Ne yapalım? Hepimiz insanız ne de olsa!| Rus Edebiyatında Türk İmgesi – Ataol Behramoğlu

Rus şairi Puşkin’in sürgün olarak Rus ordusuyla birlikte Erzurum’a yaptığı yolculukta “Ordumuz bir gün önce ele geçirilen Türk ordugâhı bölgesindeydi. Kont Paskeviç’in çadırıyla, Kazaklara tutsak düşen T’ürk paşasının yeşil çadırı yan yanaydı. Paşayı görmeye gittim. Paşa bağdaş kurup oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu. Kırk yaşlarında gösteriyordu. Güzel yüzünde derin bir sükûnet ve azamet ifadesi vardı. Teslim olduğunda kendisine soru sorulmamasını, bir fincan kahve getirilmesini rica etmişti.” diyor.
Rus ordugâhında karşılaştığı, “korkunç derecede konuşkan, kuru bir ihtiyar” olan bir başka tutsak Türk paşasının, Puşkin’in şair olduğunu öğrendiğinde, elini göğsüne koyup eğilerek, çevirmen yardımıyla ve “tam bir Doğulu olarak” söyledikleri bir “Türk kimliği”ni yansıtan satırlar olarak ayrıca ilginç: “Bir şairle karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır, ne de dünya nimetlerinde gözü. Biz zavallılar şan, iktidar ve para peşinde koşarken; o, yeryüzünün hükümdarlarıyla aynı sırada durur ve herkes onun karşısında saygıyla eğilir.”

“Rus edebiyatında Türk imgesi”, bir doktora çalışması niteliğinde, çok geniş, çok kapsamlı, çok ayrıntılı bir araştırma konusu olabilir.
Böyle bir çalışmanın döküm olma ötesine geçerek değerlendirme niteliği kazanması ise edebiyat, tarih, toplum bilim alanlarında ayrıntılı incelemeler gerektirir.
Türkiye ve Rusya gibi bin yıllık komşular söz konusu olduğuna göre, karşılıklı olarak toplumsal psikolojileri, her iki ülkenin geçmiş ve geçmekte oldukları evreleri anlamak bakımından da, bu türden bir çalışmanın ne kadar önemli olduğu yeterince açıktır.
Böyle olmakla birlikte, sanıyorum ki bu anlamda bir çalışmadan yoksunuz.
Burada sunacağım bildirinin de bu savlara sahip olmadığını belirtmem gerekir.
Yine de, söz konusu alanda yapılması kaçınılmaz araştırmalara kısa bir giriş, bir önsöz değeri taşıyabilirse görevini yapmış sayılabileceğini umuyorum.
Rus halk edebiyatı ürünlerinde, masallarda, destan ve türkülerde Türk imgesinin araştırılması başlı başına bir inceleme konusudur.
Özellikle savaş türküleri alanında zengin verilerle karşılaşılacağından kuşku duymuyorum.
Fakat bu bildiri kapsamında kendi inceleme alanımı klasik ve modern Rus edebiyatı ürünleriyle sınırlayacağım.
Tek bir istisna, Igor Alayı Destanı (Slouo o polk.u Igoreue) dışında.

12. yüzyıl sonlarının ürünü olduğu tahmin edilen bu destan, Rus edebiyatında “savaş anlatısı” (voinskaya povest) türünde geçmişten günümüze ulaşmış en eski yapıttır ve seçkin şiirsel özellikleriyle sadece eski Rus edebiyatının değil bütün Rus edebiyatının en dikkate değer ürünlerindendir. [1]
Destanın yazıldığı tahmin edilen 12. yüzyıl sonlarında, henüz merkezi devlet niteliği kazanmamış Rus toprağında, Kiev Rusya’sında, feodal prenslikler arasında çatışmalar sürmekteydi.
Bu çatışmaların yanı sıra doğuda Tatar-Moğol akınları başlamıştı ve Türk soyundan Kuman (polovets) oymaklarıyla çatışmalar kızışmaktaydı. 1185’te Kumanlar üstüne sefere kalkan Kuzey Novgorod prensi îgor Svyatıslaviç’in ordusu bozguna uğradı. Başta prens Igor, savaşa katılan tüm prensler tutsak düştüler. Bu yenilgiyi Kumanların Rus topraklarına seferleri ve iki yüz yıl sürecek Tatar-Moğol boyunduruğu izleyecektir.
Yenilginin ve sonuçlarının büyük bir kederle anlatıldığı bu gerçekten güçlü şiirsel anlatıda, birkaç yerde düşmanın imgesiyle de karşılaşırız. Bunlardan biri, İgor’un kardeşi Vsevolod’un kahramanlığının betimlendiği satırlardadır:
“Yiğitler yiğidi Vsevolod! Herkesin en önünde çarpışırsın sen, oklarınla dinsizlere nişan alırsın, çınlatırsın çelik kılıçlarını miğferlerde. Senin sıçradığın yerde, dinsiz Polovets kafaları yatar.”
“Türk” sözcüğü geçmiyor olmakla birlikte burada karşılaştığımız “dinsiz” sözünün Rus halk imgeleminde ve kültüründe, bizdeki “Moskof” sözünün karşılığı sayılabilecek “turok”a dönüşeceği sanıyorum ki söylenebilir.
Çok bilinen Rus atasözlerinden birindeki, “çağrısız konuk Tatar’dan kötüdür” sözündeki “tatar” sözcüğünün de “Türk” çağrışımları taşıdığı yine sanıyorum ki ileri sürülebilir.
(Burada, konuya ilişkin bazı kişisel gözlemlerimden, anılarımdan söz etmek isterim. Rusçada, günlük konuşmalarda seyrek de olsa rastlanabilen bir söz vardır: “razue tıy turok /yoksa sen Türk müsün?” Tahmin edilebileceği gibi, karşısındakinin (en hafif deyimiyle) anlayışsızlığını tanımlayan bir deyimdir bu…
Rus TV kanallarından birinde Puşkin’in Çingeneler’i üstüne bir kültür programını izlerken, konuşmacılardan biri olan bir eleştirmenin, yapıtın kahramanı Aleko’nun (onu cinayet işlemeye yöneltecek kadar kıskanç) kişiliğini “turok” sözcüğüyle nitelediğine tanık olmuştum. Eleştirmen bunu yaparken, Türkçedeki “arap saçı” deyiminde olduğu gibi, bu sözcüğün aynı zamanda bir halkın adı olduğunu belki de düşünmüyordu. “Turok” (Türk) sözcüğü, onun zihninde, sözcüğün kaynağı olan halktan bağımsız olarak, “kıskançlık”, “şiddet” vb. kavramların nesnel karşılığına dönüşmüştü…)

Farklı dinlerden ve aralarında sürekli savaşlar olan iki halkın alt bilinçlerinde ve imgelemlerinde birbirlerine ilişkin imgelerin, Igor Alayı Destanı’nın yaratıldığı dönemlerde düşmanca olmasında şaşılacak bir yan olmasa gerek…
Yine de, sözünü ettiğimiz yapıtta, düşmanın kötülenişinin yenilginin sorumlularının eleştirisiyle birlikte yapılması ilginçtir:
“Prensler isyanlarla, cinayetlerle uğraşa dursunlar. Dinsizler utkudan utkuya koşuyorlar Rus toprağında, avludaki tavşanı vergiye bağlayarak..”

“Eski Rus edebiyatı” diye adlandırılan, klasik Rus edebiyatı öncesi yapıtlarından Mehmet Sultan Menkıbesi (Skazaniye o Magmete Sultane), konumuz bakımından kuşkusuz ki özel bir öneme sahiptir. [2] 16. yüzyıl Rusya’sında dönemin büyük yazarı ve düşünürü İvan Peresvetov’uıı yapıtının kahramanı Fatih Sultan Mehmet’tir. Menkıbede, “Yunanlıların tefecilikle, haksız vergi toplayarak, gözyaşı ve insan kanıyla zenginleşmeleri, suçsuz kimseleri rüşvetçilikten yargılamaları” gibi toplumsal aksaklıklar, Bizans İmparatorluğu’nun çöküş nedenleri olarak gösterilmekte, Fatih Sultan Mehmet ise olumlu, ideal hükümdar tipi olarak betimlenmektedir. Anlatının daha ilk satırlarında dile getirilir “Türk hükümdarı”mn bu özellikleri:
“Türk hükümdarı Mehmet Sultan, Türk kitaplarını okumuş bilgili bir kimseydi. Yunan kitaplarını okuyup sözcüğü sözcüğüne Türkçe’ye çevirdiğinde bilgeliği daha da arttı.”
îvan Peresvetov’un Dilekçesi adlı yapıtın bir bölümünü oluşturan menkıbede, yazar, Osmanlı devletinin, bu yapıtın yazıldığı dönemden yüzyıl önce çözümlediği merkezi bir devlet olma sorunlarının Fatih Sultan Mehmet tarafından nasıl aşıldığını kendince anlatmakta, “Türk hükümdarı”nı genç Çar’a (Müthiş İvan) örnek olarak göstermektedir.

Arınmış bir dil ve özgün imgelerle örülmüş kasideleri ulusal Rus şiirinin kuruluş evresinde temel bir öneme sahip Mihaylo Lomonosov’un, “Imparatoriçe Anna İoannovna’nın Türkler ve Tatarlar Üzerinde Utkusunun ve 1739 Yılında Ho tin’in Alınışının Mutlu Anısına” [3] başlığını taşıyan kasidesi, birkaç yüzyıl önce İgor Alayı Destanı’nda kederle dile getirilen yenilginin “rövanş”ı gibidir. Fark, yenilgiye uğrayanların bu kez Türkler ve Tatarlar, utku kazananların Ruslar oluşudur…
Bu iki yapıt, dil, imgeler, olay örgüsü bakımlarından ilginç bir karşılaştırmalı edebiyat konusu oluşturabilir. Her iki yapıtta da doğa, anlatılan olayların tanığı ve katılımcısıdır. Igor Alayı Destanı’nda Rus yenilgisi üzerine “ot merhametten başını eğmekte, ağaçlar acı içinde yere kapamnakta”yken, Lomonosov’un kasidesinde, bu kez Türklerin ve Tatarların bozguna uğrayarak kaçışını gören ay, yüzünü utançla karanlığa gizlemektedir… Kasidenin bir yerinde şairin “Istanbul”a seslenerek, “Nerede şimdi övüngenliğin/Küstahlığın nerede? Savaşta direşkenliğin?” gibi sorular yöneltmesi, Rus ulusal bilincinin oluşmasında Türk imgesinin önemli yerini gösteren ilginç öğelerdir.

Klasikçi Rus edebiyatı ürünlerinde bu türden öğelerin derlenip incelenmesi ayrıca çok ilginç bir araştırma konusu olabilir.

Rus edebiyatındaki ilk romanların yazarı, Türk kökenli bir Ukraynalı olan Fyodor Emin (1735-1770) konumuz bakımından da oldukça ilginç bir kişiliktir. Genç yaşta Türkiye’ye gelmiş, İslam dinini kabul etmiş, sonra yeniden Ukrayna’ya ve Hıristiyanlığa dönmüştür. 1763’te yayınladığı Miramond’un Serüvenleri Rusçada ilk yerli roman örneği sayılır. “Türk genci” Miramond’un başından geçenlerin ve “Mısır Prensesi Sümbül” ile aşkının anlatıldığı yapıt, olay örgüsü ve diliyle Petro döneminin masalsı aşk-serüven-şövalye öykülerini anıştırsa da, kahramanın (yazarın kendisinin) gezip gördüğü yerlerdeki halkların yaşamları ve görenekleri üstüne içerdiği gerçekçi bilgilerle bu tür yapıtlardan ayrılır.

Türk imgesinin Rus edebiyatında gerçekçi bir yaklaşımla yansıtıldığı ilk yazınsal ürün, büyük hümanist Aleksandr Puşkin’in (1799-1837) gezi edebiyatı türünde bir başyapıt olan Erzurum Yolculuğu başlıklı yolculuk notlarıdır. Dönemin Osmanlı-Türk imgesi ve toplumsal yaşam ortamı, 1836’da yayınlanan bu yapıtta, büyük şairin ince mizahı, sevecen ve nesnel anlatımıyla sergilenmektedir. Hem nesnel belgeselliği hem yalın anlatımıyla değerini her zaman koruyacağı kuşkusuz olan bu gezi notlarına, örneklerle, biraz daha yakından bakmak ilginç olacak.
Reformcu padişah II. Mahmut’un saltanat dönemine rastlayan 1827 yılında Rus-İngiliz-Fransız birleşik deniz güçleri Güney Yunanistan’daki Navarin Koyu’nda Türk-Mısır ortak donanmasını yok etmişler, Yunan ayaklanmasını desteklemek için yapılan bu saldırı 1828 Osmanlı-Rus savaşına yol açmıştı. Puş- kin, savaşçı olarak değil, gözlemci ve yazar (denebilir ki bir çeşit savaş muhabiri) olarak Kafkasya üzerinden Anadolu’nun doğusuna ilerleyen Rus ordusunun içindedir. Türk topraklarına giriş Erzurum Yolculuğu’nda, yalın bir şiirsellikle anlatılır: “Güneş doğuyordu. Dupduru gökyüzünde iki başlı, karlı bir dağ parlıyordu. (…)
‘Ne dağı bu?’ diye sordum. ‘Ararat’ dediler.
Seslerin etkisi ne kadar güçlü! Var gücümle baktım bu efsanevi dağa. Yenilenme ve yaşam ümidiyle onun doruğuna yanaşan Nuh’un gemisini, biri idamın öteki barışın simgeleri olarak uçup gelen kuzgunla güvercini gördüm.
Atım hazırdı. Bir kılavuzla yola çıktım. Çok güzel bir sabahtı. Pırıl pırıl bir güneş altında; dünkü yağmurun suladığı ve üstlerinde çiğ damlaları ışıldayan yeşil, gür otlarla kaplı geniş bir çayırlık boyunca ilerliyorduk. Karşımızda, aşmak zorunda olduğumuz bir ırmak parıldamaya başladı. Kılavuzum: ‘işte Arpaçay!’ dedi.
Arpaçay!.. Yani sınır!.. Doğrusu Ararat’a bedeldi bu. Anlatılmaz bir yürek çarpıntısıyla, atımı ırmağa doğru dörtnala kaldırdım. Ömrümde ilk kez yabancı bir ülkeye giriyordum. Sınır, içimde gizemli duygular uyandırırdı hep. Yolculuk, çocukluğumdan beri beni en çok saran bir hayaldi. Sonraları uzun süre oradan oraya gezmiş; kâh Güney’de kâh Kuzey’de sürtmüş, fakat engin Rusya’nın sınırlarını hiç aşmamıştım. Bu kutsal ırmağa sevinçle girdim ve atım Türk kıyısına çıkardı beni. Fakat bizimkiler ele geçirmişlerdi bu kıyıyı. Böylece, demek ki Rusya’daydım hâlâ!” [4]
Mizahtan da yoksun olmayan bu satırlarda, yaşanılan dönemin ve bulunulan ortamın koşullarında pek de yadırganamayacak olan bir şovenizmin kırıntısının bile bulunmadığı çok açıktır…

Çatışmada yaşamını yitirmiş bir Türk’ün betimlendiği satırlarda insancıl yaklaşım çok daha belirgindir:
“Yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türk’ün cesedi önünde durdum. 18 yaşlarında bir delikanlıydı bu. Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içinde yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kurşun yarası vardı.”
Bir yol kenarında, tıraşlı ensesindeki kurşun yarasıyla betimlenen ölü Türk, artık Lomonosov’un soyut “yeniçeri”si değil, hangi ulus ya da dinden olduğu önemsiz, yaşamını savaş alanında yitirmiş herhangi bir genç insanın unutulamayacak portresidir.
Bir çatışma sahnesinin betimlendiği satırlar belgesel bir değer taşıyor:
“200 kadar Kazak, karşımızdaki dağın yamacında bir lav yatağında savaş düzeni almıştı. Tepelerinde de 500 kadar Türk vardı. Kazaklar ağır ağır geriliyorlardı. Türkler büyük bir küstahlıkla ani ataklara kalkarak Kazakların yirmi adım kadar yakınına geliyor; nişan alarak ateş ediyor, sonra dörtnala geri çekiliyorlardı. Yüksek sarıkları, kırmızı kaftanları ve atlarının parlak koşumları; Kazakların gösterişsiz koşum takımlarıyla tam bir karşıtlık yaratıyordu.”
Gezi notlarının çeşitli bölümlerinde Türkler, ağır başlı, sakin, özgüven sahibi kişiler olarak betimlenmektedir:
Rus ordusu Erzurum’a girdiğinde, “Türkler evlerinin düz damlarına çıkmış, asık suratlarla” olup biteni seyretmektedirler.
Bir dere yatağında toplanan ve hepsi de genç adamlar olan Türk savaş tutsakları “kendi aralarında sakin sakin konuşarak” oturmaktadırlar…

Tutsak düşen Türk paşasının portresi, birkaç fırça vuruşuyla amacına ulaşmayı başaran usta bir ressamın ürünüdür:
“Ordumuz bir gün önce ele geçirilen Türk ordugâhı bölgesindeydi. Kont Paskeviç’in çadırıyla, Kazaklara tutsak düşen T’ürk paşasının yeşil çadırı yan yanaydı. Paşayı görmeye gittim. Paşa bağdaş kurup oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu. Kırk yaşlarında gösteriyordu. Güzel yüzünde derin bir sükûnet ve azamet ifadesi vardı. Teslim olduğunda kendisine soru sorulmamasını, bir fincan kahve getirilmesini rica etmişti.”
Rus ordugâhında karşılaştığı, “korkunç derecede konuşkan, kuru bir ihtiyar” olan bir başka tutsak Türk paşasının, Puşkin’in şair olduğunu öğrendiğinde, elini göğsüne koyup eğilerek, çevirmen yardımıyla ve “tam bir Doğulu olarak” söyledikleri bir “Türk kimliği”ni yansıtan satırlar olarak ayrıca ilginç: “Bir şairle karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır, ne de dünya nimetlerinde gözü. Biz zavallılar şan, iktidar ve para peşinde koşarken; o, yeryüzünün hükümdarlarıyla aynı sırada durur ve herkes onun karşısında saygıyla eğilir.”

Bütün bunlara karşın, Puşkin’in betimlediği Osmanlı Erzurum’unun, oryantalistlerin Doğusuyla ilgisi yoktur:
“Asya görkemi sözünden daha anlamsız bir şey bilmiyorum. Bu deyim Haçlı Seferleri sırasında çıkmış olmalı. Kalelerinin çıplak duvarlarını, meşe odunundan sandalyelerini bırakarak sefere katılan ve Doğunun kırmızı divanlarını, renk renk halılarını, kabzaları renkli taşla süslü hançerlerini görünce gözleri kamaşan yoksul şövalyelerin işidir bu. Bugün Asya yoksulluğundan, Asya ilkelliğinden söz edilebilir ancak. Görkem, hiç kuşkusuz, Avrupa’nın sahip olduğu bir şeydir artık. Pskov ilinin ilk taşra kentindeki küçük bir bakkal dükkânında bulabileceğiniz herhangi bir şeyi, Erzurum’da dünyanın parasını dökseniz satın alamazsınız.”
“Sultanın ön ayak olduğu yenilik hareketlerinin henüz ulaşmadığı Erzurum”da, kentin yoksul görüntüsüne veba olayları da eklenmiştir:
“Saraya döndüğümde (…) Erzurum’da veba görüldüğünü öğrendim. Aklıma hemen karantinanın korkunçluğu geldi ve o günden tezi yok ordudan ayrılmaya karar verdim. Veba düşüncesi tatsız, alışılmadık bir duygu uyandırıyor insanın içinde. Bu izlenimi silmek amacıyla pazar yerinde dolaşmaya çıktım. Bir silahçı dükkânı önünde durup bir hançeri gözden geçirmeye koyuldum. Ansızın bir el dokundu omzuma. Döndüm ve korkunç bir dilenciyle burun buruna geldim. Yüzü ölü yüzü gibi sararmıştı. Kan çanağına dönmüş irinli gözlerinden şıpır şıpır yaş akıyordu. Veba düşüncesi yine içime düştü. Dilenciyi anlatılmaz bir tiksinti duygusuyla itip, gezintiye çıktığıma bin pişman saraya döndüm.
Ama merak ağır bastı. Ertesi gün hekimle birlikte ben de ordugâha gittim. Vebalılar vardı burada. Çadırdan bir hasta çıkarıp getirdiler. Yüzü sapsarıydı. Sarhoş gibi sallanıyordu. Bir başka hasta kendinden geçmiş yatıyordu. Vebalıyı gözden geçirip zavallı adama çabuk iyi olacağı ümidini verirken iki Türk ilgimi çekti. Bunlar hastanın koluna giriyor, onu soyuyor, elleriyle vücudunu yokluyorlardı. Adam veba değil de nezleydi sanki. Bunu görünce Avrupalı ürkekliğimden utandığımı itiraf etmeliyim.”

O yılların Erzurum’undan bir başka görüntüyle Erzurum Yolculuğu’ndan ayrılalım:
“Kentte dolaşırken beni yanlarına çağıran Türkler, çıkarıp dillerini gösteriyorlardı. (Bütün Frenkleri hekim sanıyorlar.) Bu iş canımı sıkmaya başlamıştı artık. Ben de onlara aynı şekilde karşılık vermeye başladım.”

Mihail Lermontov (1814-1841) Bir Türk’ün Yakınmaları (1829) başlıklı şiirinde, “kurnazlığın ve kaygısızlığın kötülükle birleştiği, insan yüreklerinin korkuyla kıvrandığı, sevinçlerin ardından azarlanışın geldiği; akılların taş gibi soğuk ve sert, insanın tutsak olduğu ve zincir altında inlediği bir ülke”den seslenir… “Türk’ün yurdu” olan bu “yabanıl ülke”nin aslında şairin kendi yurdu, o dönem Rusya’sı olduğu, şiirin sonuna düzülen dipnotlarda belirgin olarak ima edilmiştir. Bunu çarlık sansürünün anladığından da kuşku yoktur. Fakat yine de, “tutsak ve zincir altında inleyen kişi”nin simgesi olarak “Türk”ün, “yabanıl ülke”nin simgesi olarak da onun yurdunun seçilmiş olması ilginçtir…

Bir Türk ün Yakınmaları
(Yabancı bir dosta mektup)

Güneşin yakıcı ışınları altındaki o yabanıl ülkeyi bilir misin?
koruların ve solgun çayırların çiçeklendiği?
Kurnazlığın ve kaygısızlığın kötülükle birleştiği,
Korkuyla kıvrandığı insan yüreklerinin?
Ve o ülke ki bazen
Akıllar soğuk ve serttir taş gibi
Fakat zamansız bir tasayla ezilir güçleri
Dingin alevi iyiliğin söner erkenden.
daha başlangıçta yüktür orada yaşam
ve azarlanış gelir ardından sevinçlerin
Tutsaktır ve zincir altında inler orada insan
Dostum!İşte o ülke yurdumdur benim!

Not: Ah, anlıyorsan eğer beni
Açık konuşmadığım için kınama;
Varsın yalan gizlesin gerçeği:
Ne yapalım ? Hepimiz insanız ne de olsa!
(1829 -Mihail Yuryeviç Lermontov) [5]

Puşkin’in sürdürümcüsü, büyük özgürlükçü şair Lermontov’un alegorisi, romantizme özgü abartılı anlatımına karşın, dönemin koşulları düşünüldüğünde hem cesurca yazılmış bir şiir hem de nesnellikten çok uzak olmayan bir saptamadır. Buna karşılık bir başka büyük yazarın, “Batıcı” İvan Turgenev’in (18J8-1883), Osmanlı yönetimine karşı Bulgaristan özgürlük savaşım fon olarak aldığı, 1860 tarihinde yayınlanmış Arefe (Nakanune) adlı romanının kimi bölümlerindeki yüzeysel anlatımların, yer yer kaba bir Türk düşmanlığına dönüşerek yapıtın sanatsal örgüsünü zedelediğini belirtmek gerekir. Romanın kahramanı Bulgar delikanlı İnsarov’un X. ve sonrasındaki bölümlerde anlatılan öyküsü (annesinin bir Türk “ağa” tarafından kaçırılıp öldürülmesi, gerçeği öğrenen baba İnsarov’un öç almak amacıyla bu ağayı hançeriyle öldürmek isteyip fakat ancak yaralayabilmesi ve sonra da idam edilmesi vb.) inandırıcılıktan uzak, melodramatik ve yapıştırmadır. Aynı şey Bulgaristan yurtseveri İnsarov’un “idealistliğini betimleyen şu yine oldukça yüzeysel ve klişe sözler için de söylenebilir:
“…Türklerden, yaptıkları zulümlerden, yurttaşlarının uğradığı acılardan ve yıkımlardan söz etti. Her bir sözcükte, köklü ve değişmez bir tutkunun enine boyuna düşünülmüşlüğii sezinleniyordu.”[6]

