Tezer Özlü: Yaşasın sömürülen milletler ve zenciler! Yaşasınlar ki sömürülsünler…

Akdeniz’in başka bir maviliği var. Hele güneşli bir mayıs gününde. Küçücük kentler boyunca ilerliyor tren. Denize bakıyorum. Üzeri puslu. Mavi. Bir nemliliği, bir derinliği, bir uzunluğu var. Nerdeyse boyutlarının içine alıyor beni. Durgunluğu da rahatlatıcı. Trene durmadan inip, binenler var.

Bunlar şişman ya da zayıf, yüzleri yanık ve kuru ciltli, yaşlı ya da yıpranmış, ekmeklerini çok güç kazandıkları yüzlerinde belirlenmiş, ama canlılık ve insancıllıklarından hiçbir şey yitirmemiş İtalyanlar. Arada bir onlarla konuşuyorum. Denize bakıyorum, koridora çıkıp trenin durduğu istasyonlara, çevreye, yapılara, yapıların balkonlarına, balkonları süsleyen saksı içindeki çiçeklere, ya da balkonlara atılmış döküntülere, asılmış çamaşırlara, aralanmış bir pencereye, pencereden bakan insana, yolda ilerleyen küçük arabalara, bir köşe başında durmuş insanlara, yaya kaldırımlarında yürüyenlere, bisikletlilere, dolu ve boş kahvelere, bir büyüğün elinden tutmuş yürüyen küçük çocuğa, tek tük beliren bir papaza ya da toplu yürüyen rahibelere bakıyorum. Sonra bir sınıf öğrenci görüyorum, bu küçük kent insanlarıyla, hiçbir ilintim olmadığını ve belki de buranın hiçbir şeyini ansımayacağımı düşünüyorum, tren ilerliyor. Yirmi mil kent geçilince, birden Fransa toprakları başlıyor. Buradan ne kadar süre sonra Nis’e vardığımı ansımıyorum. Ama pek geç değildi, öğle üzeriydi. Zelda’nın evinin balkonunda oturuyoruz. Güzel bir sıcaklık var. Hele bu sıcaklık yılın duyulan ilk sıcaklığı olunca. Sigaraların da tadı bir başka. Sonu kesilmeden içebiliyor insan.

Evin hemen çevresinde yükselen diğer yapılardan sonra, yemyeşil dağlar başlıyor. Kentin denize açılan yönü dışında, her çevreyi kapsıyor bu dağlar, bu yeşillik. Evin balkonundan deniz yönü derin bir pus içinde yitip gitmiş. Pus da olmasa deniz görünmez sanıyorum. Yorgunum, ama deniz kıyısına kadar inmek, o yıllardır ününü işittiğim palmiyelerle kaplı geniş bulvarı görme isteği, içimi içime sığdırmıyor. Bu yeşillik, beyaz ya da uçuk renkli evler dışında şimdilik nasıl bir kentte olduğumu bilmiyorum. Ve birkaç saat sonra geniş bulvar üzerinde denize doğru yürüyorum.

Mağaza, mağaza, mağaza, köşede ya da yapılar araşma sıkışmış bir kahve, gene mağaza, daha büyük bir mağaza, karşı kaldırımda ünlü büyük mağazalar ve gene bir kahve, gene mağaza, ışıklar, yol kavşakları, yoğun insan ve taşıt trafiği, koşan, her yanı bürüyen bir kalabalık arasındayım (henüz denize varmış değdim). Büyük bir parka geliyorum. Parkın her iki yanından denize dikey inen bu bulvarın biteceğini sanıyorum. Parkın içinden mi, ya da dışından mı yürüyeceğimi düşünüyorum. Parkın içinde çok yaşlı insanların çok durgun oturduklarım görünce, üzerinde bulunduğum bulvarda yürümeyi yeğliyorum.

Alanlardan da daha geniş bir bulvara varıyorum. Çok geniş ve üzerinde binlerce şezlongun dinlenecek insanları beklediği yaya yolunun hemen altı taşlık plajlarla kaplı. Gerisinde açık Akdeniz puslar içinde burada. İşte Amerikan, Fransız, İtalyan ya da Fransız-İtalyan ortak yapım filmlerinden yıllardır kafamda belirginleştirilen Riviera burası. Akşam yaklaşıyor. Çok yorgunum. Şöyle denize bir girip çıksam, bütün bu görünümlerden yorulan kafamın dinleneceğini biliyorum. Ama kimse yüzmüyor bu saatte. Yarın sabahı beklemek gerekiyor. Şezlong yığınları karşısında çok büyük yapılar, yan yana bahçeler içinde diziliyor. İlk katlarında lüks kahveler ve dükkanlar var. Kent Akdeniz boyunca uzanan ve onları dikey kesen bulvarlardan oluşuyor. Bu bulvarları, bahçeler içine kurulmuş çok, çok büyük yapılar, kendi deyimleriyle, rezidanslar kaplıyor. Bir yörede tüm yapılara bestecilerin adları verilmiş. Beethoven malikanesi, Chopin malikanesi, Mozart, Mendelsom malikanesi vb., diğer bir yörede her evin adı bir yazara ait. Balzac malikanesi, Zola ve ve… çağdaş yazarların adlan henüz bir yapıya verilmemiş, buna daha zaman var belki, diye geçiyor aklımdan.

Denize sırtınızı verip de kenti karşınıza aldığınızda, tüm sol yöreyi bu zenginliklerin oluşturduğunu göreceksiniz. Zenginlik gerilere, dağlara dek varıyor, sonra gökyüzünden bilmiyorum nereye uzanıyor.

Batı Avrupa ve Amerika’nın süslü ve besili zenginleri buradaki bulvarları, kahveleri, mağazaları dolduruyor. Kentin bu yöresinin diğer bir niteliği de doğal insan yaşını aştıklarından kendilerine “fosil” denebilecek yaşlıların burada olağanüstü bir boya ve takıp takıştırma içinde bir cins köpek ya da pinpon bir adamla dolaşmalarıdır. Almanlar, Mercedes arabaların en büyük ve pahalılarım burada kullanıyor. Nasılsa Amerikan keşifleri Ay’ın göründüğü gibi romantik, güzel bir yer olmadığını kanıtladı. Boş, dağlık, ıssızlıklar denizleriyle dolu, bombok bir yer Ay aslında. Ne yapsın Ay’da Alman ya da zengin Amerikalı? O halde, zengin Alman ve Amerikalılar, ortak pazarın ileri ya da geri gelen ülkelerinin turistleri nereye gitsin? Elbet Nis’e gitsin. Kan’a gitsin. Neresi için yaratılacak modalar? Kimlere satacak mallarını moda evleri? Hermes? Dior? Şanel? Kaşarel? Ve kurtlanmış kaşer?

Elbette Nis’teki seçkin tabakaya. O halde Nis’tesin ve Diskotek Brazil’desin.

Diskotek Brazil, Nis’in sağ yöresindedir. Nis’in sağ yöresi fakir mahalleleriyle iç içe kenetlenmiştir. Sokaklar dar, eski, evler de renk renk ve sokaklar kadar eskidir. Canlı küçük kahveleri vardır. Dar sokaklarda küçük dükkanlar mallan dışarı çıkarır. Burada balık yanında pantolon da satılır. Aziz Meryem’in kaçıncı mezarı (burada turist yanılıyor olabilir, rehbersiz ve şehir plansız dolaşmıştır) fakir yokuşlar bitiminde gizlilik içinde iki çöküntü yapı arasında sessizlikle durur. Buradaki yapıların adlan yoktur. Her odasında bir başka aile oturur. Kapı aralarından bakıldı mı, izbe, yıkık dökük koridorlar, merdivenler küf kokar. Camların önlerine tenekeler içinde birkaç sardunya çiçeği yerleştirilmiş, sokağın bir yanındaki pencereden diğerine çamaşırlar asılmıştır. Tüm zenciler buralarda barınmaktadır. Kapıların önlerinde saçları boyalı, apartman ayakkabılı, çok geniş paçalı mavi pantolonlu genç kızlar oturur. Birbirlerine aşk öykülerini (ve ah!) bu yaşamdan, Nis’in eski mahallelerindeki iç içe yaşamdan, nasıl kurtulmaları gerektiğini ya da kurtulma olanağını ya da olanaksızlığını anlatırlar belki de.

İyi giyimli ve güzeldir bu kızlar. Batı Avrupa tüketim toplumu içinde, iyi giyimli olmamak hemen hemen olanaklar dışındadır. Bu kızları Riviera boyunca gezinirken gören, hangi sınıftan olduklarını bilemez. Ve evet, Riviera’da en zengin sınıf belki de turistlerdir. Nedir turist? Turist kendini mi kalkındırır, ya da gittiği, ziyaret ettiği ülkeyi mi? Ya da ağır bavulunu mu kaldırır bir istasyonun peronundan bir başka ülkeye giden trenin ikinci sınıfına binmek için? Belki de Diskotek Brazil’de kadeh kaldırır Martinikli gençlerin sağlığına! Fransız sömürüsü Martinik’in gençleri (ne güzel bir tanım şu sözcük: SÖMÜRÜ) Nis’teki Diskotek Brazil’de dans eder. Dans etmek bu zencilerin kanında var. Sömürülen zenciler yanlarında bir tek kız olmadan (kızsızhğa alışmışlar sanki) en canlı, en güzel danslarını Nis’teki Diskotek Brazil’de yaparlar.

Diskotek, geniş Riviera sahilinin, palmiyelerin en çok yükseldiği yerde, bir katlı, gerisinde fakir mahalleleri uzanan yerdedir. Geniş camlar, yaya kaldırımı yüzeyine dek iner. Ayakta durulacak küçük bir bar dışında masalar ve alçak sandalyeler de düzenle yerleştirilmiş. Burada müzik bir band ya da pikaptan kendiliğinden çalmaz. Zencilerin paralarını bir müzik dolabına atıp, “parayı veren, düdüğü çalar” gibisinden dans paralarını ödemeleri gerekir. Onlar da bu konuda eli açık davranıp, müziğe hiç ara vermemek için, durmadan atarlar bozuk paralarını müzik dolabına. Martinikliler zenci ırkının tüm gençliğini, doğallığım, kararlı direnişini oynuyor. Hiçbir beyaz, dans birincisi de olsa, böyle içten gelen hareketlerle müziğe uyamaz. Yaşasın Riviera! Yaşasın Nis! Yaşasın Diskotek Brazil! Yaşasın sömürülen milletler ve zenciler! Yaşasınlar ki sömürülsünler, sömürülsünler ki, parayı verip, dans etsinler? Oynasınlar!

Ve İlyas:

İlyas bir Fransız genci. İnce uzun boylu. Kepçe kulaklı, kocaman siyah, biraz patlak gözleri, kemiği belli olan çenesi var. Zenciler arasında hemen göze çarpıyor. Çünkü hiç iyi dans edemiyor. Herkesin denize girdiği, sıcak güneş altında yattığı bir günün gecesinde Diskotek Brazil’e gelmiş. Uzun keten bir pardösü giymiş, boynuna yün bir kaşkol dolamış, ayaklarında keten ayakkabılar var.

Pardösünün kollarından bir gömlek ya da kazak sarkmıyor, içi çıplak olabilir. Garip danslarıyla hemen dikkati çekiyor. Kendi kendine el kol hareketleri yapıp kenetleniyor, sonra bir balet gibi sıçrıyor, yere eğiliyor, sonra kollarını üst üste birleştirip heykel gibi toplanıyor. Zencilerle kıyaslanırsa, hiç beceremiyor dansı, ama keten ayakkabılı ayağı ile ara sıra bir dans hareketi yapıyor ki, taş çatlasa Martinikli, İlyas kadar becerikli olamaz. Sonra gene şaşırıyor, dansı yüzüne gözüne bulaştırıyor, beceriksizliği ile dikkati çekiyor. Bir ara oturduğu sandalyenin bana çok yakın olduğunu görüyorum. Biraz konuşuyoruz. İlyas on sekiz yaşında. Diskotek Brazil’e gelmek için alta kilometre yaya gidip geliyormuş. Sabahları yedide işbaşı yapıyor, 15.45’e kadar bir büroda evrakları düzenliyormuş. Bin yeni frank kazanıyormuş. Bir ara Paris’te oturmuş, ama hiç sevmemiş Paris’i. Paris’te çok yalnızlık çekmiş. Riviera’da çok mutlu imiş. Bu yakınlarda bir de erkek kardeşi varmış, isterse ara sıra onu görebiliyormuş. (Sanırım kardeşi pek dans sevmezmiş.). Martinikliler müzik dolabına para atıyor. En çılgın şarkılar insanın kafasındaki tüm düşünceyi siliyor. Bir şarkıcı avaz avaz bağırıyor. Bulvar ışıkları içinde, ama arabalar var. Herkes piste koşuyor. Kendi kendilerine dans eden iki Fransız kız da gelmiş.

—      Bu şarkı ile dans etmeliyim, diyor İlyas. Keten ayakkabılı ayağını dizine doğru çekerek nefis bir figür atıyor.

Gece yarısından sonra eve dönerken karşı kaldırımda İlyas’ın iki zenci arasında konuşarak yürüdüğünü görüyorum.

—      Aaa, İlyas! diyorum. Hemen aklıma yürümesi gereken altı, yedi kilometre geliyor ve sabah nasıl kalkıp işe gidecek, diyorum.

Bulvar ışıklı. Deniz gerimde kaldı. Dağlar yönünde yürüyorum. Sokaklar boş. Tek tük bir araba geçiyor. Bir iki yerde de küçük bir turist grubu dikilip duruyor. Kapanmamış birkaç kahve içinde masa topu oynayanlar var. Sabahleyin kentin her köşesi dolacak. Turistler, yerliler ve fosiller malikanelerden ya da küf kokan merdivenlerden inip, güzel yaz başlangıcı sıcaklığında güne başlayacaklar. Ben de Zelda ile yüzmeye gideceğim. Zelda üç yıldır Nis’te yaşıyor. Tek dostu şişman kedisi.

Diskotek Brazil
Kaynak: Soyut Sayı:75

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz