Yönetim, siyaset anlayışları tarih boyu büyük bir çeşitlilik ve değişim gösterdi. Günümüz dünyasında herkes için geçerli tek bir siyasi model bulunmuyor. Çoğunluk, ulus devlet sınırları içinde yaşıyor ancak bu sınırlar içinde hüküm süren otoriteye karşı tutumlar farklı.
“Bu otorite tanınmalı mi, tanınacaksa nasıl ve nereye kadar? Bireyin çıkarı mı yoksa toplumun çıkarı mı önce gelmeli?”
Bunlar, çağdaş siyasi yaşamın parçası olan sorular.
BBC için Charles Haviland’ın hazırladığı ve Türkçe’ye Hüsnü Kural’ın uyarladığı Siyasi Düşünce Tarihi adlı dizi tarih boyu bu tartışmalarda en etkili, en belirleyici olmuş siyasi düşünürleri ve görüşleri ele alıyor.
BBC Türkçe Servisinin hazırladığı 12 bölümden oluşan dizinin kısa özetlerine ve 15’er dakikalık ses dosyalarına aşağıdan dinleyebilirsiniz.
BİRİNCİ BÖLÜM
Asil bir ailenin yoksulluk içinde büyüyen çocuğu bir çok alanda çok bilgiliydi: Politika, adetler, şiir, tarih hatta matematik ve okçuluk.
2.500 yıl önce yaşayan Çinli Konfüçyüs’ün düşüncesi, özünde muhafazakar… Geçmişin Altın Çağı’na özlem duyan, siyasi ilişkilerin temelinde toplumda herkesin yerini bilmesi, buna göre davranması gereğinin yattığını ileri süren bir düşünce bu…
Ancak radikal bir potansiyeli de var; çünkü hükümetler, hükümdarlar ve yönetimlerden halklarına hizmet vermelerini, halklarının hayrına yönetim sergilemelerini talep ediyor.
Konfüçyüs toplumsal ve siyasal reçeteleriyle Çin halkına medeniyetlerinin devamlılığı, kalıcılığı duygusunu verdi. Ve ondan bu yana pek az siyaset düşünürünün halklarının siyasi yaşamı üzerinde bu kadar dolaysız ve kalıcı bir etkisi oldu…
Konfüçyüs düşüncesinde kilit unsur ahlaktı. Politika bu ahlaktan yükseliyordu. Konfüçyus’a göre herşeyden önce politikacılar, ciddi biçimde erozyona uğradığını düşündüğü, geleneksel faziletler kümesi olan jen ve li’yi yeniden keşfetmeliydiler..
Yüzlerce yıl boyunca Çin’in tüm bir sivil yönetimi hayat görüşü Konfüçyüs felsefesiyle beslenmiş kişilerden oluştu, 1911 yılında imparatorluğun sona ermesine dek Konfüçyüsçülük Çin devletinin resmi felsefesi haline geldi.
Antik Yunan felsefesinin iki dev ismi Eflatun ve Aristo, siyasi iktidarın temelleri ve amaçlarını sistemli biçimde sorgulayan ilk düşünürler oldu.
İKİNCİ BÖLÜM
Pek çok uzmana göre, Rönesans sonrasına dek Batı’da siyasi düşünceyi şekillendirdiler.
MÖ 4. yüzyılda yaşayan ikiliden, asil bir aileden gelen Eflatun, Yunanistan’ın kuzey kesiminden olan Aristo’nun hocasıydı…
En büyük eseri kabul edilen “devlet”te bir ideal toplum portresi sundu. Eflatun’un hocası Sokrat ile diğer Atinalılar arasında diyaloglar şeklinde yazılan bu kitapta temel görüş, gerek kamu hayatı, gerekse özel hayatta doğru ve yanlışın ancak felsefe sayesinde bulunabileceğidir.
Eflatun’un öğrencisi ve Antik Yunan felsefesinin diğer bir dev ismi olan Aristo isadan önce 384’te yunanistan’ın kuzeyinde Makedonya’da doğdu. Atina’ya Eflatun’un Akademisi’nde büyük filozoftan bizzat ders alabilmek için gitti… Bu eğitim ardından Aristo tüm zamanların en etkileyici düşünürlerinden biri haline geldi.
Makedonyalı lider Büyük İskender’in de hocası olan Aristo insanların toplum içinde bir arada nasıl yaşamaları gerektiğiyle yakından ilgileniyordu. Aristo, siyaset bilimciyi bahçıvana benzetir ve insanoğlunun serpilmesi için gerekli koşulları sağlaması gerektiğini belirtir. İnsanoğlunu, Politika adlı büyük eserinde “siyasi hayvan” olarak adlandıran da yine Aristo’dur…
Her iki düşünür, “kimin, hangi temelde iktidara sahip olması gerektiği, ahlakla siyaset arasındaki ilişki, siyasi kararlar nereye kadar ahlaka dayanmalı, geçerli yasalara başkaldırmak ne zaman meşrudur” ve benzeri soruların tartışılmasına zemin yarattı.
Bu bölümde Roma İmparatorluğunun farklı iki döneminden, birbiriyle çelişkili gibi görünen ancak birbirine tamamlayan iki düşünürü ele alıyoruz. Hristiyan düşüncesinin en önde gelenlerinden Aziz Augustine ve Hristiyanlık öncesi büyük politikacı ve hatip Cicero…
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Marcus Tullius Cicero önceleri acımasız bir politikacıydı, Roma Cumhuriyeti’nin en tepedeki iki yetkilisinden biri olmuştu.
Görev başında olmadığı dönemde ise yaşamakta olan çalkantılı dünyadan yola çıkan bir politika teorisi geliştirdi.
O, devletin özel mülkiyetin bekçisi olduğu düşüncesinin öncüsüydü, ancak insanların bu dağılımda adalete yönelik bir içgüdüye de doğal olarak sahip olduklarını düşünüyordu.
Uzmanlara göre eserleri ile nesnel, hukuk devleti kavramını ortaya atmıştır…
Hristiyan düşüncesinin en büyük isimlerinden biri olan Aziz Augustine MS 354’te günümüz Cezayir’indeki Hippo’da doğdu; annesi Hristiyan, babası pagandı. Gençliğinde Kartaca’da eğitim gördü, Cicero’yu okudu ve büyülendi. Daha sonra Roma’ya gitti ve hitabet dersleri vermeye başladı…
Augustine’in hristiyan olması ve kiliseye yönelmesi Batı için bir dönüm noktasıdır. Ona göre insanoğlu “düşmüş”tü; devlet iyi yasalarla buna çare bulamazdı.
İnsanı içinde bulunduğu halden kurtarabilecek tek şey, tanrının inayetiydi. Politika insanlığın hayrına giden bir yol değil, tarih içinde sükunet ve istikrarın sağlanmasına yönelik bir araçtı.
Augustin’in devlet ve kilise arasındaki ilişkiye yönelik görüşleri günümüze dek süren bir etkiye sahip oldu..
MÖ 7. yüzyılda Arabistan’da İslam dini gelişmeye başladı. Diğer iki büyük tek tanrılı din yani Hristiyanlık ve Musevilikten farklı olarak başından beri dinsel olduğu kadar politik bir sistemdi İslam.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İslam imparatorluğu yayıldıkça bazı islam alimleri kutsal metinlerin demokrasiyi önerdiğini savundu, bazılarına göre ise bunlar otoriter yönetim reçetesiydi.
İslam dünyasının ilk politika düşünürlerinden biri olan Farabi onuncu yüzyılda Bağdat’ta yaşadı. Fazilet Devleti gibi eserlerinde Farabi ideal yöneticiler çok nadir olduğu için, insanların daha önceki ideal örnekleri taklit etmeye çalışmaları gerektiğini savundu.
İslam düşüncesinin en büyük isimlerinden biri olan Gazali Sufi’dir… ‘Tanrının hukuku ve adaleti’ düşüncesine insan unsurunu ilk sokan kişi Gazali’dir.
Gazali’ye göre hukukçular Tanrı düşüncesini insanların hayrına yorumlayıp, kutsal metinlerin sessiz kaldığı konularda yasalar ortaya koyabilir. Diğer taraftan insanların da yöneticilerine itaat etmeleri gerekir.
12. yüzyılda, İspanya’nın güneyindeki Kordoba’dan İbni Rüşd, Yunanlı filozoflar üzerine geniş çaplı yorumlar yayınladı ve Farabi’nin filozofların siyasete de karışmaları gerektiği düşüncesini canlandırdı.
İbni Rüşd’e göre felsefe becerisi olanlar bunu toplumun ilerlemesi için kullanmalıdır. Ancak bunlara nadiren rastlandığı için hükümdar olmalarını sağlacak sayıya hiç bir zaman ulaşamayacaklardır. Sıradan insanlar ise yasaları ve dinbilimsel öğretiyi sorgulamamalıdır.
16. yüzyıl İtalyan politikacı ve yorumcusu Nicolo Machiavelli dünyanın gelmiş gelmiş en ünlü ve tartışmalı siyaset düşünürlerinden biridir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Daha önceki bir çok düşünürün aksine, Floransalı düşünür Machiavelli politikayı ideallere göre değil, yaşanan gerçekliğe göre tasvir eder ve politikacıları ideal davranışların yıkımları olacağı konusunda uyarır…
Machiavelli 1469’da İtalyan rönesansının kalbi olan Floransa’da doğdu. 1494’te iktidardaki Medici ailesi halk isyanıyla devrildi ve bunu sofu bir papaz olan Savonarola’nın dört yıllık teokratik yönetimi izledi.
Yeni doğan Floransa cumhuriyetine diplomat olarak hizmet eden Machiavelli, politikacıların sık sık insaf ve vicdan sınırlarını aşan tutumlarını içerden izleme fırsatı buldu.
En ünlü eseri “Hükümdar”a göre, “Hükümdar, yapacağı şeyin ahlaki olup olmadığı gibi sorularla yolundan sapmamalıydı. İktidarda kalmak için ne gerekiyorsa onu yapmalıydı.”
Cicero’nun, Seneca’nın çizdiği adil, cömert ve yüce gönüllü hükümdar idealini yerden yere vurdu. Machiavelli “bu niteliklerin devlet işlerini yürütmeye, ün ve zafer kazanmaya yeteceğini zannediyorsanız, çok yanılıyorsunuz” diyordu…
Hobbes’un insan doğası hakkındaki görüşünün oldukça kötümser olduğu söylenebilir… Ona göre insanlar arzuları peşinde koşar ve ortalıkta devlet olmasa herkes birbirine düşer.
ALTINCI BÖLÜM
Thomas Hobbes 16. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere’de doğdu.
Hobbes’un insanlık ve politika hakkındaki görüşlerini ortaya koyduğu başlıca eseri Leviathan’dır. 1651 yılında yazılan bu kitap, İngiliz tarihinin en alışılmadık dönemlerinden birinin ürünüdür ve ülkenin cumhuriyetle yönetildiği on bir yılı kapsar…
Hobbes sadece merkezi bir gücün otoritesi olmadan daha iyi yaşanacağını düşünen idealistleri değil, karşıtlarını yani kralların Tanrı’dan aldıkları güçle iktidar olduklarını, Kralların İlahi Yetkileri kuramını savunanları da eleştiriyordu…
Hobbes’un düşüncesinde orijinal bir yön, toplum hayatı ile zamanının doğa bilimleri arasında kurduğu paralellikti.
Hobbes’a göre devlet-hükümet olmazsa insanlar birbirlerine karşı, sürekli bir önleyici saldırganlık içinde olurdu. Çünkü kimse bir diğerinin kendilerine zarar vermeyeceğine, ellerindeki bir şeyi, mülklerini, canlarını veya özgürlüklerini almaya kalkışmayacağına emin olamazdı. Bu yüzden de en iyi savunma saldırı haline gelirdi.
Buna karşı savunulan, “haklara sahip olunan bir doğal durum fikri, güvene dayalı siyasi sözleşme fikri, bunun itaati gerektirdiği, tüm bunların devletle ilişkisi, devletin hakları kadar yükümlülükleri de olduğu fikri”, günümüzdeki siyasi tablonun yapıtaşları arasında görülüyor.
Onyedinci yüzyılın ortalarına doğru doğan İngiliz filozof John Locke, hükümeti ve devleti net biçimde halkın hizmetine koşan bir düşünürdür.
YEDİNCİ BÖLÜM
Kendisinden yaklaşık yarım asır önce devleti canavar benzetmesi ile mutlak iktidar sahibi bir varlık olarak tasarlayan diğer İngiliz düşünürü Thomas Hobbes’un vizyonunu paylaşmaz.
Siyaset üzerine eserlerinin üzerinden geçen üç yüz yıla rağmen Locke hala politikaya ılımlı yaklaşımın, bireysey özgürlüklere saygını ve güvenilir hükümet düşüncesinin mimarı olarak güncelliğini korumaktadır.
Bu nedenle empirik ve liberal düşüncenin babası kabul edilir.
John Locke’a göre insanlar özgür, eşit ve bağımsız doğar; kendi hallerine bırakıldıklarında akıl yürütme ile doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek temel bir ahlakla doğar. Dahası insanlar bazı haklara doğuştan sahiptir…
Mülkiyet hakkı da Locke’un hükümet teorisinin belkemiğidir. Ancak mülkiyeti günümüzdekinden daha geniş tanımlar. Ona göre mülkiyet “yaşam, özgürlük ve mülkü” kapsar…
Peki, herkes Tanrı’nın indinde eşitse, niçin bazıları mülk sahibidir de, diğerleri bundan yoksun? Antik Roma düşünürü Cicero’yu takip eden Locke’a göre mülkiyetin kökeninde doğanın ürünlerinin yararlanmak ve insan emeğini bu ürünlere katmak vardır.
Yani Locke’a göre insanlar arasındaki mülk eşitsizliğinin kökeni doğayla girilen ilişkidedir. Örneğin toprağı işlemek, avcı-toplayıcı hayat tarzından daha değerlidir.
Filozof ve eğitimci olan ve 1712 yılında Cenevre’de doğan Rousseau, Aydınlanma insanının en iyi örneklerinden biriydi, ancak tüm bu süreçte kendine özgü bir yeri vardı.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Onsekizinci yüzyıl, Avrupalı aydınları yepyeni bir düşünce tarzının etkisi altına almasına sahne oldu. Bu düşünce tarzında herşeyden önce aklın önemi vurgulanıyordu.
Sanattan politikaya, dinden toplum düşüncesine varolan tüm fikirler eleştiriliyor, gözden geçiriliyordu. Eski siyasi düzen dağılıyor, yeni bir devir başlıyordu… Ve bu dönem dünya tarihine Aydınlanma dönemi olarak geçti.
Bu aydınlar arasında en önde gelenlerinden biri Jean-Jacques Rousseau’ydu.
Rousseau çağının avrupasındaki despot krallıklara karşıydı ancak siyasi görüşleri Aydınlanma’da egemen görüşlerle de çatışıyordu. Herşeyden önce Rousseau zamanın baskın düşüncesinin tersine, insanlığın karanlık bir çağdan çıkmakta olduğu ve aydınlığa doğru ilerleyeceği görüşüne karşıydı.
Rousseau’nun çağdaşı dünyanın sorunlarına çözüm aradığı eseri ‘Toplum Sözleşmesi’ oldu. dünya literatürünün unutulmazları arasına giren, “insan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur” cümlesi, bir slogan olarak bu eserin sayfaları arasından sıyrılıp kuşaklar boyu devrimcilerin sloganı haline gelir. Rousseau bu eserinde antik Roma’nın cumhuriyetçi dönemi gibi eşitlikçi addettiği eski toplumların ruhunu canlandırmaya çalışır…
Rousseau’nun toplum sözleşmesi vizyonuna göre her bir yurttaş başkalarının iyiliği, ya da Rousseau’nun deyimiyle, genel iradenin iyiliği için bireysel haklarından feragat eder.
Devrimci sloganlar haline gelen “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kavramları tümüyle Rousseau’yu yansıtır:
“Başka insanlar arasında özgür olmamız, aramızda eşitlik olmasıyla mümkündü. Ancak aramızda kardeşlik havası varsa ortak kurallar yaratabilirdik.”
Siyasi düşünce tarihinin en güçlü akımlarından biri olan liberalizm kaba hatlarıyla devletin, ekonomik alanda olsun, sosyal alanda olsun insanların hayatına mümkün olduğunca az müdahele etmesi talebini ortaya koyan bir düşünce ve siyasi pratiktir.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Çağdaş yaşamın oldukça güncel bir parçası olan bu düşüncenin kökleri ise Aydınlanma çağı İskoçyasına gider…
Buradaki düşünce hayatına damga vuran 1723 doğumlu Adam Smith, Fransızca konuşan dünyanın yıldızları Rousseau ve Voltaire’in hayranıydı, ancak onlardan farklı olarak devrimci değil.
Smith’e göre devletin devrilmesi gerekmiyordu, bunun yerine mümkün olduğunca bir kenara çekilmeliydi devlet çünkü çok müsrifti…
Adam Smith’in mirasını İngiltere’ye taşıyan isim olan Bentham devletin-hükümetin işlevlerini sınırlamak gerektiğini savunuyordu. Adam Smith gibi o da siyasi sistemlerin doğal veya doğuştan haklara dayanmadığını, karşılıklı rızaya, uzlaşmaya dayalı olduğunu düşünüyordu. Bentham’ın ideal yasa ve kurumlara ilişkin kuramı fayda kavramına dayanıyordu.
Faydacılık kuramının idealleriyle yetişen önde gelen İngiliz düşünürlerinden biri de John Stuart Mill’dir.
Bentham’ın devletin halkın yararı için halk adına bazı işlere kalkışmaması gerektiği düşüncesini geliştiren John Stuart Mill, “devlet baba” düşüncesini eleştirenlerin başında gelir…
Mill’e göre devlet bireylerin potansiyellerini gerçekleştirmelerine olanak sağlayacak ortamı yaratmalı ancak insanların bireyselliğini ezmemeli…
Yirminci yüzyılda pozitif ve negatif özgürlük taraftarları birbirlerinden ayrılmaya başladı. Aralarında ünlü ekonomist John Maynard Keynes de olan ‘Yeni liberaller’ adı verilen kesim, devletin liberal toplumun geliştirilmesinde etkin rol oynamasını talep ediyordu.
Bu kesimin karşısındaki düşüncenin en önde gelen ismi ise Avusturya doğumlu ekonomist Friedrich Hayek oldu. 1992 yılında doksan yaşının üzerinde ölen Hayek’e göre liberal adı verilen çevreler liberal düşüncenin temel ilkelerine ihanet ediyordu…
Devlet hangi alanlarda etkin olmalı, neredelerde olmamalı? Bu, yirminci yüzyılda sosyal liberalizm ile ekonomik liberalizm arasındaki en büyük anlaşmazlık konusudur.
Taraftarları gözünde, hem büyük bir sosyal bilimci hem büyük bir devrimci olan, hem teoride hem de pratikte önderdir Marx; karşıtları gözünde ise çağdışı kuramları ve kışkırttığı olumsuz duygularla çağdaş hayata yönelik ciddi bir tehdit.
ONUNCU BÖLÜM
Siyasi düşünce tarihi açısından ise Marx muhtemelen bu iki ucun arasında bir yerde…
1818’de günümüz’de Almanya içinde kalan Rheinland’da doğan Karl Marx, liberal devlet görüşünün naif bir görüş olduğu, gelmiş geçmiş tüm devletlerin sınıf baskısının araçları olduğu düşüncesindedir.
Yani bir sınıf devletin kontrolüne sahip olur ve devlet gücünü ezilen sınıflar üzerinde kendi ekonomik gücünü pekiştirmek için kullanır.
Marx’a göre komünizmin erken aşamalarında devlete ihtiyaç olabileceği halde, komünist toplumun tam olgunluğa erişmesi ile devlete ihtiyaç kalmayacaktır.
Karl Marx ve deyim yerindeyse sağ kolu Friedrich Engels 1848’te yayınladıkları Komünist Manifesto bir dönüm noktası oldu:
“Komünist devrim egemen sınıfları tir tir titretiyor. İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaydecekleri bir şey yoktur; oysa tüm dünya onların olabilir. dünyanın tüm işçileri, birleşiniz…”
Marx’ın bu çağrısına yirminci yüzyıl boyunca dünyanın dört bir yanından yanıtlar geldi; Küba’dan Kamboçya’ya dünyanın dört bir yanında Marx adına bir dizi rejim kuruldu, Çin Halk Cumhuriyeti’nden Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’ya dek yüz milyonlarca insan Marxist iddialar dile getiren devletler tarafından yönetildi…
Yakın dönemde, özellikle de 1989 yılından sonra doğu bloğunun dağılması ile birlikte Marx ve marxist düşüncenin yanlışlandığı, bu geleneğin insanlığa söyleyecek sözü olmadığı sık sık dile getirildi..
Ancak temel itirazı, siyasi süreci devre dışı bırakacak şekilde, ekonominin tümüyle piyasa güçlerine terkedilmesi olan Marx’ın düşüncüleri küresel kapitalizmin gelişimine yönelik eleştirilerde bir kez daha canlanıyor.
Milliyetçilik 18. yüzyıl sonlarında özellikle Alman düşünürleri arasında, Fransız devrimi ve Napolyon’un Avrupa çapında yaydığı evrensel vatandaşlık ve akıl ideallerine tepki olarak doğdu.
ONBİRİNCİ BÖLÜM
Başlangıçta bir çok Alman düşünür Napolyon hayranıydı. Ancak zaman içinde bir çeşit askeri işgalciye dönüştüğünde Napolyon’a karşı cephe almaya başladılar.
Bir dizi düşünür, her bir ulusal kültürün, özellikle de dillerin eşsiz rolünü vurgulamaya başladı.
Bu tür bir milliyetçiliğin 1860 ve 70’lerde İtalya ve Almanya’nın, küçük devletçiklerin bir araya gelmesi ile kurulmasında büyük etkisi oldu.
Bazı uzmanlara göre İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde ise, devletin prestiji çerçevesinde ortaya çıkan bir milliyetçiliği yüzlerce yıl geriye götürmek mümkün.
Afrika ve Asya’nın çoğu bölgesinde, özellikle de İngiltere’nin yönetimindeki Hindistan’da ise milliyetçilik, sömürgecilik karşıtı hareketle içiçe geçti. Genelde bu yukarıdan aşağı, eğitimli seçkinlerin önderliğinde bir hareketti…
Örneğin, Kenya’da Jomo Kenyatta, Gana’da Kwame Nkrumah ve bağımsız Hindistan’ın kurucuları Gandi ile Nehru…
Gündeme gelen bir soru, yeni devletlerin bölünmeye ve kurulmaya devam ettiği çağımızda, millet ve devlet kavramlarının sınırlarının nasıl tanımlanması gerektiği…
Bir diğer bir soru ise küreselleşmenin milliyetçiliğin sonu olup olamayacağı…
Yeşil düşünce 20. yüzyılda insanların sadece yaşadıkları sınırlar içinde değil, kendilerini kuşatan tüm bir dünyayla etkileşim içinde olduğu görüşünün güç kazanması ile kendini gösterdi.
ONİKİNCİ BÖLÜM
Soğuk Savaş’ın sona erişi geride siyasal ideolojilerden arınmış bir dünya bırakmadı.
Boşluğu dolduranlardan biri güçlü milliyetçi ideolojiler oldu, bunun karşı kutbunda ise korunması gerekenin milletler değil tüm bir gezegen olduğunu söyleyenler yer aldı.
“Yeşil Siyasal Düşünce” isimli bir kitabın yazarı olan Andrew Dobson, “Ekolojizm” olarak adlandırdığı dünya görüşünün kendine özgü ve diğer akımlardan bağımsız bir “Yeşil” siyasal ideoloji niteliği kazandığını söylüyor.
Bu görüşe göre, “Çevreye verilen zararın nedeni, büyümenin sınırına gelinmiş olması. Sonlu bir gezegende yaşıyoruz, sonsuza dek büyüyemeyiz. Diğer yönü ise ahlaki: insanın dışındaki doğal dünyayı bir araç olarak görmememiz gerektiği”.
Dobson’a göre ekolojizm çevrecilikten daha radikal bir akım. Çevrecilik aşamalı reformlarla çevreye verilen zararın azaltılması veya giderilmesini amaçılıyor. Ekolojizm ise bunun daha ötesine gidiyor.
Çevreci görüş geçmişin büyük siyasal düşünürlerinin tepkisiz kalamayacağı bir akım… Örneğin, bugün yaşasaydı Rousseau muhtemelen en önde gelen çevrecilerdeni biri olurdu.
Marx da muhtemelen sınırsız serbest ticarete karşı çıkanlarla arasında bir çok ortak nokta bulurdu.
Hobbes ve Machiavelli ise Yeşilleri nafile idealistler olarak görürdü…
Bazılarına göre siyasetin acı gerçekleri geçtiğimiz 100 yıl içinde siyasal düşüncenin önemini azalttı.
Bu görüşe göre politikacılar artık düşünürler olmaktan çıktı, tümüyle icraatçılara dönüştü… Ancak muhtemelen önümüzdeki dönem, insanların, sadece yaşadıkları ulusal sınırlar çerçevesinde değil, kendilerini kuşatan tüm bir dünyayla ilişkilerini giderek daha çok düşündükleri bir dönem olacak…
BBC’de ilk olarak 2002 yılında yayınlanmış olan bu dizinin tekrar yayını ise 2010 yılında yapılmıştır.