“Rus Edebiyatında Türk İmgesi” başlıklı bu oldukça hızlı ve özet değerlendirmeyi Lev Tolstoy’un (1828-1910) ölümsüz yapıtı Anna Karenina’nın son sayfalarında yazarın Osmanlı- Sırp Savaşı’na ilişkin yaklaşımına değinerek tamamlamak istiyorum. Yapıtın Türkçeye kimi çevirilerinde kullanılan sözcük “Osmanlı” olmakla birlikte, aralarında roman kahramanı Vronski’nin de bulunduğu “gönüllü”ler, “Slav kardeşliği” adına Sırpların yanında savaşa hazırlanırken, karşılarındaki düşman “Tıirk”lerden başkası değildir…

Roman, 7. bölümünün sonunda Anna Karenina’nın trajik ölümüyle sona ermiş gibiyken Lev Tolstoy’un son bir bölümle anlatısını sürdürmesi bu son bölümde söyleyeceklerine verdiği önemi gösterir. Kont Vronski’nin Rus gönüllüler arasında savaşa gitmesi, Anna’nın ölümünün anlatıldığı sayfalardan sonra olay örgüsünün dramatik gelişim sürecinde pek de önemli değildir. Bu süreç, romanın asıl kahramanı Anna’nın yaşamdan ayrılışıyla doruk noktasına ulaşmış ve tamamlanmıştır… Öyleyse Lev Tolstoy’un yeni ve son bir bölümle anlatısını sürdürmesinin başlıca nedenlerinden biri Levin’in ruhsal oluşumunu göstermekse, aynı ağırlıkta bir öteki, savaş konusunda düşüncelerini dile getirmektir… Nitekim, “Türk’lere karşı savaşmaya gidenlerin betimlendiği istasyon sahnesinde, yazarın, orada bulunuşları çeşitli ve birbirine benzemez durumların sonucu, genellikle de övüngen ve gösterişçi bu insan topluluğuna karşı olumsuz tutumu belirgindir…[7] Fakat, konu Türklerle savaş olmakla birlikte, aslında savaş olgusunun kendisidir… İlk dönem yapıtlarından Sivastopol Hikâyeleri’nde ve yine dev yapıtlarından Savaş ve Barış’ta “savaş” ve “halk” kavramlarını evrensel değerde bir barışçı düşünür kimliğiyle irdeleyen Lev Tolstoy, Anna Karenina’mn bu son sayfalarında da aynı cesur ve bilge kişiliği sergilemektedir. Tolstoy için savaş, hangi millete karşı ve hangi amaçla yapılırsa yapılsın “hayvanca, vahşi ve dehşet verici”dir.[8]
Bu kesin ahlaki tavır karşısında, ırkçılık, ulus ve din ayrımcılığı gibi kavramlar değersizleşmekte, insan olma olgusu ve erdemi biricik insanlık değeri olarak hepsinin üstünde yükselmektedir.

Ataol Behramoğlu
İstanbul. Mayıs 2004
Evrensel Basım Yayın – Rus Edebiyatının Öğrettiği

*) 1 13-14 Mayıs 2004 tarihinde Bahçeşehir Üniversitesi’nce “Dünyada Türk İmgesi” başlığı ile düzenlenen sempozyumda bildiri olarak sunulan bu yazı daha sonra aynı adla yayınlanan sempozyum kitabında (Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005) yer almış, yazar tarafından yapılan Rusça çevirisi de “Obraz Turka v Russkoiy Literarture” başlığı ile “Bolgarskaya Rusistika” dergisinin Türk – Slav bilimcilerine ayrılan özel sayısında (Sofya 2006, sayı 1-2) yayınlanmıştır.
Dipnotlar

1. Hrestomatiya po drevnoi rııskoy literatüre, (M.E. Federova, T.A. Suınnikova), tzdatelstvo Vısşaya Şkola, Moskva 1969, s. 50-56.
2. A.g.y., s. 137-145.
3. Russkaya Poeziya XVlIlovo veka, lzdatelstvo “Hudojestvennaya Literatura”, Moskva 1972, s. 123-130.
4. A.S. Puşkin, Erzurum Yolculuğu (çev. A. Behramoğlu), Türkiye jş Bankası Yayınları, İstanbul 2001.
5. M.Y. Lermontov, Hançer (çev. A. Behramoğlu), Adam Yayınları, İstanbul 2001
6. t. Tıırgenev, Arefe (çev. A. Behramoğlıı) İletişim Yayınları, istanbul.
7. L. N. Tolstoy, Anna Karenina, Minsk, Belorııs, 1970. s. 730-732.
8. A.g.y., s. 756-759.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz