– Kitabın adını neden “Hasretinden Prangalar Eskittim” koydun?
AHMED ARİF — Bunu anlatmak doğru mu bilmiyorum. Çok kişisel bir şey. Çok duygusal. Artık anı olmuş. Kitabımın adını ben önce “Dört Yanım Puşt Zulası” koymuştum. Ama sevgili kardeşim Ali Özoğuz buna engel oldu. Bana “Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok” dedi. “Seni 15 yaşında çocuklar, kızlar taparcasına seviyorlar. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı bir şiirine bile verme, mısra olarak kalsın.”
Düşündüm, Ali’ye hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı “Hasretinden Prangalar Eskittim” olsun dedim.
Şunu da söyleyeyim, başlangıçta “eskittim” değildi, “çürüttüm”dü o sözcük. Yani “Hasretinden Prangalar Çürüttüm.” Fakat “çürüttüm” sözcüğünü sevmedim. Her ne kadar doğrusu “çürüttüm” de olsa sevemedim.
Bir de bu sözcükte üç tane “ü” geliyor arka arkaya, kulağımı tırmaladı. İç kulağımı, yani gönlümü tırmaladı. Her şairin bir de yüreğinde kulağı vardır. Onu tırmaladı işte. Müzik ve anlam bakımından daha güçsüz buldum. O nedenle “eskittim” dedim.
Bir de şu var. Bu konuda özellikle kimi şair arkadaşların sorularıyla karşılaşıyorum. “Kimin hasretiyle” diyorlar, “bir sevgilinin mi, yoksa bir idealin mi?” Elbette bu hasret somutlaştırılamaz. Tabii sevgili de var bunun içinde. Genç bir adamın elbette sevgilisi olacaktır. Ama bunun yanında bizim halkımızın mutluluğu, gelecek bakımından güvenli bir hayata kavuşmasının hasreti de olacaktır.
— Adiloş Bebe kim, onun hikâyesini anlatsan biraz da…
AHMED ARİF — Adiloş benim kızkardeşim Nezihe’nin çocuğudur. Adiloş şimdi kendisi de baba oldu. Nurtopu gibi oğulları var. Adiloş küçük kız kardeşimin ilk çocuğu, oğlu. Ben diyelim ki gözaltı, sürgün, diyelim ki kendi vatanımda garip ve mahkûmken Adiloş dünyaya geldi.
Kapımızın önünde sürekli gözetleyiciler beklerdi. Komşu teyzeler, ablalar küfür ederlerdi. “Ulan bunların başına loğ düşürelim, hepsini ezelim” diye… Loğ, yani damları yağmura karşı pekiştirmek için taştan yapılmış bir silindir. İşte evde durum bu… Bir stres, bir gerginlik var.
Dışarıdaki durum ise şöyle: Amerikan, Hollanda şirketleri Dicle’den sürekli kum çekiyorlar. O güzelim bahçeleri tarumar ediyorlar. Oralar hap meyve bahçeleriydi, kayısı, dut, gül bahçeleriydi. Şimdi hep gecekondu dolmuş. Dicle’den kum çekiyorlardı havaalanı yapmak için, askeri tesisler yapmak için. İşte benim, “Yârin bahçesi tarumar”
dediğim o günler… “Olancası bir tutam can, / Kadasına, belasına sunduğum” dediğim günler…
“Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi” hem kişisel, em üç-beş kişilik aile çevresinin, hem de benim canım şehrimin, sevgili vatanımın şiiridir. İşte Diyarbakır’ın şiiridir.
— Bir de senin bir türkü hikâyen vardı…
AHMED ARİF — Diyarbekir’de Apo diye çok yaşlı biri vardı. Belediyede çalışırdı. Onu sarhoş gördüm. Türkü söylüyordu. Türkü olunca tabii ben sus pus olup dinliyorum, arada bir de Apo’yu deşiyorum. Tatlıcı Şeyhmuz’un dükkânında tatlı yiyorum. Küçücük bir dükkân o zaman. Üç tane masası var mermerden. “El ele ver gidelim pulishaneye” diyor türkü. Pulishane, yani karakol. Ne demek el ele? Sevgilisiyle buluşacak, pulishaneye gidecek… Yani sevdasını legale çıkarıyor.
“Kurban olim seni doğan anaya” diyor ikinci mısra. Üçüncü mısra korkunç güzel: “Seni doğdu da başımı saldı belaya.”
Bunu evde anama anlattım. “Vış oğul” dedi. “Altmış sene önce ben çok küçükken söylenirdi bu. Apo, hırıfladı zaar.” Yani bunadı demek istiyor.
Böyle güzel türküleri seviyorum. Şunu anlatmak istiyorum. Pulishane lafı gibi hapishane de uydurulmuş. Ama hiç sevmem lafını. Sevimli değildir. Yine bu anlamda kullanılan “dam, kodes” lafları da güzel değil. Ne kulağa hoş geliyor, ne gönüle…
Şimdi size entellektüel bir isim söyleyeyim. Bizim sevgili halkımızın buluşu bu da. “Makamı Yusuf” diyor halkımız. Makamı biliyorsun, Yusuf da Hz. Yusuf. Neden Hz. Yusuf’un makamı oluyor. Çünkü firavun Yusuf’u zindana atmış. İşte zindan böyle şeref kazanıyor.
Bir başka konuşmada da “Makamı Yusuf”ta geçen günleri anlatırız…
— Yeni kitabının adı ne olacak? Söylemesen de bir ipucu verebilir misin?
AHMED ARİF — Yeni kitabımın adını çok seveceksiniz. Çok romantik bir ad. Özellikle hanımlar çok sevecek. Özür dilerim, şimdi bunu açıklamak istemiyorum. Bu adı bir tek Cemal Süreya biliyordu. Şunu söyleyeyim,
“Hasretinden Prangalar Eskittim”e benzer bir ad.
— Şiir de geçen bir mısra olabilir mi?
AHMED ARİF — Bir mısra mı diyeyim, iki mısra mı? Öyle işte. Belki tek mısra değil ama, okunurken tek mısra gibi anlaşılabilir. Sizin bildiğiniz şiirlerin hiçbirinde yok. Daha bitmemiş, bence olgunlaşmamış, halkın karşısına, huzuruna çıkacak olgunluğa, akışıklılığa ulaşmamış bir şiirden…
— Yakında mı kitabın yayımlanışı?
AHMED ARİF — Herhalde… Yeni kitabı hastalığım aksattı. Bundan söz etmeye utanıyorum. Olacak sanıyorum. Merak etmeyin. Biraz da titiz oldum artık.
Elbet bunlar bildiğiniz şiirlerin çok daha gelişmişi olacak sanıyorum.
Onları bitirmem lazım. Kendime bir de bahane buldum tembelliğim için.
Bu hastalık işte. Yoksa çoktan bitmişti. Çünkü bu hastalık ve bu ilaçlar günlük olaylarda bile bir unutkanlık yapıyor. Sonra kendi kendime diyorum ki acaba yaratma gücümü de etkiliyor mu? Geceleri kendimi sorguya çekiyorum. Hayır, çok sağlam mısralar geliyor.
Şunu da anlatayım. Ben çocukluğumdan beri gece rüyamda şiir okurum, mısra söylerim. Şimdi şimdi yazı da girdi rüyaya. Yani rüyamda kâğıt görüyorum. Kâğıda mısra yazıyorum. Delikanlılığımda kalkar not ederdim. Şimdi not etmiyorum. Bakıyorum unutmamışım. Şah mısralar buluyorum.
Beynim işte bu hale gelmiş. Yüreğim bu hale gelmiş. Yani ben şiirle özdeşleşmişim. Gerçekten organik bir şiirdir benim şiirim bu anlamda.
Tam anlamıyla. Yani bütün hormonlarımla, bütün duygularımla, bütün egemen düşüncelerimle, hani leit motif diyoruz ya, onun bütün unsurlarıyla organik bir şiir. O nedenle ilgi görüyor.
Peki nedir organik şiirin karşıtı ya da organik şiirden başka şiir?
Biliyorsan mekanik şiirler de var. Kafiyeye uyar gidersin. Pek çok değerli abimizin şiirleri öyledir. Güzel şiirlerdir ama, bir ses olarak kalırlar. Hayata uygulayamazsın. Hayatın içinden onu göremezsin baktığın vakit.
Şimdi aile de okuyor benim şiirimi, öğrenci de, köylü de, hatta göçebe de okuyor. Peki nasıl oluyor bu? İşte böyle yorumluyorum ben. Halk olarak, yaşlı-genç büyük bir kitleye hitap ettiğim için. Yoksa yalnız öğrenciler için yazsam, miting şiirleri, militanlık şiirleri yazsam, belki o da tutar ama, bir süre sonra etkisi geçer.
Gerçekten en ayıp şey benim için, şiire ihanettir. Kitap bu yüzden biraz gecikiyor belki…
Ben biraz saf adamım. Arkadaşlarımı çok seviyordum, halkımı çok seviyordum. Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Biliyorsun, “Akşam Erken İner Mahpushâneye”de belirttim. Ne diyorum orada?
“Vurulsam kaybolsam derim,
Çırılçıplak bir kavgada,
Erkekçe olsun isterim,
Dostluk da, düşmanlık da,
Hiçbiri olmaz halbuki,
Geçer süngüler namluya.
Başlar gece devriyesi jandarmaların…”
İşte benim bütün hayatım burada. Bu yedi mısrada.
Hep böyle sürprizler, böyle başlangıçlar, böyle sonuçlar…
Bu, bir bakıma benim kişisel hayatım değildir.
<<Öncesini oku |
Ahmet Arif Anlatıyor
Kalbim Dinamit Kuyusu
Refik Durbaş
Diyabakır ın bütün güzelliklerini taşıyor