ADORNO: YERLEŞMİŞ VE KABULLENİLMİŞ OLAN HER ŞEYE KARŞI ÖLÇÜSÜZ BİR SAYGI VAR!

İnceliğin diyalektiği üzerine

— Doğmakta olan sanayi toplumunda her türlü insani ilişkinin imkânsızlaşacağını sezen Goethe, Wilhelm Meister’in Yolculuk Yılları’nda, inceliği, yabancılaşmış insanlar arasındaki kurtarıcı uyarlanma olarak sunmaya çalışmıştı. Vazgeçişten ayrılamayacak bir şey olarak görünüyordu bu uyarlanma ona; bütünsel temastan, tutkudan ve katışıksız mutluluktan el çekilecekti. İnsani olan, Goethe için, tarihin sorgulanmaz akışını, ilerlemenin insanlık dışı niteliğini, öznenin sönümlenişini kendi davası gibi olumlayan bir öz-sınırlama anlamına geliyordu. Gelgelelim o dönemden bu yana olup bitenler, Goethe’vari bir vazgeçişin doyum olarak görünmesine yol açacak türdendir. Bu arada incelik ve insanlık da -bunlar aynı şeydi onun için- Goethe’ye göre bizi gitmekten alıkoyacakları noktaya kendileri gitmişlerdir.

Çünkü artık bildiğimiz gibi kesin bir tarihsel ânı vardır inceliğin. Burjuva bireyinin kendini mutlakiyetçi zorun sultasından kurtardığı andır bu. Özgür ve tek başına, sadece kendine hesap vermektedir birey; öte yandan, mutlakiyetin geliştirdiği hiyerarşik saygı ve düşüncelilik de eski ekonomik temelinden ve korkutucu gücünden sıyrılmıştır ama imtiyazlı gruplar içinde bir arada yaşamayı katlanılabilir kılacak kadar da varlığını korumaktadır henüz. Mutlaki-yet ile liberallik arasında bu ilk bakışta paradoks gibi görünen etkileşim, sadece Wilhelm Meister’de değil, Beethoven’in geleneksel kompozisyon örgülerine karşı tavrında, hatta mantıkta Kant’ın nesnel olarak bağlayıcı fikirleri öznel olarak kurgulamasında bile gösterir kendini. Beethoven’in dinamik ve patlayıcı sergilemeleri izleyen düzenli özetlemelerinde, Kant’ın skolastik kategorileri bilincin birliğinden çıkarsamasında açıkça “incelikli” olan bir yön vardır.

İnceliğin koşulu, eski sağlamlığını ve yekpareliğini çoktan yitirmiş ama yine de sürüp giden konvansiyondur. Onarılmaz bir yıkıntı halinde, sadece biçimlerin parodisinde yaşayıp gidiyordur: Cahillerin yararlanması için keyfi olarak düzenlenmiş veya geçmişten derlenmiş bir görgü kuralları demeti, gazetelerin gönüllü “görgü danışmanlarının” hep öğütlediği türden – şeref saatlerinde bu konvansiyonlara can vermiş olan anlaşmaysa şimdi araba sahiplerinin ve radyo dinleyicilerinin gözü kapalı konformizmine bırakmıştır yerini. Törensel ânın göçüşü, ilk bakışta inceliğe yarayacak gibidir. Özerk olmayan ve zarar verecek ölçüde dışsal kalan her şeyden kurtulduğunda incelikli davranışın da artık sadece her insani durumun kendi özgül gereklerini dikkate alması beklenir. Ama böyle bir özgürleşmiş incelik, nominalizmin her bağlamda karşılaştığı zorlukların ortasına düşecektir. İncelik düpedüz törensel konvansiyonlara boyun eğmek anlamına gelmiyordu: Daha sonraki hümanistlerin ironikleştirdiği de tam bu türden konvansiyonlardı.

İncelikli tavır, kendi tarihsel zemini kadar paradoksaldı aslında. Konvansiyonun yetkisiz kalmış iddialarıyla bireyin başıbozuk yönelişleri arasında bir uzlaşma -gerçekte imkânsız bir uzlaşma- istiyordu. İncelikli davranışın konvansiyondan başka ölçüsü yoktu. Konvansiyon, ne kadar kuruyup solmuş bir halde olursa olsun, bireysel hak iddiasının tözünü oluşturan evrenseli temsil ediyordu. Farkların ayrıştırılmasıdır incelik. Bilinçli sapmalardan oluşur. Ama özgürleşmiş -ayrıştırılacağı bir evrensel kalmamış- incelik, bir mutlak olarak karşısına dikildiği bireyi cezbetmeyi de başaramaz ve sonunda mutlaka haksızlık eder ona. Neyin tartışılıp neyin tartışılmayacağını belirleyen hiçbir kuralın kalmadığı bir dünyada, artık iyi yetişmenin doğal gereği sayılmayan “sağlığınız nasıl” sorusu mütecessislik ya da kötü niyetliliğe, nazik konular karşısında suskunluksa bomboş bir aldırışsızlığa dönüşür. Böylece birey de inceliğe karşı düşmanlık -sebepsiz de olmayan bir düşmanlık- beslemeye başlar: Sözgelimi belli bir kibarlık biçimi, kendisiyle bir insan olarak konuşulduğu duygusunu vermekten çok, insanlık dışı durumunu sezdiriyordur ona ve kibar kişi de sırf kibarlığı sürdürdüğü, bu aşılmış ayrıcalığı devam ettirdiği için nezaketsiz görünme riskiyle karşı karşıyadır. Özgürleşmiş ve tümüyle bireyselleşmiş incelik sonunda sadece bir yalan haline gelir. Bugün inceliğin bireydeki sahici ilkesi, hakkında konuşmayı sahiden reddettiği şeyde saklıdır: Her bireyde cisimleşen fiili ve daha çok da potansiyel güç.

Kişilere teklifsiz davranma ve onları oldukları gibi kabul etme önerisinin ardında gayretkeş bir “yerine oturtma” isteği yatıyordur aslında: Bireyi ve önündeki olasılıkları, ağzından çıkan her sözün içerdiği zımni kabullenişler aracılığıyla, gittikçe katılaşan evrensel hiyerarşi içindeki yerine yerleştirme isteği. İnceliğin nominalizmi, en evrensel olanın, demek kaba dışsal gücün, en mahrem durumlarda bile galip gelmesine yardım eder. Konvansiyonu yararsız, günü geçmiş ve dışsal bir süs olarak bir yana atmak, her şeyin en dışsal olanını, bir dolaysız egemenlik dünyasını olumlamak anlamına gelir. Bu incelik karikatürünün bile bugünün laubali ahbapçavuşluğu -ki özgürlüğün kötü bir şakaya dönüşmesidir- sonucunda lortadan kalkmasının yaşamı daha da katlanılmaz kılması, insanların bugünkü koşullarda birlikte yaşamasının ne kadar imkânsızlaştığını gösteren örneklerden sadece bir tanesidir.

Vahşiler daha soylu değildir

— Afrikalı ekonomi politik öğrencilerinde, Oxford’daki Siamlılarda ve daha genel olarak küçük burjuva kökenli çalışkan sanat tarihçi ve müzikologlarda bir eğilim görülür: Yeni malzemenin özümlenişini, yerleşik, kabullenilmiş ve onaylanmış olan her şeye karşı ölçüsüz bir saygıyla birleştirmeye pek heveslidirler. Uzlaşmasız bir kafa, ilkelciliğin, geç kalmışlığın ya da “kapitalist olmayan dünya”nın tam tersidir: Deneyim vardır temelinde, tarihsel bir bellek, titiz bir zekâ ve en önemlisi de belli bir doygunluk. Radikal gruplara sonradan katılan o deneysiz gençlerin bir kez geleneğin gücünü hissettikten sonra kamp değiştirdikleri çok görülmüştür. Gelenekten nefret edebilmek için ona sahip olmak gerekir. Avant-garde sanat hareketlerine proleterlerden çok züppelerin yatkın oluşu, siyaset için de anlamlı bir ipucu verebilir bize. Geç kalanların ve yeni gelenlerin ürkütücü bir yatkınlığı vardır pozitivizme -Hindistan’daki Carnap müritlerinden Alman ustalar Matthias Grüne-vvald ve Heinrich Schütz’ün inançlı hayranlarına kadar hepsinde görülür bu. Psikolojiden hiç anlamayanların öne sürebileceği bir şeydir, dışta kalmanın sadece nefret ve hınç uyandırdığı; fazla sahiplenici ve hoşgörüsüz bir aşk da doğabilir buradan ve baskıcı kültürün uzakta tuttuğu insanlar kolayca onun en inatçı savunucuları kesilebilirler. Bir Sosyalist olarak “bir şeyler öğrenmek”, kültürel miras denen şeyden pay almak isteyen işçide bile bir yankısı işitilebilir bunun; ve Beherlerin zevksiz bilirbilmezliği de kültürü anlamamalarından çok, onu görünürdeki değeriyle kabul etmeye, onunla özdeşleşmeye teşne oluşlarında -ve böylece anlamını da çarpıtmalarında- belli eder kendini. Sosyalizmin ne böyle bir dönüşüme ne de teorik olarak pozitivizme düşmeye karşı genel bir muafiyeti vardır. Uzakdoğu’da Marx kolaylıkla Driesch ve Rickert’in işgal etmediği yeri alabilir. Batı dışı toplumların sanayi toplumunun çatışmalarının içine çekilmesinin -ki çok daha önce yapılması gerekirdi- asıl kazançlısının, yaşam standardında beklenebilecek hafif bir yükselişi bir yana bırakırsak, bağımsızlığına kavuşmuş halkın kendisinden çok, rasyonel olarak geliştirilmiş üretim ve iletişim olmasından korkulur. Daha yaşlı uluslar, kapitalizm öncesi halklardan mucizeler beklemek yerine, onların onaylanmış her şeye ve Batı’nın başarılarına duyduklan o kısa görüşlü, üşengeç iştaha karşı uyanık olmalıdırlar.

Theodor W. Adorno
Minima Moralia / Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar [Metis Yayınları]

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz