Maksim Gorki Üstüne Öznel Bir Yazı – Ataol Behramoğlu

Büyük bir yazar konusunda öznel bir değerlendirme yapabilmek oldukça güç. Çünkü söylenebilecekler büyük ölçüde söylenmiş… Size onları (birtakım biyografik bilgileri de ekleyerek) yinelemekten başka ne kalıyor? Hatta, yazıya “büyük bir yazar” tanımlamasıyla başladığımız anda, öznellik su götürmeye başladı demektir. Gorki gerçekten büyük bir yazar mı?…

Bence, büyük bir yazar… Ya da, bence de büyük bir yazar… Bu yazıda, Gorki’yi neden büyük bir yazar saydığımı anlatmaya çalışmak istiyorum. Sayısız kez yinelenmiş biyografik bilgileri sıralamayacağım. İsteyenler bunu herhangi bir ansiklopediden de öğrenebilir. Kişisel izlenimlerini, okuru ve çevirmeni olarak Gorki üstüne “öznel” diyebileceğim düşüncelerimi özetlemek istiyorum.

Önce bir itirafta bulunayım: Gorki’yi genel olarak tanıtan yazılarımda (başkaları gibi) ben de “Klim Samgin’in Yaşamı” hakkında bilgi vermiş olmakla birlikte, Gorki’nin bu 4 büyük ciltlik yapıtını bugüne kadar okuyabilmiş değilim. İstemediğimden değil, zaman olmadı, kısmet olmadı. Rusça bir baskısını yıllar öncesi [1] edinmiş olmama karşın (Türkçede ise henüz yayımlanmadı bu yapıt. İki ayrı çevirmence iki ayrı yayınevince 1. cildi basıldı ve öylece de kaldı nedense). İlk olarak, bu eksikliği belirtmek gerek. “Klim Samgin’in Yaşamı” Türkçeye çevrilmeyi bekliyor, ya da yapılmaya başlanmış çevirilerin sürdürülüp tamamlanmasını.1

İkinci bir itiraf: “Ana” Türkçe’de üst üste baskılar yaptığı sırada (belki hala yapıyor) çevirisinden okumaya giriştim bu kitabı, fazla bir zevk alamayıp bıraktım. (Çeviriden değil, kitabın kendisinden.) Fakat bu romanın, işçi sınıfının savaşımını konu edilen edebiyatın, “sosyalist gerçekçi” edebiyatın oluşumundaki tarihsel yeri kuşkusuz. (Konusunu, “Brecht’in uyarlamasından biliyorum. Yanılmıyorsam, AST’ın sunduğu gösteriyi de zevk duyarak izlemiştim. Ama romandan fazla bir zevk almadım. Sonradan Rusça’sından da bölümler okuduğumu anımsıyorum.)

Gorki’nin okuduğum ilk yapıtı, Mustafa Nihat Özön’ün Fransızca’dan çevirdiği, “Stepte” adıyla Remzi Kitapevince yayımlanan hikayeleridir. Rus Filolojisinin 1. ya da 2. sınıfındaydım, Rusça’ın henüz bir yazarı o dilden okumaya yeterli değildi. Kitabı Türkçe okudum. Fakat, kimi eskimiş sözcüklere karşın, bu çeviri ve bu hikayeler beni büyüledi diyebilirim. (Daha sonraki yıllarda sayın Özön’le tanıştığımızda, kendisine hayranlığımı, sevgilerimi iletmek fırsatını da buldum.) Daha sonra, “Körlerin Türküsü”ndeki hikayeleri de (H. Ali Ediz çevirisi) yine zevk duyarak okudum. Bunların tümünün, Gorki’nin “Eskizler ve Hikayeler” başlığı altında iki ciltte yayımlanan ilk yapıtındaki ürünleri olduğunu sonradan öğrenecektim. Rusça’ın geliştikten sonra, üzerimde silinmez izler bırakan bu hikayeleri asıllarından okudum ve Türkçe’ye çevirmek için dayanılmaz bir istek duydum… “Yaşanmış Hikayeler” bu isteğin ve onu izleyen çalışmanın sonucudur.

“Yaşanmış Hikayeler”de, hiçbir başka hikayecide bulunmadığını tatlar buldum. Onlarda kuşkusuz birçok dünya yazarından, Rus yazarından (R Merimee,A. Daudet, Zola, Maupassant, Çehov, Korolenko vb.) esintiler, etkilenmeler vardır. (Konunun uzmanları bu yazarları ve etkilerini, ayrıntılarıyla sayıp dökmüşler, incelemişlerdir kuşkusuz. Fakat kanımca, “Eskizler ve Hikayeler’ (“Yaşanmış Hikayeler” ondan yapılmış bir seçmelerdir), Gorki’nin benzersiz, eşsiz yapıtıdır. Gelmiş geçmiş dünya edebiyatının da başyapıt! armdandır. Ölümsüz bir yapıttır.

Neden? Bunu anlatmaya çalışayım: Geçenlerde “Değirmenim’den Mektuplar”ı okuyordum. Daudet’nin yapıtıydı Gorki’nin hikayeleri arasında (ortamlar ve tipler bakımından) yakınlıklar sezdim. Fakat Daudet’nin renkleri Gorki’nin renkleriyle karşılaştırıldığında fazlaca sönük ve pastel kalıyor. Konuları da (tıpkı Turgenyev’in “Avcının Notları” için olduğu gibi) Gorki’nin konularıyla karşılaştırıldığında, fazlaca taşralı, anekdotik, dar ufukludur. Denebilir ki Daudet’nin dünyayı (anlattığı insanların yaşamlarını) değiştirmek gibi bir sorunu yok; o sadece betimliyor. Yanlış da olmaz bu saptama. Daudet (ya da Turgenyev’le) Gorki arasındaki önemli ayrım budur. Öte yandan “Eskizler ve Hikayeler”in romantik özellikler taşıdığı biliniyor. Bu bakımdan da Gorki’nin P. Merimee’den, başka romantiklerden etkilenmiş olduğunda kuşku yoktur. Fakat, yayımlanmış (ve en romantik sayılabilecek) ilk hikayesi “Makar Çudra”da bile onu Merimee türü romantizmden ayıran özellikler belirgindir. Çevre, insanlar, “denizden bozkıra doğru esen soğuk ve nemli rüzgar…” romantik konunun kendisinden daha güçlü etkilenimler (derinliğine bir gerçeklik duygusu) uyandırır okurda… Yine Daudet-Gorki karşılaştırmasına dönelim: Gorki’nin hikayelerinde, yaşamın değişmesine, değişmesi gerektiğine ilişkin güçlü istek duyumsanır… Fakat (oyunlarındakinin tersine) bir “didaktizm” kokusu sezilmez burada… Kahramanların, onca yoksulluğa, acıya karşın, taşıdıkları insanca özelliklerdir bu yaşamın değişmesi gerektiğini okura duyumsatan…

Gorki’nin Zola’dan etkilenmiş olduğunda da kuşku yoktur. Fakat Zola’daki doğalcı betimleri (ve karamsarlığı) aşan Şiirsel bir güç vardır Gorki’nin hikayelerinde. Çünkü bu hikayelerin kahramanları da (en aşağılayıcı ortamlarda yaşamaya zorlanan bu insanlarda) direnmeye devam eden insanca bir şeyleri, bir onuru görürüz… Bunun kaynağında da, yazarın yaşama, insana olan inancı, bu yaşamın değiştirilebilirliğine, değiştirilmesi gerektiğine olan inancı vardır.

Maupassant’da ve Çehov’da, konular ve psikolojilerdir önemli olan. Beklenmedik, çarpıcı bir son, ya da ilginç bir psikolojik durum, hikayenin özünü belirler. Bu anlamda, gözlemci hikaye yazarlarıdır onlar. Gorki, sadece gözlemci değildir hikayelerinde; anlattığı insanlardan biri gibidir, betimlediği yaşamın bir parçasıdır. Yazarın yaşamöyküsünü bilmesek bile, bu yakınlığı duyumsarız. Kahramanlarını sevmektedir, onlara ilgi duymaktadır. Onlar için kaygı duymaktadır. Maupassant (ve daha iyi tanıdığım Çehov için) böyle bir şey söylemek sanırım güçtür. Onlar bir psikolojik durumu, ortamı betimlemekle yetinen, gözlemci hikayecilerdir. Kahramanlarına bakışları nesneldir. Gorki’nin kahramanlarına bakışı ise özneldir… Yemelyan Pilyay’i sevdiğini, o aptal köylü oğlana karşı Çelkaş’ı tuttuğunu, Konovalov için saygı, sevgi, hayranlık ve kaygı karışımı duygular taşıdığını, “Bir Kere Sonbahar”daki “Boles”teki düşkün kadınlar, “Yirmi Altı Adam ve Bir Kız”daki yoksul adamlar için derin üzüntüler duyduğunu hissederiz… Denebilir ki, bunun nedeni, bu öykülerin çoğunlukla özyaşamsal oluşlarındandır… Kanımca, yanlış bir değerlendirme olur bu. “Eskizler ve Hikayeler”in anlatmaya çalıştığım özellikleri, yazarın dünyayı algılayışıyla ilgilidir; ve yineliyorum, ne didaktik, ne romantik, ne gerçekçi vb. tanımlarıyla nitelenebilir bu algılayış… Gorki, hayata inanan, insana inanan, yaşamı tutkuyla seven ve bu yaşamın değiştirilebilirliğine ve değiştirilmesi gerektiğine inanan bir şair, bir sanatçı, bir eylemcidir bu hikayelerinde…

Şimdi, daha önceki yazılarımda da değindiğim bir konuya, Gorki ve Çehov’un oyunları arasındaki ilişkiye yeniden dönmek istiyorum: Kendi payıma (tartışmasız büyüklüğüne karşın) Çehov’a hikayeleriyle hayranlık duyduğumu söyleyemem. Ama oyunlarına hayranım. (Başta söyledim, bu öznel bir yazı.) Oyunlarına hayranım, çünkü onlarda yaşamın atan nabzını, akışını, ritmini, canlılığını duyuyorum. Oyunlarında salt gözlemci değildir Çehov. Kendisi de o oyunların bir kahramanı, bir parçasıdır. Kahramanları için kaygılandığını, ya da onlara kızdığını, onlarla alay ettiğini duyumsarız… Bir bakıma, Gorki’nin hikayeleri için söylediklerimi, Çehov’un oyunları için yineleyebilirim… Aynı şeyi, (az önce de belirttim) Gorki’nin oyunları için (ve “Ana” için) söyleyemem… Gorki, oyunlarında (ve “Ana”da) didaktiktir. (Çehov’a hikayelerinde de didaktik denemez. Nesnellik ve didaktizm ayrı şeylerdir…) Gorki’nin oyunlarında (Belki bir ölçüde “Dipte”yi “Ayak Takımı Arasında” dışta tutabiliriz) şematik olmayan kahramanlar azdır. Bunlar kötü oyunlardır demiyorum, fakat büyük yapıtlar olduklarını söylemek de olası değildir. “Ana” için de düşüncem budur.

Gorki’nin anlatı türünde okuduğum öteki yapıtları; “Foma Gorayev”, “Artamonovlar” ve özyaşamsal üçlüsüdür. “Foma Gordayev”den (Türkçeye A. Tokatlı “Foma” adıyla çevirdi) hırçın dışavurumcu denebilecek fırça vuruşları, yabanıl bir taşra betimi ve tipleri kalmış zihnimde. İlginç olduğu kuşkusuz, fakat büyük olduğu sanırım söylenemeyecek bir roman. “Artamonovlar” (Türkçeye yanılmıyorsam N. Y. Taluy çevirdi), betimlediği taşra ortamı, tipleri bakımından, okuduğumda yine ilginç bulduğum, fakat zihnimde pek bir iz bırakmamış bir yapıt… Buna karşılık özyaşamsal üçlü (“Çocukluğum”, “Benim Üniversitelerim”, “Ekmeğimi Kazanırken”) yer yer hikayelerindeki tatları duyuran yapıtlardır. (Türkçede H. Ali Ediz’in enfes çevirileri var.)

Deneme yazarı olarak Gorki, ayrı bir yazı konusudur. “Edebiyat Yaşamım” adıyla Türkçeye çevrilen yapıtında çok önemli denemeler, incelemeler var. Bunlardan daha önce söz ettiğim için, yinelemek istemiyorum görüşlerimi. Halkın içinden çıkmış, kendi kendini yetiştirmiş bir insanın, yaratıcı yazarlık yeteneğinin de ötesine geçerek, büyük bir düşünür, denemeleriyle de büyük bir edebiyat adamı olabilmesinin de kanıtıdır o yazılar (ve Türkçeye henüz çevrilmemiş, kimileri de “Halk Kültürü” adı altında çevrilip yayımlanmış olan bu türden yazıları). Yine “Edebiyat Yaşamım”da Tolstoy ve Çehov üstüne olanlarının çevirileri bulunan “Portreler”i, anlattığı kişileri betimlemedeki büyük başarısıyla başyapıtlardır. Çehov’u daha derinliğine, daha elle tutulurca betimleyen bir başka yazı, biyografi okumadım diyebilirim. Tolstoy, Lenin. Blok, Yesenin üzerine yazılan için de buna yakın şeyler söyleyebilirim.

Eylem adamı olarak Maksim Gorki, yine ayrı ve daha karmaşık, çetrefil sorunların tartışılmasını gerektiren bir yazardır. Kanımca, yapıtları gibi kişiliğini de tek yanlı olarak yüceltmek ya da küçümsemeye yeltenmek (kimilerinin yapmaya çalıştığı gibi, sosyalist devrimle ilişkisini çarpık bir aynadan yansıtmaya kalkışmak) yanlış olur. Lenin’le kimi zamanlar kimi noktalarda farklı konumlarda oldukları gerçektir ve doğaldır da. Fakat Lenin’le, birbirlerine karşılıklı hayranlık duydukları, ortak noktalarının daha çok olduğunun bilincini taşıdıkları kuşkusuzdur. 1921’de ikinci kez gittiği İtalya’dan 1928’de yurduna döndüğünde yaşadıkları ise bir parça, Nazım Hikmet’in 1950’de, yıllar sonra Sovyetler Birliği’ne yeniden gittiğinde yaşadıklarıyla benzerlikler taşımaktadır. Yani, işlenen, işlenmekte olan hataları, yapılan yanlışlıklan görmek, fakat sosyalizme olan inancını, devrimci iyimserliğini yitirmeden çalışmak, mücadele etmek, üretmek… Olumsuzu eleştirmekten çekinmemek ve olumluyu desteklemekten de geri kalmamak. Özetleyecek olursam: Kimi yapıtlarıyla, ölümsüz, eşsiz bir sanatçı; kimileriyle bir öncü, yol açıcı; düşünsel ve siyasal eylemiyle, ilk gençliğinden ölümüne kadar emeğin ve emekçinin yanında yer almış ve bu uğurda, akıl almaz genişlikte ve çeşitlilikte bir alanda mücadele etmiş bir eylem adamı.

[1] Bkz. “Rus Edebiyatının Öğrettiği”, s. 157, Evrensel Basın Yayın. İstanbul 2008.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz