Hakkari’de Bir Mevsim’in Başarısı ve Öteki Filmler Üstüne – Tezer Özlü

18 Şubat – 1 Mart tarihleri arasında düzenlenen 33. Uluslararası Berlin Film Şenliği’nde “Altın Ayı” ödülü İngiliz yapımı Belfast 1920 ile İspanyol yapımı La Colmena (Arı Kovanı) adlı filmler arasında paylaştırıldı. Şenliğin en önemli olayı, bir Türk filminin, Hakkari’de Bir Mevsim’in [BURADAN İZLE] dört ödül birden kazanmasıydı. Yönetmenliğini Erden Kıral’ın yaptığı film şenliğin ikinci büyük ödülü olan “Gümüş Ayı”nın yanı sıra Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği (FİBRESCİ) ödülünü; Uluslararası Sanat ve Deney Sinemaları Yazarları Birliği (CİKAE) ödülünü; içerdiği insancıl değerler nedeniyle de Uluslararası Protestan Kiliseleri Birliği ödülünü kazandı.

Aşağıdaki yazı Hakkari’de Bir Mevsim üstüne Alman basınında çıkan eleştirilerden alıntıları ve şenliğe katılan öteki filmler üstüne özlü bir değerlendirmeyi içeriyor.

33. Uluslararası Berlin Film Şenliği, yeni Türk sinemasının yeni bir zaferiyle sonuçlandı. Şenliğin ikinci büyük ödülü “Gümüş Ayı” yanında üç ödül daha kazanan Hakkari’de Bir Mevsim’den söz ediyorum. Aslında, bu konuda sözü Alman basınına bırakmak, kendi düşünce ve izlenimlerimizi festivale katılan ve ödüle değer görülen öteki filmler üstünde yoğunlaştırmak daha doğru olacak. Evet… Gelelim Alman basınının filmimizi nasıl değerlendirdiğine: 3 Mart tarihli Süddeutsche Zeitung’da eleştirmen Peter Puchka: “Hakkari’de Bir Mevsim adlı Erden Kıral’ın yönettiği Türk filmi, ilkin resimlerle etkiliyor insanı (Kamera: Kenan Ormanlar). Bugün, kameranın televizyonun etkisiyle sürekli olarak başoyuncunun ardında koşmayıp, resimler yaratması başlı başına bir olay. Oysa bu filmin her çerçevesinde insanları birbirlerine yaklaştıran, iliklere işleyen acı soğuğu algılamak ve gene aynı insanları yüksek Anadolu dağlarında yitmiş noktalar olarak sezinlemek olası. Sanki kar yığınları her olguyu yavaşlatıyor ve buzlara gömüyor. Sorunlara böylesine eğilebilmek için büyük bir sabır gerekir. Kıral, insanları gözlemlemede çok dikkatli. Sorunları çözebilmek için gereken sıcaklığı da Kıral ve Ormanlar öylesine iyi çözümlemişler ki, bu arkaik doğa ile iç içe girmiş yaşamı dikkatle saptamışlar. Hakkari’de Bir Mevsim, bence yarışmaya katılan en güzel film. Hiç değilse bu filme ‘Gümüş Ayı’ ödülü verilmiş oldu.”

“Ferit Edgü’nün romanından hareket eden yönetmen Erden Kıra!, bir öğretmenin yaşadıklarını güzel ve sakin bir oturmuşlukla, rahatlıkla anlatıyor. Köyü gösteriyor, bu bir avuç çıplak taş evi. Özellikle bütün köyü, böylelikle köyün yalnızlığını, dünya ile bağlantısızlığını tümüyle yansıtıyor. Ve dikkatlice buradaki insanların psikolojisine iniyor. Bu insanların da yaşamlarıyla ilgili tasarıları, özlemleri, düşleri var, belki de hiçbir zaman gerçekleştirmeyecekleri.” Carla Rhode, Tagesspiegel, 25.2.1983 .

Hakkari’de Bir Mevsim öğretmeyi amaçlamıyor, ama biz izleyiciler öğreniyoruz. Uzaktaki bu köy ve köyün insanları, bu insanların onurlu kişilikleri, yaşamlarını sürdürebilme için verdikleri sessiz ve bitmeyen mücadele … Öylesi bir yaşam ki, küçük mutlu anlan ancak çocuklar yaşayabiliyor. Erden Kıral’ın filmi bir olguyu ortaya getirip koyuyor, açıklamaya çalışmıyor. Bu da filmin niteliklerinden biri”. Volksblatt, Bedin 24.2.83

“Festivalin en etkileyici filmi gene Türkiye’de gerçekleştirilmiş. Yalın anlatımı içinde, olağanüstü yoğun bir yapıt. İnsan varoluşunu yansıtmasında Buii.uel’in Las Hurdes filmini anımsatan Hakkari’de Bir Mevsim, yönetmen Erden Kıral tarafından belgesele yakın ve stilize edilmeden anlatılıyor. Az kullanılan sözcükler büyük çağrışımlar taşıyor. .. Bir dayanışma, bir olguya kanıt bir yapıt Erden Kıral’ın filmi. Anlatımı bir yakarıyı dile getiriyor: Sessiz ve vakur, suskuyla, ama suskuyla konuşuyor. Anton Çehov gibi…” Wolfram Schütte/ Frankfurter Rundschau. “Festivalin en güzel filmi Türkiye’den geldi: Hakkari’de Bir Mevsim”. Hilke Schlager bu yorumu RIAS radyosunda verirken, aynı yorum 1. Heinrich Jost tarafından SFB radyosundan da verildi… İtalyan ve İspanyol gazetelerinin “Opus” diye söz ettikleri Hakkari’de Bir Mevsim, Alman basını dışındaki yabancı basın tarafından da gene en ilginç film olarak karşılandı … En önemlisi halkın, izleyicilerin en sevdiği film olarak, kente bir sanat olayı yaşatmayı başardı … Hem de Bedin gibi sanat olaylarını kanıksamış bir kente … Bu yılki uluslararası jüri şu üyelerden oluşuyordu: Başkan Jeanne Moreau, İsviçre Film Merkezi Üyesi ve gazeteci Alex Beanninger, İtalya’dan yönetmen Franco Brusati, Sovyetler Birliği’nden yönetmen Elem Klimow, Bedin Literarisches Colloqium film bölümü başkanı Ursula Ludwig, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nden Profesör Dr. Kurt Matzig (yönetmen ve DEFA kurucularından), Joseph L. Mankiewicz (ABD’li yönetmen), Franz Seitz (prodüktör ve yönetmen, Münih), Huang Zongjiangt (dramaturg ve senaryo yazarı, Çin Halk Cumhuriyeti).

Uluslararası jürinin sonucunu, SFB Radyosu aynı gün saat 18:00’deki yorumunda şöyle nitelendirdi: (Altın Ayı’yı alacak tek film Hakkari’de Bir Mevsim, bu nedenle sonuçlar tartışmalı). Ama aynı yıl iki önemli festivalde iki Türk filmine de büyük ödül verilemiyor, bu da böylesi festivallerin iç politikası.

Festivalin en ilginç filmi olarak jüri özel ödülü Gümüş Ayı’yı f!akkari’de Bir Mevsim filmi alırken, üzerinde durulacak İngiliz filmi ve önemsiz İspanyol filmi arasında Altın Ayı bölüştürüldü.

Ascendancy (Belfast 1920), 1950 doğumlu İngiliz yönetmen Edward Bennett’in iki belgesel filmden sonra gerçekleştirdiği ilk konulu filmi. 1920 yılında Belfast’ta geçen film, bir yandan Protestan ve Katolik halkın birbiriyle çatışmasını gösterirken diğer yandan İngiliz egemenliği karşısında halkın direnişini, yoksulluğunu, sendikal işçi hareketlerini çarpıcı sahnelerle veriyor. Bu sahnelerde hareket, canlılık ve mücadeleci davranış kitlelerin direncini, yaşama azmini yansıtıyor. Yönetmen, bu kitle yaşamı içine tersane sahibi bir büyük burjuvayı ve onun halktan duvarla çevrilip, tüm yaşama kapılarını kapamış sayısız uşakların hizmet ettiği şatosundaki mutsuzluğunu yerleştirmiş. Cilt cilt edebiyat kitapları arasında kendi dünyasını yaşadığını ve özellikle Dostoyevski’yi sevdiğini öğrendiğimiz oğlu, nihilist bir tavırla Birinci Dünya Savaşı’na katılıyor ve ölüyor. Kızı, erkek ve insan sevgisini birleştirdiği ağabeyinin ölümü karşısında bir elini çolak haline getiren ve giderek yaşamına mal olacak şizofreni benzeri bir hastalığa bırakıyor kendini. İngiliz tiyatro oyuncusu Julieu Covington’ın olağanüstü oyunu filmden arda kalan tek güç.

Sayısız hizmetçinin gözü altında, kendisine bakan anlayışsız hemşirenin gerektiğinde dayak attığı bu ilginç entelektüel kadın, çevresinde kendisini anlayan ve dinleyen hiçbir insan bulamıyor. Babasının duvarları ile halktan da uzakta. Şatoyu sokak çatışmalarından koruyan bir birlik asker arasında erkek kardeşinin yerine sevebileceği subay da ona “zavallı hasta kız” deyince. .. kendini hastalığa tümüyle teslim eden, aynı subay dönüp geldiğinde, onu götürmek, yaşama döndürmek istediğinde, tek sözcük söylemeyen, elleri yüzünü yırtmasın diye yün eldivenlere sarılı … büyük sanayicinin yiten ikinci çocuğu. Yönetmen Bennet, basın toplantısında yöneltilen sorulara karşı, başoyuncusunun hiç hasta olmadığını, bilinç ve dirençle kararlı bir ölüme gittiğini vurguladı. Altın Ayı’yı bölüşen La Ruche (Arı Kovanı), 1935 doğumlu, İspanyol yönetmen Mario Camus’nün. Camus, Carlos Saura’nın çeşitli filmlerinin senaryo çalışmalarında bulunmuş, özellikle edebiyat uyarlamalarıyla tanınan bir yönetmen. Bu film, İspanyol. yazarı Camilo Jose Cela’nın, 1943 yılında yazdığı ve İspanya içsavaşından sonraki Madrid’de yoksul, güç yılları belli bir çevrede yansıtan, yer yer gene Dostoyevski duyarlılığı taşıyan bir yapıt. Film genellikle Beyoğlu’nun eski Baylan Pastanesi’ni andıran bir pastanede geçiyor. Burada oturan yazarlar, bana İstanbul’un 1950 yılları sonralarını, her gün, yatacak yer arayan yoksul yazar, biraz duyarlılığı ile Hayalet Oğuz’u çok anımsattı. Ancak film, İtalyan yeni gerçekçilerinin daha 50 yılları başlarında gerçekleştirdikleri anlatıma hiçbir sanatsal güç katmıyor, yaratıcılıktan yoksun, titiz bir yineleme … Eski sinemasal dillerin titiz bir yinelemesi.

Yarışmadaki Fransız filmleri daha çok ticari sinema havası taşıyordu. Eric Rohmer, Pauline Plajsa adlı, en iyi yönetmen ödülünü aldığı filminde, yeni mayo modelleri ve çok güzel kadın-erkek gövdeleri sunarken, deniz kıyısının sakin köşklerinin yeşil çimli bahçelerine, yanık tenli, beyaz dantel giysili aşk arayan “güzelleri” bir Elle dergisi çerçevesinde yerleştiriyor. Güzelliğin estetiğini arama çabası sezinleniyor Fransız sinemasında. Yarışma filmleri arasında yer alan Alain RobbeGrillet’nin Güzel Tutuklu adlı filminde de aynı nitelikler var. Ama film, iyi bir yazarın elinden çıktığını yazınsal diyaloglarla kanıtlıyor. “Yaşam düştür, düş yaşamdır. Çevremizdeki canlıların belki birçoğu ölülerden oluşuyor, bu nedenle böyle sıkıntılı dolaşmıyorlar mı?” sorularını düş içinde kurduğu filminde gerçeküstü anlatımla yansıtıyor Robbe-Grillet. Görüldüğü an unutulan bir film. Yarışma filmleri arasında İsviçre yapımları daha çok üzerinde durulmaya değer filmlerdi. 1941 İsviçre doğumlu Daniel Schmid, Berlin Film Akademisi’nde okumuş ve Alman yönetmenleri Schroeter ve Fassbinder ile birlikte çalışmış. Yarışma filmleri arasında gösterilen Hecate (Gecelerin Metresi) ile gerçekten ticari sinemalarda zevkle seyredilecek bir aşk filmi yapmayı başarmış. Yarışmanın merakla beklenen filmlerinden Beyaz Kentte (ln the White City), ünlü İsviçreli yönetmen Alain Tanner’in onuncu filmi. Lizbon kentinin, gene İstanbul’un tramvayların işlediği yıllarını anımsatan görüntüleri, meyhane ve barları gerisinde, kendini, kişiliğini arayan bir denizcinin kısa bir yaşam kesiti. Ünlü Alman oyuncu Bruno Ganz’ın canlandırdığı bu Orta Avrupa gelişmiş ülkelerinin yalnız adamı, kendini en geniş, sonsuz denizler ortasında bile, gemi kamarasında bir hücrede hisseden, ama kendini aradığı günlerin sonunda gene boşluk, sonsuzluk içindeki denizlerde yol alan gemisinin hücresini seçen biri. Tanner de, her Batı Avrupalı sanatçının yaptığı gibi, kişisinin kurtuluşunu, mutluluğunu aşka, tutkuya bağlıyor. Batı’da yaygın bir düşünce ve yaşam anlayışı bu. Bireyin çıkmazı intihar, ama mutlu olmak, kendini kurtarmak istiyorsa, sıkı sıkıya gerçek aşkı bulmasının gerekliliği. Ya da bireysel boşluk, anlamsızlık. Tanner aynı posta kutusu başına oyuncusunu beş kez getirerek film içinde film çekmek ve aynı görüntüleri izleyiciye üç kez vermekle, böyle usta bir yönetmenin düşmemesi gereken hatalara düşüyor. Aşk, bunalım, viski, otel odası, nedensiz yere bıçaklanma, bir öteki sahnede ortaya çıkma, eskiye dönme … Şiirsel bir anlatım beklenen film, diğer yarışma filmleri arasında sivrilmesine karşın, gene de büyük kusurlar taşıyor. 1981’de Kurşun Gibi Yıllar adlı siyah-beyaz filmiyle Venedik’te büyük ödülü alan Margarethe von Trotta’nın yarışmaya katılan Heller Wahn (Açık Çılgınlık) adlı filmi hiç kimse tarafından beğenilmedi, hatta gösterim sırasında yer yer yuhalandı. Trotta, izlediğim bu ikinci filminde de, film çekmek yerine “makale” yazıyor, okuyor, okutuyor, konuşuyor konuşturuyor. İpi boynuna geçirmek isteyen, o an diğer kadın tarafından kurtarılan, düğümlü ipi ellerinde tutup, tıpış tıpış eve yol alan kadın oyuncular, tüm izleyicinin tepkisiyle karşılaştı. Öyle ki, Trotta aynı kadınları kahve falı baktırmak için Kahire’ye götürüp geri de getirdi. İhtiyarlar yurdu, ruhsal bunalımlar, evliliklerin bozulması, sürgündeki sanatçıların Alman kadınların evinde sığınma durumuna düşmesi, sevgi bulsalar da ülkelerinden ayrı olmanın, boşluğunu dolduramayan insanların sorunlarına, yani Almanya’daki güncel sorunlara da yanıt aramaya çalışan Trotta, film yapmayıp gerçekten incelemeler yazsa, daha başarılı olur, ama sinemanın ününden de yoksun kalır. 1944 Tahran doğumlu yönetmen Sohrab Shahid Saless, 1974 yılından bu yana Federal Almanya’da yaşamakta. 1975 yılında yaptığı ve yabancı işçi sorununa eğilen Gurbette (In der Fremde) adlı filmi, Türk-Alman kültür enstitüleri tarafından Türkiye’de gösterildi. Bu yılki yarışmaya Utopia adlı filmi ile Alman filmleri arasında katılan yönetmen, kanımca festivalin en kötü film örneğini sundu. Yeşilçam’ın “en gaddar”, “en kötü adamlı” filmlerini aratmayan, Berlin’de satılık kadınların düştüğü çıkmazları dile getiren filmin, festivalde yarışmaya nasıl seçilebildiği gerçekten sorulması gereken bir soru. Yarışmada yer alan Macar filmi Akbaba, yönetmen Frene Andras tarafından Budapeşte’de çekilmiş. Polisiye bir film havasında sosyalist toplumda da hırsızlık, haksız kazanç, sınıf farkları, sorunlarının anlatıldığı film, Fassbinder’in Maria Braun’un Evliliği filminden alınmış, kendini evle birlikte havaya uçurma sahnesiyle son buldu. Fassbinder’in Batılı sinemacıları çok etkilediği apaçık ortada. Trotta da filminde Hanna Şchygulla’ya aynı Fassbinder’in Veronika Voss filminden aldığı bir sahneyle piyano başında şarkı söyletti. Ancak büyük bir saflıkla, kadına şarkı söyletirken piyano üzerindeki kırmızı bir gülü okşattı ki… Fassbinder’in Alexanderplatz, Lili Marlen, Lola, Veronika Voss, Querell adlı son filmlerinin kameramanı Xaver Schwarzenberger de ilk yönettiği filmle yarışmaya katıldı. Önemli bir şarkıcı öldü mü, hemen ona benzeyen bir sesin onun yerini alması, almaya çalışması, bir sarışın bombanın yerine diğerinin yaratılmaya çalışılması gibi bir olay. Mutlak Schwarzenberger çok iyi bir kameraman ve çok iyi ışıklar hazırlıyor. Ama kameraman, kanımca bir film yönetmeninin yerini hiç alamıyor. Schwarzenberger, Peter Handke’den sonra Avusturya’nın en tanınmış yazarı Gerhard Roth’un Sessiz Okyanus adlı romanından yaptığı filmde siyah-beyaz görüntülerle, gene bir Avusturya köyünde kendini arayan bir “entelektüel”i anlatıyor. Albert Camus’nün Yabancı’sını okuyan aydın, köye gelir gelmez tuttuğu odasında çalışma masasının karşısına sevgilisi, unutmak istediği, unutamadığı kadının altı-yedi tane aynı fotoğrafını sıralıyor. Doktor olan aydın, bir insanın ölümünün sorumluluğunu taşıyor. Kaçışının nedeni bu. Suçluluk duygusundan sıyrılmak. Bir ara başına av tüfeğini dayıyor, geceleri yalnız odasında bol bol içki içiyor, bir farenin çıtırtılarından arkadaş arıyor. Köylülerle ilişki kurmaya çalışıyor … Ama köy nasıl yansıtılıyor. Berber, yalnız bir dul, av sahneleri, düğün, antikacı dükkanı… Yönetmen bu insanların dünyasına yalnız resim, yalnız kamera olarak giriyor, bu görüntülerin filmle ve acısını unutmak, kendiyle hesaplaşmak isteyen doktorun bağlantısını kuramadan … Her şey kameranın izlemek istediği ilginç görüntüler. .. Kızaran balıklar, yenen yemekler. .. Hepsi fotoğraf. Üzüntülü doktor da film boyunca her yerde yiyip içiyor. Gene Fassbinder’den bir sahne … Köy düğününde yalnız dulla doktorun son tangosu …

Milliyet Sanat, 15Mart 1983

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz