Çoktandır deniz üstünde taş sektiriyordum. Yuvarlaklar üç kere sekiyordu, yassılar beş kere en çok. Altı sekse biri, bırakacaktım. Kolum ağrımıştı. İyi geliyordu ama düşündürmüyordu. O ırak kasabanın gölündeki gibi, denizin böyle gölleştiğini hiç görmemiştim. Çarşaf gibiydi, kırışıksız.
İlerde bir kayık vardı. Kayıktaki adam balık avlıyor olmalı diyordum. Kıpırtısız öyle duruyordu. İlkten dönsün diye beklemiştim. Bayılırım balık tavasına. Adam kıyıya çıkınca konuşacaktık. İşsiz olduğumu öğrenince yanına alacaktı beni. Birlikte avlanacaktık. Bir cıgara yaktım. Arkamdan şehrin uğultusu geliyordu. Kimseler yoktu kıyıda benden başka. Birden kayıktaki adamın hiç dönmeyeceğini düşündüm. Kızdım. “Hey!” diye bağırdım. Duymadı. “Sağır köpoğlu.” Bir sağır daha tanımıştım ben eskiden. Biri konuştu mu elini kulağına atardı. Ama nerede? O ırak kasabada mı? Unutmuşum. Vargücümle bir taş savurdum kayıktan yana. Az öteye düştü. Ne uzaktaymış kayık. Deniz yuttuğu taşın farkında bile değildi. “Cup” dedi yalnız. Hepsi bu. Bir el yapıştı yüreğime, sıktı.
Altı gün mü, yedi gün mü oluyor aylaktım. Yirmibeş lirayı veren adam yere yere bakmıştı. Sormadım. Önemli olan neden atıldığım değildi, atıldığımdı. Adamın yere bakışında avutucu bir şey vardı. İki gün yattım, tam iki gün iliğim kemiğim bayram etti. Paranın yirmi lirasını madama vermiştim. Kalın kalın basıyordu yere, odanın tahtaları gıcırdıyordu.
“Hi, hi” dedi biri arkamda. Altı kere sekecek gibi görünen bir yassı çakılı atıyordum tam. Döndüm. Bir kızdı bu. Eski bir entari vardı sırtında kirli.
— Gel sen de at, dedim. Bak deniz göl gibi.
— Gelirim ama parayı peşin alırım.
Güzelceydi kız. Yanıklığın yıkık, alçak bir duvarı üstündeydi. Oturmuş büyücek, kara ayaklarını sallıyordu.
— Taş atana para vermiyorlar burada, dedim, bedava bu iş.
— Züğürt, sen de! dedi. Kızdım.
— Hadi oradan kokmuş! dedim.
— Kokmuş sensin. Ayakların kokuyordur senin. “Vay kaltak, nereden biliyorsun ayaklarımın koktuğunu?”
— Sen git de yıkan, dedim. Para almak istiyorsan önce yıkan, öyle gel. Ta buradan duyuluyor kokun, leş gibi.
Uzun uzun sövdü. Duvarın ötesine atladı. Başladı iri iri taşlar atmaya. Ne de denk atıyordu. Eğile sıçraya savuşturdum taşları. Sonra yanıklığın içine yürüdü. Dönüp dönüp bakıyordu giderken. Tahta bir kulübeye girdi. Kulübenin üstü kapkara tenekeydi.
Duvardan atladım. Yola doğru yürüdüm. Yanıklığın öte yanından geçiyordu yol. Kulübe elli adım uzaktaydı. Gölgesinde bir küçük çocuk oynuyordu. Uzun uzun bakıştık. İlkten o çevirsin gözlerini diye bekledim. Çevirmedi. Teneke damdaki borudan duman tütüyordu. İçim kazındı. Yürüdüm.
Cadde kalabalık gibi geldi bana. İnsanların birbirine benzerlikleri, tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi. Hasır sepetinde üç ekmekle bir kadın geçti. Manavın önünde iki kişi vardı. Durdum. Uzandım küfelerin birinden bir elma aldı. “Kaça bunun kilosu?” diyecektim. Elimdeki en irisiydi. Kimsenin bana baktığı yoktu. Elmayı cebime attım, yürüdüm. Beş adım sonra arkamdan kısık bir ses “Aşırdı” dedi. Döndüm:
— Kim o aşırdı diyen? diye bağırdım.
Üçü birden dönüp baktılar. Gene birden çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi. Kentin göbeğine doğru yürüdüm. Her yanım insan doluydu. Kasten bakmıyorlardı cebime, yoksa görürlerdi: şişkindi, kütük gibiydi, aklım hep ondaydı; yiyecektim.
Odam uzaktı. Bir park çıktı önüme. Elmayı çıkardım. Sanki küfeden aldığım değildi bu, kırmızılı yeşilli iri bir elmaydı. Karşıdaki otların içine fırlattım. İçimde teneke borudan çıkan dumanı gördüğümdeki aynı kazıntı vardı. Yandaki kanepede oturan bir adam bana bakıyordu: beni görüyormuş, ben oradaymışım gibi. Tek ayaklıydı bu adam, bir bacağı tahtaydı. Bir cıgara yaktım. Umutluydum. Yeni bir işe girecektim. Bu sabah “Yarın uğra” demişti birisi.
Yusuf Atılgan
Bütün Öyküleri