Acıyla, Sevgiyle, Kahramanca… Tezer Özlü – Füsun Akatlı

80

Sonra yeniden sevmek istiyorum…

Kısacık bir ömrü oldu. inanılmaz bir yoğunlukla, bin ömür gibi yaşadı onu. Acıyla, sevgiyle, kahramanca. Olağanüstü zengin bir dünyası vardı. Belki bundan ötürü, ölüm de, ölüm düşüncesi de hiç yabancısı değildi. Tüm varoluşun, parçalanmaz uzun bir anın köreltici ışığında olanca somutluğuyla aydınlanıvermesi gibi ölmüş olmalı. Ölümün kendi ayaklarıyla gelmesini bekledi. Ona yenilmedi. Ölümü istediği zamanlar oldu, ama sevdiği hep yaşamaktı. Bir şövalyeydi Tezer. Erken ölümü, uğradığı sun haksızlıktır artık; bu bir avuntu olabilirse.

Onu yaşarken tanımak, gerçek anlamda tanıyabilen için, başlıbaşına zengin bir yaşantı, bir serüvendi. Böylesi bir olanağı kendisiyle doğrudan tanışmamış olanlardan da esirgemedi. Dünyasının kapılarını, içindeki dizginlenmez özgürlük tutkusuyla, ardına kadar açan yetkin bir yazardı. Acının tadıyla okunan, okunduktan sonra bir daha hiç unutulamayan üç kitap bıraktı ardında. Yazınımız için özgün bir parantez, azımsanmayacak bir kazançtır.

Eski Bahçe (1978) için, “Tezer Özlü Kıral’ın Eski Bahçe’si sıkıntıları, acıları, korkulan, küçük sevinçleri, kah içe kah dışa dönen bir bakışın, tüm gerçekliğiyle yakalayıp olanca yalınlığıyla sergilediği izlenimleri kucak dolusu sunan cömert bir bahçe. Üstelik pazar günlerini bahçesine verebilen birinin değil, bir bahçıvanın elinden çıkmış, besbelli. diye yazmışım. Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980) ve Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984) için sözüm daha çok; yazıldıkları yerlerden alıntılayarak yineleyeyim:

Acının Tadıyla [1] “İstemiyorum,

Örtmesinler yüzlerini mendillerle Alışsın

Bu taşıdığı kendi ölümüdür.”

F. G. Lorca

Bireysel olup bireysel kalanın ya da tipik olmayanın yazınsallaşamayacağı yollu savlar, hele marazı durumların mutlaka yazın dışı tutulması gerektiğine ilişkin belitler yıllar yılı yinelendi durdu. Yüzeysel bir toplumcu gerçekçilik anlayışının şablonu, şablon dışına taşan yazınsallığı tanımamakta, budamakta direndi. Ne var ki yazın, belitsel bir dizge olmadığı için kendi sınırlarını kendi çizip kendi bozmak durumundaydı, bu da hep böyle oldu. Özerklikse, yazının özerkliği buradaydı işte. Kuramların kural koyuculuğuna baş eğmeyerek, eğmemesiyle çeşitleniyor yazınsallık. Aslında sorun; bireysellikte/toplumsallıkta, olağanlıkta/ayrıksılıkta değil. Yazınsallığın çift belirlenimli ölçütü, dile ve işleve ilişkin. Konu, içerik, öz, bildiri vb. ne olursa olsun, metin, hangi dilde yazılmışsa o dilin ürünleri arasına katılır; bu birinci belirlenim. Dil derken hep, bütünlüklü ve kendi iç organizması çerçevesinde çözülüp dokunan bir imler dizgesini kastediyorum. İmler tek tek sözcüklerden, kurgunun bileşenlerini oluşturabilecek öğelere, imgelere, simgelere, alegorilere, anlam katmanlarına varasıya pek çok birimi kapsar. Böylece, tıpkı doğal ya da yapay öbür diller gibi, yazın da bütünlüğü ve özgül gerekleri olan bir dil olarak görülebilir. Böyle bir yapısal saptamadan sonradır ki, herhangi bir metnin hangi dilde yazıldığına, yazın denilen dil içinde yer alıp almadığına bakmak olanaklanır.

Yazının işleve ilişkin olan ikinci belirlenimi ise, bu dil içinde biçimlendirilenin okura “gösterdiği”dir. Gösterilen, göregeldiğimiz bir şey olabilir; o zaman yeni bir gözle, görmediğimiz bir kılığıyla görebileceğimiz bir biçimde gösterilmesi sözkonusudur. Ya da yabancı, olağandışı, aykırı/ayrıksı ve bütün bunlardan ötürü de “yeni” bir şeydir gösterilen. İşlevin yazara ve yazıya bağlı, dilsel gerçeklik içinde sınırlı bileşeni bundan ibarettir. Ötesi (özümleme, katılma, yadsıma, dönüşüm vb.) okurdadır.

Bu karmaşık işlevselliğin daha ayrıntılı çözümlemesine girişmenin yeri burası değil. Ancak, bütün bunları, üstünkörü de olsa sözkonusu etmemin nedeni; yazın yapıtının, çift belirlenimli ölçütü açısından bakıldığında kimi değerlendirmelerin temelsiz, sığ ya da çarpık olduğunun daha açık bir biçimde görülebileceğine inanmamdır.

Tezer Özlü Kıral’ın romanını ilk okuyuşumda bu kuramsal sorunların hiçbirini düşünmedim. Düşünemezdim de; çünkü bunlar, bir yazın yapıtının okunması sırasında değil, onun üzerine bir yazı yazılması sırasında akla gelebilecek sorunlardı. Başka bir söyleyişle, metnin gösterdikleri ile değil, metin üzerine söylenecekleri temellendirme girişiminde gösterilmek istenenle ilişkiliydiler. İkinci okuyuşumda ise, bu roman için yazmayı tasarladıklarımı bir düzene sokmak gibi, romanla bağıntısı dolaylı olan bir amaç da güdüyordum. İşte o zaman yazıya, “bireysel hastalıklardan, tipik olmayan özgül ve öznel durumlardan dem vurmanın yazınsal olamayacağı” sayıltısının yadsınmasıyla girmeyi düşündüm. Çünkü öyle sanıyorum ki Tezer Kıral’ın kitabı bu tavsamış tartışmanın yeniden gündeme getirilmesine meydan verebilecektin “İlginç… ama…” dedirtebilecektir kimilerine.

Oysa, “kişi” olmanın insanı karşı karşıya getirebileceği durumlar, sayısız yaşantı dilimlerinden oluşan bir genel insanlık ve yaşam yelpazesinde yer almaktaysalar, bunlardan ne biri ne bir başkası yazın dışı tutulmamalı/sayılmamalıdır. Hatta tersine, olağan dışı yaşantıların aktarılması, bunların da insan için ve insanlık konumuna ilişkin olduğunun gösterilebilmesi, hem de bunun yazınsal gerçeklik yani yazın dili çerçevesinde kalınarak başarılması özel bir önem de taşıyabilir. Artık “yaşadığını yazmak”tan değil, yaşanabileceklerin sonsuz çeşitliliği içerisinde yeri olan bir yaşanmışı yazınca aktarabilmiş olmaktan söz edilmelidir.

Bence Çocukluğun Soğuk Geceleri bu güç işi, güç yaşanmış bir yaşantılar öbeğini yazınsallık dışına taşmaksızın aydınlığa çıkarma işini az rastlanır bir başarıyla gerçekleştirmiş bir roman. Baştan beri sözünü ettiğim bağlamda ele alınacak olursa; ne bireysellik, ne öznellik, ne marazilik, ne aykırılık değerinden bir şey eksiltebilir böyle bir kitabın. Katacakları ayrı.

En dıştan gireyim kitaba: Bu bir roman mı?Ve hemen olduğu yerde bırakayım soruyu. “Roman nedir?”in tartışılması Çocukluğun Soğuk Gecelerini ısıtmaz. Tutalım ki roman değil de bir anlatı, herhangi bir yazınsal metindir elimizdeki, farketmez. Arka kapağa baktığınızda “Batı kültürüyle karşı karşıya getirilen küçük burjuva çocuklarının yaşadıkları şok ile psikiyatri kliniklerinde uygulanan elektroşok…” diye başlayan bir tanıtma göreceksiniz. Bence “şok” ayracına alınmış bu tanıtmayı da kapaktan bir milim içeri taşımayın. Romanda anlatılan hiç mi hiç bu değil çünkü. Bununla özetlenmesi bütün sözünü tüketiverir Tezer Kıral’ın. Oysa o tüketmiyor ve küçücük bir oylum içinde yoğun bir acıyla ve bir o kadar da yaşamın anlamıyla yüklü söylemini sürdürüyor. Anlam, artık adının anılamayacağını sandıran badirelerden sıyrılarak yaşanıyor; umut, umudun bütün damarlarının kesildiği bilinç çöllerini susuz da aşmayı başarıyor. “Uzun, ıslak, nemli, soğuk, gri yıllar”a karşın, zaman zaman ölümün ölesiye istenmesine karşın, yaşam olanca dirimiyle çıkıp çıkıp geliyor.

Kişinin dış yaşamı ile iç yaşamının çatışmasının incecik bir sınır çizgisinin ötesine kayıverdiği anları, iç’in dış’a karşı verdiği savaşımı, yenik düştüğünde “doğru”nun, yendiğinde “yanlış”ın kurbanı oluşunu, o sınır çizgisini aşıp dönen bir göz; çizginin beri yanında kalmayı başarmış olanlar arasında bu başarının bilincinde olanlara yani o ince çizgiyi hep duyumsamış olanlara kendi gözleriyle göremeyecekleri bir netlikte, yeğinlikle yaşatıyor. Bir de öyle bir çizginin varlığından bile habersiz olanlar, “sigortalılar” var ki, yaşamda sigortanın nasıl hiçbir şey demek olmadığını anlamaktan korkmayacaklarsa, onlara da çok sözü var Tezer Kıral’ın.

“Anlatamayacağım. Bu insanlar ‘Guguk Kuşu’ filmini de, ‘Napolyon’un Yaşam Öyküsü’ filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?” diyor, ama elinden çok şey geliyor, yazıyor çünkü, yazıya geçiriyor.

Kimi zaman, hastalananların ya da o kılpayı dengede bir sırığa tutunanların duyarlığını koparacak kadar incitip incelten; bir sarmalanmadır: “Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu, gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek… isterim hep.” Kimi zamansa yalnızlığın somutlaşan koyuluğu, sevgilere duyulan yoğun açlık: “Sonra yeniden sevmek istiyorum. Masmavi gözleri var. Onu sevmeyi bir tutku haline dönüştürüyorum. Bu sevgide tüm sevgilerim, sevebilme gücüm var. Gelecekteki sevgileri de yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de.”

Tezer Özlü Kıral yalnızlığın çıldırtıcı boyutlarını, çıldırmanın ve ona bağlı kılgısal koşulların (klinikler, çevrenin kuntluğu) dehşetini, cinselliğin sevgi ve dostlukla bütünleştiği, yalnızlığa karşı silah olduğu, o silahın tutukluk yaptığı ya da hedefi vurduğu durumları son derece yalın ve temiz bir biçemle, alabildiğine açık ve yürekli bir tutumla anlatıyor. Çocukluğun Softuk Geceleri gidişgelişlerin kurgusundaki dengeyle, kolaylıkla yinelemeye düşebilecekken, her yineleyişte yeni bir şey söyleme başarısıyla, kusursuz denebilecek diliyle, olanca yoğunluğuna karşın katılıp kalmayan, hiçbir şeyi abartmayan, okurun duyarlığına abanmayan duygu dozuyla ve bütün incelikleriyle; yalnızca “ilginç” olmakla kalmayan, yazınsallık katında da özgün bir yer hakkeden bir kitap. Okunmasıyla kazanılabilecekleri hiç azımsamamalı.

Acıdan Acıya Yol Vardır [2]

“Acılar olmadan yazılabilir mi? Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu?’’ (s. 112)

Tezer Özlü Yaşamın Ucuna Yolculuk’u, önce “Bir intiharın izinde” adıyla Almanca olarak yazmış. Bir de ödül almış bu kitabıyla. 1983 Marburg Yazın Ödülü’nü. Kitapların ödül almışlıklarıyla pek ilgilenmem, bu ister bizde, ister dışarıda alınmış bir ödül olsun. isterse Nobel olsun! Buna karşılık, ödüllere karşı bir tutumum da hiç yok. Kimbilir, bir çeşit işi yukarıdan alma mı demeli bu etkilenmeyişe? Yok! Büyüklenme değil de, şöyle düşünüyorum galiba: o ödülü verenler kadar ben de anlamaz mıyım bir yapıtın yazınsal değerinden? Öyleyse niye kitapların üzerine geçirilen ödül kuşaklarına teslim olayım? Hatta o kuşağı geçirenler arasında hasbelkader ben, kendim de bulunsam! Haydi, bir adım daha öteye gideyim de, şunu da söyleyeyim: Bence, yapıtları değerlendiren, ödüller değil; ödülleri değerlendiren, yapıtlardır. Bakarsınız bir ödüle: başlangıcından beri kimlere, hangi yapıtlara verilmiş? “Haa” dersiniz, “önemli bir ödülmüş bu” Ya da tersi; dişe dokunur bir “tarihçe”si yoksa, kulak asmazsınız o ödüle.

Ödüller üzerine bu kadarı yeter. Aslında sözü şuraya getirmek istiyorum, bu Marburg Ödülü esaslı bir ödülmüş anlaşılan. Bir tek Tezer Özlü’nün kitabına verilmiş olmasından hareketle bu yargıya varmanın ne kadar geçerli olduğu tartışılabilir kuşkusuz. Ama işin tartışılmaz yanı; Yaşamın Ucuna Yolculuk’un sırtı, yabancı bir ülkede kazanılmış bir ödülle sıvazlanmayı hiç mi hiç gereksinmiyor.

Kitaba girmeden, bir küçük ayraç daha açayım. Yaşamın Ucuna Yolculuk’un ya da “Bir İntiharın İzinde”nin ilkin Almanca yazılmış olması hiçbir biçimde duyurmuyor kendini kitabı okurken. Tezer Özlü bunu niye böyle yapmış, bilemem. Karışamam da. Beni bir çeviri kitapla karşı karşıya bıraksaydı işin bu yanını da kurcalardım belki. Belki, “Neden” derdim, “Eski Bahçe’nin, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nin, Türkçenin tadını tatmış ve tattırmış yazarı şimdi tutmuş da Almancanın derelerinden su taşıyor dilime?” Ama yapılan, kesinlikle bu değil. Yeri, Türk yazını içerisinde olan bir anlatı Yaşamın Ucuna Yolculuk. “Bizim” ne demekse, “bizim yazınımız”ın bir ürünü. “Biz” insan değil miyiz zaten şunun şurasında?

Anlatı diye niteliyorum Tezer Özlü’nün kitabını ve bu sözcüğü ilk kez bu kadar rahatlıkla kullanıyorum. Öyküyü de, romanı da kapsayan, ama ne tam biri, ne tam öbürü olan, düzyazı, metin vb. yerine, “narration” dan çevirerek, muz niyetine kullanılan bir terim olmaktan çıkıyor bu bağlamda “anlatı” Gündelik dilde yaşadığı olan bir sözcük olarak giriyor sözümün içine ve ille de gerekmedikçe terim kullanmaktan, hele hele yazımı terime boğmaktan onca sakınan ben, Yaşamın Ucuna Yolculuk bir anlatıdır diyorum, gönül ve kalem ferahlığıyla.

Bu anlatı, daha adından (hatta adlarından) başlayarak, çağrışımlarımıza özgürlük tanıyor. Tanımakla bile kalmıyor da, yer yer, zaman zaman, özgürlüklerini zorla veriyor onlara. (Biliyorum, felsefe yapmaya başladım. Ama ziyanı yok. Bu “ziyanı olmayan felsefe”ninki sanılabileceğinden çok daha nadir rastlanır edebiyatta Özlü’nün kitabında da alttan alta ve inceden inceye kendince bir iz sürdüğünü göreceksiniz kitabı okurken.)

Yaşamın Ucuna Yolculuk ya da “Bir İntiharın İzinde”; bir yolculuk izleğini, yaşamla doldurmakta, çeşitlendirmekte, sorgulamakta ve “uç”lara sürmekte (“Her gidiş, her yolculuk, kendi ‘benimin’ bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir”). Burada aslolan bir yolculuktur, düpedüz bir yolculuk. (“Her gidenle gitmek istedim. Her yolculuğa çıkmak. Hiçbir yere gitmesem de, sürekli yolculuklarda olduğumu algılamakta geç kalmadım. Ama genç yaşlarda, henüz bana yaşamı yaşanır kılan bu duyguya varmadan önce, gidememek, derin, derin, derin bir acıydı. s. 51 “Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi? Olabileceğim bir yer kaldı mı? Hiçbir yerdeyim.” s. 72) Zamanda ve mekanda Kafka’nın, Svevo’nun, Pavese’nin yaşayıp öldükleri “yer”lere bir yolculuk. Bir üst katmanda ise, yaşamın ( onlarınkinin ya da yazarınkinin ya da okuyanınkinin) ucuna. Bir uç varsa… Tek bir uç yok da çatallı uçlar varsa, oralara.

Temeldeki bu yolculuk izleğinin, gezi notları olmakla her türlü ilişkisini kesen de; hiçbir gezi anlatısında yerini bulamayacak olan, yaşamın (yaşamların) yoğunluklarındaki boyutu. Yaşamın yoğunlaşması öyle bir derişme noktasına gelip dayanmaktadır ki, doymuş bir eriyiğin billurlaşmasında olduğu gibi, bir tortu çökelmektedir anlatının dokusuna. O zaman; olanca girift, olanca karmaşık ve olanca yoğun izlerini sürdüğümüz bu yolculuk, artık anlatılmaya (tabii ancak ve ancak yazıyla, yazınla) değimlilik kazanmaktadır.

“Uç” ya Da “intihar” bulunabilir, sürülen izin varıp dayandığı yerde. Kimilerininkinde bulunmuştur da. Ama bulunmayadabilir. Özlü’nün kitabı, işte bu bulunmaya/da/bilişin örtülü manifestosudur. (Oysa bütün “manifesto”ların adı üzerindedir ve açıktırlar, değil mi?) Tıpkı hüznün, acının ve kahrın (burada bu üç sıfatı bir derecelenndirme içinde kullanmadım) manifestosu olduğu gibi.

Anlatı giderek durulaşmakta, neredeyse saydamlaşmaktadır. Beklenmedik bir durum. Saydam. Yani, içini gösteren. Neyin içini? Yazarın mı? Pavese’nin mi? Svevo’nun mu? Kafka’nın mı? Yoksa yazardaki Pavese-Kafka-Svevo üçlemesinin mi? Yaşamın içini mi? Ama bütün bunların, bu saydıklarımın hiçbirinin “iç”i yoktur ki! Yaşamın Ucuna Yolculuk’u okurken en Cipte bir yerde, en şiddetle duyumsanan bu oluyor. Bu anlatıların içi yok. Çünkü tüm anlatılan bir Joluluktur. Dopdoluluk. Bir şeyin içine girmek, içine bakmak için, o şey açılır. Burada ise, açılacak bir kapalılık yok. Bir magma kütlesi, bir magma kütlesidir. Onun ancak tasarımsal bir “iç”inden sözedilebilir.

Anlatının saydamlaşması diyerek dile getirmek istediğim özgüllük burada işte. Tczer Özlü’nün apaçık olmasından, her şeyi aşikar etmesinden sözetmenin yazınsal açıdan zaten bir önemi olmadığı gibi gerçeklikte nesnel bir karşılığı da yok. Örtülü-soyunmuş/kapalı-açık seçeneklerini gözetmemiş ki yazarken. Bir (ya da üç) aşkı yaşayan, çöllerde değil de Avrupa kentlerinde bu aşkın peşine düşen; ama aslında bu aşk(lar)dan oluşmuş ya da kendini mutlak bir aşk olarak kurmuş birinin yaşamından bir kesit almış. Bu kesit; yaşam ve kuruluş ve varolma sürecinin öyle iki noktası arasından geçirilmiş ki, tek bir sözün üç katmanını dile dökmek mümkün olmuş. İşte o zaman, anlatı ya da yaşam ya da acı artık saydam oluyor. Kristalin sağlamlığında, sırçanın kırılganlığında bir saydamlık dengesine varılıyor.

Yaşamın Ucuna Yolculuk’u okuyunca, insan belki Kafka’dan, Pavese’den, Svevo’dan da kendisi için yeni sesler duyuyor; belki bir yazarın, kendisiyle bütünleştirdiği üç yazara, o yazarın görüngesinden bir kez daha bakıyor… bütün bunlar oluyor belki. Ama aslolan bir yaşam. “Uc”undan sözedilen ve bir yolculukla koşutlanan bir yaşam. Herkesinki veya herhangi birininki mi? Hayır. Yapıtın evrensel olması için öyle olması gerekir sanan yanılır. Tek bir yaşam. Yaşamlardan bir yaşam. (“Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı.” s. 43)

Diyelim;bunun tek yaşama biçimi olmadığını da aynı acılıkla bilerek yaşamı bir acı, zaman zaman bir kahır olarak yaşayabileninki ve tabii bunu bir insanlık olanağı olarak yazıyla, yazına aktarabileninki… Bir de… bir de elbet, bunu böylece duyabilen, paylaşabilenlerinki! (“Sevgi, istenilen bir olguya da aktarılır, aktarılabilir. Çeşitli anlara, çeşitli insanlara, çeşitli kentlere, caddelere, tepelere aktarılabilir. İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük. Yaşam acısı.” s. 27)

Çocukluğun Soğuk Geceleri’nin yazarı Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta artık dizginlenemeyen bir çığlık değil. (“Onunla Don Giovarıni birlikte içimdeki her şeyi bağırıyorum. Susmamla.” s.l9) Daha bir ölçülü biçili, belki bir nebze daha temkinli. Ama o kitabı için yazdığım yazının başlığındaki gibi yazıyor yine: Acının tadıyla.

[1] Çocukluğun Soğuk Geceleri, Tezer Özlü Kıral, Derinlik Yayınları, İst. 1980.
[2] Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü, Derinlik Yayınları, İst. 1980.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz