeniyle önce babama sonra berbere döndü, dik dik baktı.
“Sen Muhammet, sen Hamza. Siz de yoksul ya da hasta mısınız? Siz bu toplumda sivrilmiş, önemli kişiler değil misiniz? İslam’ın buyruklarına uymamanız için ne gibi nedenleriniz var? Hayın Yahya örneğini izlerseniz bağışlanmayı nasıl umabilirsiniz? Çünkü Ulu Tanrı nimetlerinden bol bol yararlandırdıklarından karşılığını bekler.”

Hamza da babam da son kerte utanmış olarak kâfirlerin ülkesinde hepten kalmak gibi bir niyetleri olmadığını, yalnızca işlerini yoluna koymak için beklediklerini antlar içerek söylediler. Estağfirullah, “Yeryüzü cennetlerine değer verenlere yazıklar olsun!” diye bağırdı. Muhammet’in gergin bir durumda olduğunu ve bu gerginlikle her türlü çılgınlığı yapabileceğini bildiği için ona saldırmak yerine her ikisine de babacan bir sesle konuşmayı daha uygun buldu.

“Kâfirlerin eline düştüğüne göre bu kent artık hepimize haramdır. Bundan böyle bizim için kapısı yavaş yavaş kapanmakta olan bir zindandır. Kaçmak için bu son fırsatı niye kullanmayalım?”
Ne vaizin azarlamaları, ne Hamit’in kandına sözleri babamı bu kentten gitmesi gerektiğine inandıramadı. Bu toplantının ertesi günü gözdesinden yeni bir haber var mı diye Hamit’in evine gitti. Selma ise kendi kendine, sessizce acı çekerek göç yoluna çıkmayı umuyordu.
“Yaz sıcaktan başlamıştı,” diye anlatıyordu. “Fakat Granada bahçelerinde dolaşan pek kimse yoktu. Çiçekler bile eski parlaklıklarını yitirmiş gibiydiler. Kentin en güzel evleri boştu. Dükkânlarda alışveriş durmuştu. Sokaklarda, en yoksul kesimlerde bile in cin top oynuyordu. Halka açık yerlerde Kastilyalı askerler ancak dilencilerle karşılaşıyorlardı, çünkü kentten gitmemiş olan Müslümanlar onurlarından ortalığa çıkmaktan utanç duyduklarından, evlerine kapanıyorlardı.”
Annem acılı bir sesle anlatmayı sürdürdü:
“Eğer insan Ulu Tanrının buyruklarına uymazsa bunu gizlice yapmalı, çünkü işlediği günahı sergilemek iki kat günahtır.”
Bu sözleri sık sık babama yineliyor fakat onu etkilemeyi başaramıyordu. Babam onun sözlerine, “Granada’da beni görenler yalnızca buradan ayrılmayanlardır. Onlar beni nasıl ayıplayabilirler?” diye karşılık veriyordu.

Dahası onurunun kırıldığı, küçük düşürüldüğü bu kentten ayrılmanın en büyük dileği olduğunu, fakat bir çakal gibi kaçmak istemediğini, buradan giderken başının dik, alnının açık olması gerektiğini söylüyordu. “Zilkade ayı gelmişti. Yılın sondan bir önceki ayı. Annesinin zorlamaları, ilenmeleri, ve bütün ailesini Cehenneme gömmek istediği suçlamaları sonucunda Hamza da yola çıkmaya karar vermişti. Mülkünü satmadan gidecek, birkaç ay sonra tek başına dönüp nesi var, nesi yoksa satacaktı. Estağfirullah için de göç zamanı gelip çatmıştı. Yanına Kur’an’dan ve yolda yetecek kadar yiyecekten başka ne altın ne de giyecek aldı.

Sonra Zilhicce ayı gelip çattı. Gökyüzünde bulutlar görünmeye, geceler serinlemeye başladı. Baban daha günlerini fekkak’la Cenovalı arasında gidip gelerek geçiriyordu. Akşamları eve kaygılı ve coşkulu, yorgun veya ciddi dönüyor, fakat gidişimizle ilgili tek sözcük etmiyordu.
Yeni yıldan iki hafta önce büyük bir evecenlikle üç gün içinde Almeria’da olması gerektiğini söyledi. Sabırsızlıktan yerinde duramıyordu. Niye Almeria? Daha yakında limanlar yok muydu? Boabdil’in ülkeden ayrıldığı Adra limanı veya er-Rabıta, Salobrena, ya da El-Munecar. Hayır, ille de Almeria’ya gidecektik ve üç gün içinde orada olmak zorundaydık. Yola çıkacağımız gece Hamit bize iyi yolculuklar dilemeye geldi. Muhammet’in neşesinin o olduğunu anladım. Hamit’e kendisinin göç edip etmeyeceğini sorduğumda, ‘Hayır,’ dedi, ‘tek Müslüman köle kalmayana dek buradan ayrılmayacağım.'”

Bu söz üzerine Selma ona, “Öyleyse daha uzun süre kâfirler arasında kalma tehlikesini göze alıyorsun!” diye sormuş. Kurtarıcı anlamlı bir gülümseyişle, karşılık vermiş. Umutsuz veya üzgün değilmiş.
“Kimileyin Ulu Tanrı’ya, onun buyruklarına daha iyi uyuyabilmek için boyun eğmemek gerekiyor.” Sanki kendi kendine mırıldanıyormuş gibi ya da belki Yaradan’la konuşuyormuş gibiymiş.
Ertesi gün sabah namazından önce, annemle ben bir katırın sırtında, yüklerimiz beş katıra yüklenmiş olarak yola çıktık.
Need Kapısında, kentin güneyinde daha güvenlik içinde yolculuk yapabilmek için, sayıları birkaç düzineyi bulan başka yolculara katıldık. Kentin çevresinde ve dağ geçitlerinde soyguncular doluydu. Çünkü kıyılara doğru yol alan yolcuların yanlarında büyük bir varsıllık götürdükleri biliniyordu.

“Topraklar sahip olmak için değil, hatırlanmak içindir”* Unutulmuş Topraklar – Aslı Erdoğan

* * *

Almeria’daki karmaşa benim çocuk beynimde silinmez izler bıraktı. Bizim gibi daha birçok kişi son dakikada göçe karar vermişti. İnsanlar en küçük fırtınaya dayanamayacak kadar küçük bir gemiye bile doluşuyorlardı. Orada burada birkaç Kastilyalı asker, hile yapıp sorun çıkaranlara korkutarak engel olmaya çalışıyor, daha başkaları da aç gözlerle denklerin içini denetliyorlardı. Anlaşmaya göre göç edenler taşınabilir varsıllıklarını hiçbir kısıtlama olmadan birlikte götürebileceklerdi Buna karşın, çok becerikli bir görevlinin avucuna sıkıştırılan bir altının büyük yaran görülüyordu. Kıyıda yoğun bir devinim göze çarpmaktaydı. Tanrı’nın, Müslümanların talihsizliklerinden yararlanmaya çalışanlara vereceği cezalar konusunda tekne sahiplerine uyarılarda bulunuyor, fakat bu konuşmaların hiçbir yararı olmuyordu. Tersine her geçen saatle birlikte gemi ücretleri artıyordu. Kazancın çekiciliği duyanları uyutuyordu. İnsanların panik içinde bulunuşu başkalarını eli açık davranmaya iteklemiyordu. Yola çıkacak olanlar boyunlarını büküp para keselerini boşaltıyorlar, ailelerine çabuk olmalarını işaret ediyorlardı. Güverteye çıkınca eşlerinin ve kızlarının oradaki karmakarışık kalabalık önünde kapalı kalmaları için büyük bir özen gösteriyorlar fakat ancak yüz kişi taşıyabilecekken üçyüz kişinin tıka basa doldurulduğu küçük bir gemide pek başarılı olamıyorlardı.

Almeria’ya vardığımızda babam kalabalığa karışmamızı istemedi. Atının üstünden limandaki kalabalığa göz gezdirdikten sonra, kapısında iyi giyimli bir adamın onu coşkuyla beklediği tahtadan yapılmış bir kulübeye yöneldi. Biraz arkasından onu izliyorduk; biraz daha yaklaşmamız için işaret etti. Birkaç dakika sonra dar bir geçitten küçük bir yelkenliye binmiş, eşya denklerimizin üstünde rahatça oturmaktaydık. Hamit’in kardeşi olan adam Almeria gümrüğünün sorumlusuydu. Kastilyalılar henüz işini elinden almamışlardı. Küçük yelkenli onundu ve ertesi güne değin yolcu almayacaktı. Annem, babamla bana deniz tutmasına karşı çiğnememiz için birer parça zencefil kökü verdi, kendisi de büyük bir parça aldı. Az sonra hava karardı, gemi sahibinin bizim için aldırdığı et köftelerini yedikten sonra uyuduk.

Gün doğarken bağrışmalarla ve gürültü patırtıyla uyandık. Düzinelerle erkek, çocuk, beyaz veya siyah peçeli kadın, bağrışarak küçük gemimize doluştu. Sağa sola itilmemesi, dahası denize atılmaması için eşyalarımıza sıkı sıkı yapışmamız gerekti. Gemi kıyıdan açılırken annem beni sıkı sıkı göğsüne bastırdı. Çevremizdeki kadınlar ve yaşlı erkekler ağlayarak dua ediyorlar, sesleri denizin sesi arasında boğulup gidiyordu.
Bu göç yolunda yalnızca babam sakin görünüyordu. Dahası Selma, kocasının yüzünde yol boyunca hiç eksilmeyen bir gülümseme olduğunun farkındaydı. Çünkü kendi dar alanında bir utku elde etmişti.

1493 – 1494
Amin Maalouf – Afrikalı Leo

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz