Ben büyük değilim. Halkımın sıradan ve gariban bir ozanıyım. Lütfen bunu belirt. Buna inanıyorum ve onur duyuyorum. Bazı adamlar “Son elli yılın en iyi kitabını ben yazdım” diyorlar. O kendi iddiası muhteremin. Nâzım Hikmet’in memleketinde böyle laflar edilir mi?
Benim şansım halkla kucaklaşabilmek, ya da ona ulaşabilmek. Pek kucaklaşmış değilim ona biraz ulaşmışım. Benim şansım budur işte…
Bir insan bir doğumevinde meydana geliyor, bir dağ başında, bir Yörük çadırında, bir bağ evinde. Komşuları nasıldır, çevresi hısım akrabası kimlerdir? Bütün bunlardan pek çok şey alır.
Ben de elbette böyle çok şeyler aldım. Kültür ağırlığım, töre ağırlığım, giderek içgüdülerim ona göre gelişti. Şiirim de o yönde gelişti mi, bilmiyorum. Çünkü insan kendi şiirine içine dönüp bakamıyor. Yanılıyor. Şimdi bana Bingöllüler kavga döğüş “Ahmed Abi bizim hemşehrimizdir”
diyorlar. Siverekliler “Diyarbakır da neymiş, o bizim çocuğumuz, bizim abimizdir” diyorlar.
Ahmed Arif – Ben Anadolu’nun hiçbir yerinde konuşulan Türkçeyi küçümsemem, aksine çok severim. O Türkçeyi dinlemek isterim. Bir şeyler öğrenmek, kapmak isterim.
Şimdi Afyon Türkçesi, Isparta, Uşak Türkçesi, İstanbul Türkçesinden çok mu kaba? Hiçbir kimseye Doğu Anadolu Türkçesini hor görme hakkı verilemez.
Mesela ben Afyon’da lisede okurken bir-iki yıl içinde Türkçemi düzelttim. Çok güzel Türkçe konuşur oldum. Ama Siverek’e gidince, Diyarbakır’a gidince, yani Fırat’ı geçer geçmez şivemi değiştirirdim.
Çünkü bu sefer de onlar beni hor görüyordu. Bu sefer ailem, nenem, ayım, teyzelerim beni hor görüyorlardı. “Bu oğlanın konuştuğu dile bakın” diyorlardı.
Bugün de ben Diyarbakır Türkçesini tadını çıkara çıkara konuşurum. Çok özlerim. Bir Diyarbakır evine gitsem, benim yaşımda, benden yaşlı bir ablayla, bir ağabeyle oturup bir güzel sohbet etsem. Hep bunu özlerim.
Diyarbakır Türkçesi gerçekten tadına doyulmayacak güzellikte bir Türkçedir.
Ben bu Türkçeyi bazı şiirlerimde bilerek, isteyerek kullanıyorum. Belki teorik olarak, kuramsal olarak bu yanlıştır, ama ben nihayet bir ozanım, bir dil bilgini, bir öğretmen değilim. Ozan olduğum için de kendimi özgür sayıyorum. Arada sırada haliyle kendi kökenime, kendi damarlarıma özlem duyacağım. Ölünceye kadar da bu böyle gider.
Bir şey daha söyleyeyim.
Ben buralarda, bu hastanelerde, bu topraklarda değil, gene oralarda, Dicle kıyısında bir çadırda ölmek isterim. O kadar güzel ağıtlar yakar ki o kadınlar. Hiçbir müzik o kadar dokunaklı olamaz…
— Hangi tür müzikten hoşlanıyor, hangi müziği dinliyorsun?
AHMED ARİF– Beethoven’in “9. Senfoni”si, bir de Schubert’in “Dünyayı Dolaşan Şarkı”sı üstüne başka bir müzik tanımıyorum.
Bizim çocuklar, Filinta’nın yaşındakiler rock müzikle, havy metal dedikleri bir müzikle uğraşıyorlar. Onlarda da bazı güzellikler sezmiyor değilim.
Ama şunu da söylemek istiyorum. Halk türküleri kesinlikle yanlış söyleniyor. Bunun bir-iki istisnası var. Biri Rahmi Saltuk, biri Hale Gür. İkisi de yanlışsız ve otantik söylüyor. İkisine de hayranım.
Bunların dışındakiler bana bir şey söylemiyor.
Halk müziği o kadar kolay, şıpın işi bir müzik değildir. Yaşar Kemal çok güzel anlatır. “O senin oturduğun keçenin üzerinde çağının ünlü ozanı kaval çalmıştır” diyor. Yani adam misafirini ağırlıyor, oturduğu keçe bir kutsallık kazanmış, o kilim, o köşe. Filan zaman, burada falanca ozan kaval çaldı, türkü söyledi diye…
İşte burada da feodallik başlıyor. Ama olsun…
Bu, bir güzelliği sevmektir. Bu, bir güzelliğe vurgun olmaktır.
Feodallik buysa sefa gelmiş, hoş gelmiş. Ben ot gibi burjuvalığı, daha da aşağılık kapitalistliği, gangster kapitalistliği, emperyalizmin uşaklığını tercih edecek değilim ya…
— Sinema-tiyatro üzerine neler söylemek istersin?
AHMED ARİF– Asaf Çiğiltepe benim arkadaşımdı. Bazı geceler tiyatroda sabahlardım. Sohbet ederken sabahlardık. Evim de yakındı. Orada çok değerli kardeşlerim, arkadaşlarım oldu. Ayberk Çölok gibi, Tunca Yönder gibi. Özellikle Ali Özoğuz gibi… Daha sonra Kerim Afşar’la tanıştım. Bütün bunlardan önce de tiyatroya bir kardeş verdim: Yılmaz Gruda. Tiyatro onunla onur duydu mu bilmiyorum. Ben yitirmiş saymıyorum ama, o şöyle diyor: “Abi ben şiire ihanet ettim, tiyatroya vurdum kendimi.” Yılmaz gibi yiğit kolay dünyaya gelmez. Bunu da ben bilirim.
Sinemaya gelince. Bildiğim ustaların filmleri artık televizyonda oynuyor. Ulaşılması imkânsız bir düzeyde Amerikan sineması. Bu adamlar seyirci çekme sanatını da biliyorlar. Bazı Sovyet filmleri de Amerikan filmleri düzeyinde. Ama Fransız sinemasını sevmiyorum. Biraz bana hafif gibi geliyor. Bir de Akiro Krusowa var. Bence çağımızın en büyük ozanı. Bir kamera ve görüntü ozanı…
— Sinemaya gider miydin?
AHMED ARİF– Anafartalar’da bir Sümer sineması vardı. 25 kuruşa girerdik. Küçük bir sinemaydı. Mesela orada John Ford’un “Gazap Üzümleri”ni seyrettim. Belki bütün bir hafta bu filmi seyrettim.
— Sevdiğin yıldızlar?
AHMED ARİF– Delikanlılığımda çok sevdiğim yıldız Rossana Podesta idi. Rossana biraz sevgilime benzerdi. Bir de Lizabeth Scot vardı, o da sevgilime benzerdi. Oysa bunlardan biri sarışın, biri Akdeniz dilberidir.
Erkeklerden ise sevdiğim Humphrey Bogart’la Burt Lancaster’di.
Sonraları bunlara Yul Bryner de katıldı. Yaşlandıkça, gençliğimde seyredemediğim Marlon Brando’yu keşfettim.
Türk sineması deyince sevdiğim ağabeyler var, yönetmenler var. Mesela gençlerden Barış Pirhasan var. Yıldız olarak Hale Soygazi’yi, Şener Şen’i seviyorum.
Ve söylemeye gerek yok Yılmaz Güney’i seviyorum. Yılmaz’ı aktör olmaktan çok, bir yönetmen olarak seviyorum daha çok. Yılmaz bir sinema dehasıdır.
— Yılmaz Güney’le hiç karşılaştın mı?
AHMED ARİF– Elbette. Yılmaz tutukluyken delikanlılar götürdü beni.
Çevremde sımsıkı bir duvar ördüler. Hepsi de hazırlıklıydı, doluydu.
Cezaevine gittik. Yılmaz’la rahatça görüştük.
— Hangi cezaevinde?
AHMED ARİF– Burada, Ankara’da. Onun kendisini bir katil olarak görmemesini, halkının değerli bir sanatçısı, ender, öncü bir sanatçı olarak görmesi gerektiğini söyledim ona. Çok sevindi, ama ne yazık ki kucaklaşıp öpüşemedik. Çünkü aramızda tel örgüler vardı.
Yılmaz’la tek görüşmemiz bu oldu. Ama Yılmaz bütün halkımız için, ulusumuz için, vatanımız için çok büyük bir kayıptır. Sonsuza kadar yaşayacak bir değerdir, hazinedir.
“HALKIMIN SIRADAN VE GARİBAN BİR OZANIYIM.”
— “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabın
niye böylesine geç yayımlandı?
AHMED ARİF– Kitabın geç çıkması benim tembelliğimden, önem vermeyişimden. Ben bu konuda hâlâ biraz amatörüm. Hiç profesyonel olamadım.
Şiir önce bir güzellik duygusudur. Bu güzellik duygusunu kurtarmak, nu anlatmak, onu yaratmak. Ondan sonra da elbet bir konusu vardır.
Adamına göre, kilosuna göre, ne bileyim meşrebine göre. Kimisi gider firavunları anlatır, kimisi güncel olayları verir. Kimisi sıradan, erkesin yazabileceği, sözüm ona aşk şiirleri yazar.
— Kitabın öyküsü..?
AHMED ARİF– Adını vermeyeyim. Birisine şiirleri verdim. Kitap çıkacak, ama iki yıl bekletti. Her yere gitti o kitap. Biliyorum. En son Şevket Süreyya’nın sansüründen geçti. Ama olumlu rapor geldi.
Bunlar öyle bir şey ki bütün Türkiye duyuyor, anlatıyor, en son ben duyuyorum. Yayıncılar, editörler, şaşılacak şey, röntgen gibi biliyorlar birbirlerini…
İki yıl beklemeden sonra “Hasretinden Prangalar Eskittim” çıktı. Fakat yayıncı bir kâğıt imzalatmış bana. Doğrusu ben okumadım. Güvendim.
Diyeceksin niye okumadın? Matbu, basılı bir şey. Güven de var ya…
O kâğıtta bir madde var. Ne diyor biliyor musun? “Bu kitap en az iki yıl ikinci baskıyı yapamaz.” Şimdi ben iki yıla mahkûm muyum? Evet.
Sonraki baskılardan biliyoruz. Bazı abilerim, kardeşlerim var, öylüyorlar. Mesela Van’a balya halinde gidiyor kitap. Yani öylesine satıyor.
Cüneyt Arcayürek arkadaşım. O zaman Hürriyet gazetesinin Ankara temsilcisi. Bir gün bana dedi ki: “Bobin artığı sonsuz kâğıt var.
Senin kitabını basalım. Hürriyet gazetesinin satıldığı her büfeye koyarız. Peşin de sana elli bin lira verelim. Bütün geliri de senin olsun.”
Düşünebiliyor musun, Cüneyt bunları 1968’de söylüyor. Hem de elli bin lira vererek. Şu oturduğum ev o zaman 80 bin lira. O da yirmi yılda ayda 500 lira ödenerek…
Ben “Ayıptır sözden dönmek. Adama verdim kitabı, o basacak” dedim. “Ne yapalım.”
Ve adam bana beş bin lira verdi. Bunun karşılığında en az 200 bin bastı.
Bu arada dağıtıcılar geliyor, “Biz yayımlıyalım” diyorlar. Hepsinden utandım. Adamın bana söylediği de şu: “Seni zengin edeceğim.” Verdiği para da beş bin lira. İki yıl önce evlenmişim, ondan kırtasiye filan almışım. Bu beş bin liradan o kırtasiyenin parasını da kesmiş.
Bir gün Erdal Öz geldi, “Seni Oğuz Akkan’la tanıştıracağım” dedi.
“Pişman olmayacaksın.” 12 Mart günleri, bense herkesten kaçıyorum. Bir daha buluştuk, çay içtik, beni ikna etti Oğuz. Dedim ki “Kardeşim ben sana yeni bir kitap veririm. Hemen bugün yarın değil ama, hele ortalık biraz düzelsin.” “Yok” dedi, “Sen karışma. Onu da verirsin, ben bu işin kompetanıyım. Editörüm. Ben bu kitabı satarım. Biliyorum onun kaç bastığını.”
Her şeyi anlattı bana, şaşırdım.
Ve ayrılırken Oğuz benim cebime elli bin lira koymuş. “Lütfen, eve gidinceye kadar cebindeki zarfı açma” dedi. “Bu doğrudan doğruya Filinta’nın hediyesidir. Ben onun amcasıyım. Doğumunda bir şey ikram edemedim. O Filinta’nındır.”
Oğuz’un öyle bir inceliği var işte. Ayrılırken şunları söyledi: “Senin baremin yoktur. Ayıptır seni şu kadar para veririz diye bir anlaşmaya bağlamak.” Ve rahmetli Oğuz her seferinde fazlasını ödemiştir bana. Ben kitapçıların önünden geçemezdim. Gençler “abi, abi” diye hep peşimde.
Dağıtıcı bana para getirirdi. Her ay maaş gibi ödeme yapardı bana.
“Biz Oğuz Beyden böyle talimat aldık” derlerdi.
Ben büyük değilim. Halkımın sıradan ve gariban bir ozanıyım. Lütfen bunu belirt. Buna inanıyorum ve onur duyuyorum. Bazı adamlar “Son elli yılın en iyi kitabını ben yazdım” diyorlar. O kendi iddiası muhteremin. Nâzım Hikmet’in memleketinde böyle laflar edilir mi?
Benim şansım halkla kucaklaşabilmek, ya da ona ulaşabilmek. Pek kucaklaşmış değilim ona biraz ulaşmışım. Benim şansım budur işte…
Bir insan bir doğumevinde meydana geliyor, bir dağ başında, bir Yörük çadırında, bir bağ evinde. Komşuları nasıldır, çevresi hısım akrabası kimlerdir? Bütün bunlardan pek çok şey alır.
Ben de elbette böyle çok şeyler aldım. Kültür ağırlığım, töre ağırlığım, giderek içgüdülerim ona göre gelişti.
Şiirim de o yönde gelişti mi, bilmiyorum. Çünkü insan kendi şiirine içine dönüp bakamıyor. Yanılıyor.
Şimdi bana Bingöllüler kavga döğüş “Ahmed Abi bizim hemşehrimizdir”
diyorlar. Siverekliler “Diyarbakır da neymiş, o bizim çocuğumuz, bizim abimizdir” diyorlar.
Şimdi Diyarbakır’ın benim üzerimde hakkı yok mudur? Diyarbakır doğum yerim. Ama ben Diyarbakır’da sadece anaokuluna gittim. Hiç çocukluk arkadaşım yok Diyarbakır’da. Orada nenem vardı, dayım vardı. Onlarda bir-iki gün kalır, geçerdim.
— Günümüzde yazılan şiir üzerine neler söylemek istersin?
AHMED ARİF– Delikanlılığımda öyleydim, şimdi de öyleyim. Şairler yaradılış gereği alıngan oluyorlar. Bazılarını hiç tanımıyorum, azılarını çok seviyorum.
Şimdi senin şiirini de seviyorum, Ahmet Erhan’ın şiirini de… Oysa ikinizin şiiri de bana yabancı…
Benim tarzım şiirin önce anlaşılır ve insanı yüreğinden yakalayan bir şiir olmasıdır. Elbette bu sade suya bir şiir değildir. İmge zenginliği bakımından olsun, ses zenginliği bakımından olsun, mısra haysiyeti bakımından olsun nereye vardığımı, nereden başladığımı, ereye geldiğimi biliyorum ama, bunları anlatmak gerçekten benim için ayıp. Yakışık almaz.
İnancımı yeniden belirteyim. Benim için en soylu varlık halkın kendisidir. Yoksa soylu olmak, bir aile, bir şecere sorunu değildir.
Secere deyimini özellikle kullandım. Çünkü bu deyim insanlar için kullanılmaz! Sadece safkan atlar için geçerlidir. İnsanlarınsa kimlik belgesi ya da kafa kâğıdı bu işi görür. Bana gelince lütfen ve lütfen unutma, ben halkımın mazlum ve gariban bir ozanıyım. Böyle olmak da yüce bir onurdur.
— Şiire yeni başlayan, örneğin 20 yaşlarında bir genç şaire ne gibi öğütler vermek istersin?
AHMED ARİF– Ben arkadaşlarıma şunları söylüyorum. Bana böyle gelenler oluyor. Ben onlara şöyle diyorum: Dünyada en ayıp şey bana nasıl bir yol gösterirsiniz şiir yazmak için diye sormak…
Öğretmekle, eğitimle, uğraşmakla bir insan milyarder de olur, holding patronu da… Marangoz da olur, demirci de… Pilot da olur, ne bileyim olur oğlu olur. Her şey olur yani… Bütün mesleklerde başarıya ulaşabilir. İşte bir derece tutturur… Ama böyle şair olması imkânsızdır. Şiirin okulu yoktur. Eğer şiirin okulu varsa, o okulda öğrenilenle yazılan şiir on para etmez bence…
Beni götür şimdi İngiltere’ye. Üç-beş yıl kalayım orada. Bir İngiliz kadar İngilizceyi öğrenirim. Ama şiirin böyle öğrenilmesi mümkün müdür?
Şimdi aklıma geldi de söylüyorum. Bazan salonlarda, stadyumlarda şiir okurken bana laf atıyorlar, Kürtçe oku diye…
Bir defa bu saçma bir şey. Bir insan iki dilde şiir yazamaz. İsterse o insan yirmi dil bilsin, ana dili gibi bilsin, gene de yazacağı bir dildir. Şiir tek bir dille yazılır çünkü. Ve yazıldığı dilden başka bir dile de çevrilemez.
Diyeceğim şiirin okulu yoktur, eğer okulu olursa çok kötü bir şiir olur. Başka nasıl olabilir? Elbette teknik bakımdan olsun, uygularını, imgelerini zenginleştirmek bakımından olsun bir ozanın okuması gereklidir. Öncelikle de Fransız şiirini çok iyi bilmesi gerekir. Pablo Neruda gibi ustaları bilmesi gerekir. Elindeyse Arap şiirini bilmesi gerekir. Ben İncil kadar, Tevrat kadar şiir dolu bir kitap hatırlamıyorum. Mesela Kitabı Mukaddesi bütün ortaokul ve lise hayatımda okudum sürekli olarak.
— Tevrat’ta da Kuran’da olduğu gibi “Şuara Suresi”ne benzer bölümler var mı?
AHMED ARİF– Tevrat’ın, Zebur’un kendisi zaten şiirdir. Mezamir diyorlar ya, onlar. Özellikle Davut Peygamber bölümü, bir de Hz.
Süleyman bölümü. Saf, halis şiirlerdir onlar.
İsa’nın bir sözü var, diyor ki: “Sende olanın en iyisini dostuna ver.”
Ben bunu okumadan önce babamdan işittim. Babam da şöyle derdi:
“Evladım, bir dilim ekmeğin varsa yanık olmayan, daha iyi pişmiş tarafını arkadaşına ver, muhtaç olana ver. Asalet budur.”
Yine İsa diyor ki: “Senin kulağına fısıldadığımı sen meydanlarda haykıracaksın.” Hangi şair dayanabilir buna? Devrimcilik söz konusu ise yabana atılacak bir şey midir İsa’nın bu sözü. “Efendim, o peygamberdir, mistiktir, ondan devrimci olur mu?” denebilir.
Devrimcinin mutlaka dinsiz olması gerekmez. İnsan, çok karmaşık yapısı olan bir yaratıktır. 24 saat şair olunur ama, 24 saat devrimci olunmaz. 24 saat politikacı, esnaf olunmaz. Şiirin dışında her şey insanın günlük uykusuna, dinlenmesine, çalışma biçimine göre ayarlanabilir. Ama şiirin böyle bir saati yoktur.
— Rüyanda bile şiir yazdığını söylüyordun…
AHMED ARİF– Bak sana rüyada gelen bazı mısraları söyleyeyim:
“Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Ve cânım yarı geceler
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları”
İşte bu üç mısra rüyada gelmiştir bana. Yanlış anlaşılmasın vahiy değil tabii. Onu da anlatacağım.
Bu üç mısra “Leylım Leylım” şiirinden. Ama montaj. Hiç montaja benziyor mu? Çünkü öbür bölümleri de zaten yoğura yoğura yazdım.
Organizmam buna ayarlanmıştır. Tıpkı gözü bağlı atın kokuyla, başka duyularıyla, uçuruma düşmeden, kaybolmadan gidip yerini bulması gibi… İşte onun gibi ben uykuda da olsam gider şiiri bulurum. Daha doğrusu şiir gelir beni bulur.
Hz. Muhammed diyor ki: “İnsan mertebeleri üçe ayrılır. Ben peygamberim, benim işim vahiydir. Allah’ın buyruklarını size iletirim.
İlham vahiyden bir mertebe yukarı. İlhamdan da üstün ibda var.”
Şimdi şiir bir ibda mı, değil mi? Bunu kendi kendimize soralım. Yani şiir bir yaratma mı, değil mi? İşte bu da yoruma bağlı…
O, şairleri neden lanetlemiştir. Onun lanetledikleri o çağın putperest, sapkın şairleriydi. Belki de haklıydı.
Yoksa cehennemde yer kalmazdı şairlerden başkasına…
Utanarak bir şey anlatayım. Kahroluyorum.
Yengemin bir amcası var. Bu adamcağızla hiç tanışmadım. Ramazan Amca adı. Bütün ailenin, hepimizin en büyüğü. Cizre’de bir aşiret büyüğü.
Sabahtan akşama kadar sofrası açık.
Kardeşim Tuncer Cizre’ye su götürdü. Devlet su yolları yaptırıyor ya, nun müteahhitliğini aldı. Düşün ki Cizre’nin o güzelim halkı
Dicle’den çamurlu su içiyor. Her türlü hastalık var. Bir pınardan, bir kaynaktan çıkan su da var. Onu tenekelere doldurup satıyorlar. Halk da bu suya “Ava Memura”, yani memurların içtiği su diyor. Kardeşim suyun yanında kanalizasyonunu da yaptı Cizre’nin.
Bu bakımdan kardeşimi seviyorlar Cizre’de. Bir kaymakam, bir jandarma komutanı kadar önemli. Bir gün evde oturmuşlar. Kardeşim orada,
Ramazan Amca da… Yeniliyor, konuşuluyor. Ortada da benim şiir kasetim dönüyor. Ben şiir okuyorum. Ramazan Amca konuklarına kardeşimi gösteriyor. Ne demesi gerek? “Benim damadım” işte. Öyle demiyor. “Ev breyi Ahmed Arif”, yani “Bu Ahmed Arif’in kardeşi” diyor.
Dedim ya, Ramazan Amca beni hiç görmedi. Kurban olayım onun ak sakalına. Bir sarılıp öpeydim. Seksen yaşında bir adam…
Şimdi oradaki konuklar beni tanırlar mı, tanımazlar mı? Köyden gelmişler, aşiret adamları. Adamın güzelliğini görüyor musun? Nasıl duygulu bir adam? Kaldı ki ben Türkçe okuyorum. Onun bildiği Türkçe ise çok kıt, çok sınırlı. Kendi evinde Türkçe konuşmuyor o adamcağız.
Bunu gerçek olarak söylüyorum. Kendimi bu sevgiye, bu ilgiye karşı hak etmiş saymıyorum. Utanıyorum bu nedenle. Bu halka iki tane daha şiir verebilsem. Bütün ömrüm bununla geçmeli.
Ama benim bir özelliğim var. Benim üzerimde yıllarca saçma bir yasak vardı. İki satır yazsam üç günde bir basılır, yakalanırdı. Şiirleri vermezler, dayak atarlar, sorguya çekerlerdi. Ben bunu tek başıma çektim, o kahrı. Ve kendimi buna ayarladım.
Sana bir şey söylesem, şaşırırsın. Karımın telefon numarasını bile bilmezdim. Muhabir arkadaşlara rica ederdim, yengenizi arayın diye. Onlar ararlardı. Şimdi de kimsenin telefon numarasını bilmem. Neden mi? Provakasyonu önleme duygusu. Psikoloji bu işte…
<<Öncesini oku | devamı oku…>>
Ahmet Arif Anlatıyor
Kalbim Dinamit Kuyusu
Refik Durbaş