Dostoyevski’nin hapisle cezalandırılmasına ve sürülmesine neden olan olayın içyüzü

Fransa ve Almanya’daki devrimcilerin etkili örneği, Dostoyevski’ninde aralarında olduğu bir grubu sonu gelmez konuşmalardan daha etkin bir şeyler yapma isteğine yöneltti. Artık Petrashevski’nin katındaki kalabalık, sonuçsuz toplantılar çekiciliğini yitirmişti. Eylemde çıkış yolu bulma tutkusunun zamanıydı, fakat eylemin ne olduğunu kimse tam bilmiyordu. 1849’un başlarında, hareketlerinin yakından takip edildiğinden hâlâ habersiz olan grubun birtakım üyeleri, daha gizli bir topluluk kurmaya karar verdiler.

Felaket

Dostoyevski’nin yirmi sekiz yaşında ağır hapisle cezalandırılmasına ve sürülmesine yol açan olayın ana hatları iyice bilinmektedir; ayrıntılardaki belirsizlikler ise güvenilemeyecek belgelerin çokluğundan gelmektedir. Bu olaya adı karışanlar -bunların çoğunun Soruşturma Komisyonu’ndaki yazılı ifadeleri bilinmektedir- komisyonun bildiğine inandıkları konularda aşırı bir açık sözlülük göstermişler, saklayabileceklerini ümit ettikleri konularda ise ustaca yalanlar söylemişlerdir. Komisyonun ve suçluları yargılayan askerî mahkemenin resmî tutanaklarından, önemsiz şeyler üstünde ısrarla durulduğu, isnat edilen suçun asıl özelliklerinin bir türlü ortaya çıkarılamadığı görülmektedir. Ve hiç olmazsa Dostoyevski’yi yakından ilgilendiren önemli bir konuda, komisyon ve mahkeme atlatılmıştır. Dostoyevski’nin daha sonraları bu olayla ilgili olarak söyledikleri, gerek biçim gerek öz bakımından değişiklik göstermektedir ve bir tarihçiden çok bir ahlâkçının tutumunu andırmaktadır. Bazen, olayın öncüleriyle her türlü düşünsel yakınlığı yadsımaya eğilimli görünmekte, bazen de katkısının önemini abartmaktadır. Bu abartma, kısmen övünmek içindir -gençliğinde eylem adamı olduğunu düşünmekten zevk alan masabaşı düşünürünün övünmesi- kısmen de, suçunu azaltarak, kendini cezalandıran hükümeti eleştiriyor sanılmasından ürktüğündendir. Resmî biyografinin yazarları ve 1917 öncesinde onların ardından gelenler, Dostoyevski’nin gençlik yıllarındaki devrimci olguları elden geldiğince örtmeye çalışmışlardır; 1917’den sonraki Rus yazarları ise, bu olguları büyültmek konusunda bir hayli isteklidirler. Nesnel biyografi yazarı, belli bir eğilimle yazılmış bu bir yığın belge arasında, güvenilir olguların yolunda ihtiyatla yürümelidir.

Elebaşları, dışişlerinde çalışan Petrashevski adında biriydi. Taraftarlarına da “Petrashevtsi” ya da Petrashevski’nin adamları deniyordu. Bu adam yirmi beş yaşlarındaydı; kasvetli çehresi, uzun siyah saçları, büyük İspanyol paltosu, geniş kenarlı şapkası ve kalın bastonu ile, Byron’un kahramanlarını ya da melodramlardaki suikastçı tipini andırıyordu. İlk ortaya çıkışı ustaca ve alışılmamış bir biçimdeydi; 1846’nm başlarında, birkaç yakın dostunun yardımıyla, Rus Diline Girmiş Yabancı Kelimeler Sözlüğü’nün ilk iki cildini yayınladı. Kitap, sözlük yapımcılarının genellikle kaçındığı iki özelliği fazlasıyla taşıyordu: Belli bir eğilimi vardı ve okunabiliyordu. Örneğin İyimserlik’i şöyle tanımlıyordu: “Hayatın kendisinden gelen olgulara dayanan Tanrıtanımazlığın çökertici saldırılarına karşı, Tanrıcılığı savunmak için girişilen başarısız bir çaba.” Hıristiyanlığa, “özgürlüğü gerçekleştirme ve özel mülkiyeti ortadan kaldırma girişimi” deniyordu. Mülkiyetçilik’i, “bir insanı başka bir insandan ayıran tipik özellikleri toplama” diye yeterince zararsız bir şekilde tanımlıyor ama açıklamaya devam ederek, bu sürecin, ayırıcı özelliklerin kozmopolit gelişim lehine elenmesi olduğunu söylüyordu. Yapılış tarzı bir yana, fikir mükemmeldi. Sansür, bir sözlük okuma zahmetinden kurtulmak düşüncesiyle, kitabı okumadan geçirdi ve bu kışkırtıcı kitap aylarca açıkça satıldı. Bir yetkili durumu sezince sansür kitabı yasakladı ve satılmamış kopyalar toplatıldı. Bu sözlüğü şimdi bulabilmek oldukça zordur.

Sözlüğün elde ettiği başarıyla cesaretlenen Petrashevski, dostlarını ve sempatizanlarını, her hafta evine konuşmak için çağırmaya başladı; ya da o günün modası olan deyimle bir “çember” kurdu. Önce sekiz-on kişi olan çemberin üyeleri her cuma, bir tek gece lambasıyla aydınlatılmış çürük merdivenleri tırmanıyor, çay içiyor, ardı ardına sigara yakıyor, yasaklanmış kitapları elden ele dolaştırıyor ve hepsinin ötesinde konuşuyor, sabah ikiye üçe kadar, ancak Rusların konuşabileceği gibi konuşuyor, basın özgürlüğünden, serilerin serbest bırakılmasından, ailenin kaldırılmasından, ideal bir toplumun kurulmasından söz ediyorlardı. Söylenen şeylerin hepsi belirsiz, uygulanması olanaksız, yanlış tanımlara dayanan şeylerdi. Dostoyevski bir arkadaşına bu insanların oraya “liberal rolü oynama tutkularını doyurmak” için gittiklerini söylüyordu. Daha sonra Dostoyevski ifadesinde şöyle diyordu: “Petrashevski’nin topluluğunda hiçbir zaman bir birlik, belli bir politika, bir ortak amaç bulamadım.”

Valerian Maikov, Petrashevski’nin eski bir dostuydu ve sözlüğün yazılışına katkısı olmuştu. Dostoyevski ve Apollon Maikov herhalde onun kanalıyla, 1846-47 kışında çembere girdiler. Daha sonra Dostoyevski kardeşi Michael’i de getirdi ve bir sonraki kış, yirmi otuz sürekli üyesiyle çember, gelişiminin doruğundaydı.

1845 yılının genç Rus aydınları, on yıl önce pek moda olan Alman felsefesini ve Alman şiirini bırakmış, edebiyat ve politikada Fransa’ya uymaya başlamışlardı. Ütopyacı okulun Fransız yazarları şimdilerde pek hatırlanmıyor ama o günlerde dünya çapında etkinlikleri vardı. İnançlarının temel ilkesi Rousseau’dan geliyordu: “Yaratıcının elinden her şey güzel çıkar ve ancak insan eliyle bozulur.” Saint-Simon’un tilmizleri “insanların kardeşliğini” öneriyorlar ve doğrudan doğruya ilkel Hıristiyanlıktan çıkaracakları yeni bir toplumsal din bulmaya çalışıyorlardı. Otuzlarda Paris’te basılan kitapların herhalde en ünlüsü olan Paroles d’un CroyanCın yazarı Lamennais, toplumsal hareketi kiliseye bağlamak çabasındaydı ve Hıristiyanlığı, ezilen halkların yöneticileriyle olan davalarıyla özleştirerek, Hıristiyan sosyalizminin babası oluyordu. Cabet (Le Vrai Christianis- me Suivant Jesus-Christ adlı kitabı, Dostoyevski tutuklandığında eşyaları arasından çıkmıştır) resmî Hıristiyanlığa kesinlikle karşıydı; kurtuluş kilisenin duvarları arasında değil, ancak, bir zamanlar ünlü olan Voyga en Icarie adlı ütopyacı romanında ortaya koyduğu komünist ilkelerle kurulacak ideal bir toplumda bulunabilirdi. George Sand ilk romanlarında, bütün devrimlerin tohumu olan, toplumsal eşitsizliğin rahatsız edici bilincini arzuluyordu ve işin ilginç yanı, Sand’ın Rusya’daki politik etkisi edebiyattaki etkisinden daha fazlaydı. Nihayet hepsinden daha önemlisi, Fourier geldi; insan psikolojisinin çapraşık bir çözümlemesine dayanan bu yan çılgın hayalci, ideal toplum biriminin, “falanstery” diye adlandırılan bir topluluğu oluşturan 1600 kişilik bir “falanks” olduğunu ileri sürdü; bu topluluk askerî düzenle, verimli bir şehrin üstünlüklerini birleştirecekti. Petrashevski’nin çemberine yöneltilen en ağır suçlamalardan biri, Fourier’in doğum gününde bir toplantı yapmaları ve onun şerefine konuşmalarıydı.

Bu genç insanların düşünüş tarzını anlamak herhalde bizim için Rus polisinden daha kolaydır. Gençlik heyecanı, saflığı ve yapmacığı eşit derecede birleşmişti bu insanlarda. Hiç kuşkusuz, Fransız ütopyalarını incelerken çok içtendiler; resmî dini nefretle karşılıyorlardı, Hıristiyan ahlâkının politik sonuçlarına inançları vardı, “insanlık” kavramına yürekten inanıyorlardı, “insanlık”ı Fransızların “lé tiers état” dedikleri, ezilen yığınlarla bir tutma eğilimindeydiler. Fakat politik devrimciler değildiler; onların asıl ve temel dürtüleri, Nikola Tin idaresi altındaki Petersburg’da düşünceye ve ahlâka yapılan baskıdan kaçıp, kendi buluşları olan ideal bir dünyaya gitmek isteğiydi. Pratik reformcular hiç değildiler; “bu genç adamların” diye yazıyor çemberin bir ziyaretçisi, “bilgili oldukları bir gerçekti, ama yoksulların gerçek yaşantısını hiç bilmiyorlardı.” Birçok bakımdan, Rusların politik hayattaki garipliklerinin tipik örneğiydiler ve zalimleri öldüren suikastçılarla kesinlikle ilgileri yoktu.

Ama onlar Petersburg’da çene çalarken, başka yerlerde olan olaylar, Rus polisinin, bu düşünceleri suikast yapabilecek insanlar olarak görmesine yol açtı. Şubat 1848’de Fransa’da devrim, Louis-Philippe’in monarşisini devirdi ve süratle Orta Avrupa’ya yayıldı. Tahtların sallandığını gören Nikola 1, kendi çevresindeki tehlikeleri aramaya başladı ve korkusunu haklı çıkaracak daha önemli bir şey bulamayınca, Petrashevski grubunu Fransız komünistleriyle aynı düşüncedeymiş gibi farzederek, bu grubun “gizlice gözlenmesini” emretti.

İlk önce bulunabilecek bir şey yoktu elbette; fakat Nikola’nınkiler gibi, genç düşüncelerin gözleri de Batı’ya çevrilmişti; Fransa’daki ve Almanya’daki devrimcilerin etkili örneği, coşkulu kafaları -Dostoyevski de aralarındaydı- çaydan, tütünden ve sonu gelmez konuşmalardan daha etkin bir şeyler yapma isteğine yöneltti. Artık Petrashevski’nin katındaki kalabalık, sonuçsuz toplantılar çekiciliğini yitirmişti. Eylemde çıkış yolu bulma tutkusunun zamanıydı, fakat eylemin ne olduğunu kimse tam bilmiyordu. 1849’un başlarında, hareketlerinin yakından takip edildiğinden hâlâ habersiz olan grubun birtakım üyeleri, daha gizli bir topluluk kurmaya karar verdiler. Cumartesileri, Durov adında, daha önce Deniz İşleri Bakanlığı’ndaki işinden ayrılmış olan, otuz yaşındaki bir adamın evinde toplanmaya başladılar. Topluluğun üyeleri arasında, Michael ve Fyodor Dostoyevski ile, beş yıl dışarıda yaşamış olan ve dışarıda yalnız devrimci düşünceleri değil, eylem gücünü de edinmiş olan Speshnev adında genç bir aristokrat vardı.

İlk birkaç toplantı, Petrashevski’nin topluluğundakilerden pek değişik olmayan tartışmalarla geçti; fakat hemen sonra, Speshnev, Lvov adında biri ve Filipov adında heyecanlı bir genç, topluluğun üyelerinin yazacağı makaleleri gizlice yayacak olan bir baskı makinesi kurmayı önerdiler. Eyleme geçmeye hiç istekli olmayan daha çekingenler öneriye karşı çıktılar. Ama liderler yılmadılar ve Filipov baskı makinesinin parçalarını, şüpheyi çekmemek için şehrin değişik yerlerinden ısmarladı.

Daha sonra Soruşturma Komisyonu işin bu kadarını ortaya çıkardı. Apollon Maikov’un yeni yayınlanan, olaydan çok sonra yazılmış bir mektubu, Dostoyevski’nin de -zaten kuşkulanmak için hiçbir belge yok- baskı işine etkili bir şekilde katıldığını ortaya çıkarıyor; Speshnev ve Filipov tarafından, arkadaşı Malkov’dan yardım istemek üzere görevlendirilmişti; Maikov yardım etmeyi reddetti. Komisyon ne Dostoyevski’nin katkısını ne de baskı makinesinin gerçekten var olduğunu bulabildi; makine şans eseri, tutuklanmaları sırasında farkına varılmadan uzaklaştırılmıştı. Eğer gerçekler ortaya çıksaydı, Dostoyevski’nin hayatının 1849’da darağacında sona ermesi olmayacak şey değildi.

Fakat yetkililer, Durov topluluğunda olanlar hakkında fazla bir şey bilmiyorlardı; Petrashevski’ninki hakkında ise biliyorlardı. Polis her zamanki taktiğini kullanarak, Petrashevski’nin çevresine Antonelli adında bir ajanı sokmayı başarmıştı; bu adam, 11 Mart’tan 27 Nisan’a kadar, haftalık toplantıların raporlarını düzenli olarak şeflerine vermişti. Bu kadarı yeterliydi; 22-23 Nisan gecesi, otuz dört kişiyi bulan önde gelen üyeler tutuklandı, İki kardeş Dostoyevskiler de tutuklananların arasındaydı. Garip bir yanlışlıkla, Petrashevski ile hiçbir zaman ilgisi olmamış olan Andrei, Dostoyevski Michael’in yerine tutukladı ve bu yanlışı düzeltmek iki haftaya yakın zaman aldı.

Dostoyevski, Peter-ve-Paul Kalesi’nde, hücre cezasına benzeyen şartlar altında tam sekiz ay kaldı, ilk önceleri kitap ve yazı malzemeleri de yoktu. İlk dört ayı, Soruşturma Komisyonu kapladı, bazı tutukluları bıraktı (Michael Dostoyevski de bırakıldı), başka şüphelileri tutukladı ve sonunda, yargılanmak üzere yirmi üç kişiyi askerî mahkemeye verdi. Bu süre içinde, Dostoyevski yazılı bir ifade verdi ve komisyon tarafından beş, altı kez sorguya çekildi. Suç ve Ceza’nm ünlü sayfalarında Raskolnikov ile Zosimov arasındaki uzun konuşma vardır: Sanık karşısındakinin bilgisinin ne kadar olduğunu bilmediğinden, itiraf etmesinin neye mal olacağına, neleri saklayabileceğine emin olmadığından ıstırap çekmektedir. Bu sayfaların, komisyonun korkunç sorgusundan esinlenildiğinden pek şüphe edilmemiştir. Dostoyevski’ye yöneltilen tek kesin suçlama, çemberin 15 Nisan’daki toplantısında Rusya’da yasaklanmış olan Belinski’nin ünlü mektubunu, Gogol’e, dinî ve politik Ortodoksluğa döndüğü için çatan mektubu okumuş olmasıydı. Dostoyevski’nin, Gogol ile Belinski arasındaki bütün yazışmayı “edebi merak” yüzünden, kendisinin ne tarafı tuttuğunu belirtmeden okuduğu yolundaki savunması çok etkisizdi. Ama, aylarca süren hapisliğin ve bedeni sıkıntının sonucu olan bir savunmayı insafsızca eleştirmek doğru olmaz. Petrashevski ile olan ilişkisini azaltmak için giriştiği çaba, gösterdiği sahte alçakgönüllülük, savunmayı merhametle okumamıza yol açıyor. Onu eleştirmenin en iyi yolu, Dostoyevski’nin yirmi dört yıl sonra yazdığı satırları bu savunmanın yanma koymak olacak herhalde:

“Bizler, en ufak bir pişmanlık duymadan, darağacının önünde durduk ve hükmü dinledik. Ben, elbette herkes için konuşamam; fakat en azından büyük bir çoğunluğumuz, inançlarımızdan dönmeyi şerefsizlik saymıştı dersem, yanılmış olmayacağım.”

1873 yılında, Bir Yazarın Defteri’nden, geçmişi böyle savunmak kolaydı, ama 1849’da, savunmasını yazdığında, Dostoyevskî hayatı için ya da en azından özgürlüğü için uğraştığını biliyordu.
Askerî mahkeme, 30 Eylülden 16 Kasım’a kadar sürdü ve yirmi üç kişiden, yirmi birinin idamını önerdi. 19 Kasım’da Çar’ın onayını alan Müfettiş-General’in kararıyla idam cezası affedildi. Petrashevski hayatı boyunca maden ocaklarında çalışmaya mahkûm edildi; Speshnev aynı cezayı on iki yıl için aldı, Çar on yıla çevirdi; Dostoyevski ve Durov sekiz yıla mahkûm oldular, Çar bunu “dört yıl hapis, sonra da er olarak hizmet”e çevirdi. Diğerlerine de benzer cezalar verildi. Speshnev, Durov ve Dostoyevski şanslıydılar; birçok davada Çar cezayı azaltacağına çoğaltıyordu.
Basit düşünceli sayılabilecek bir avuç coşkun gencin tecrübesiz çalışmalarının, hükümete karşı girişilmiş birinci sınıf bir suikast gibi ele alınmasını sabırla anlatmak oldukça zor, fakat sonucu yazmak daha da zor. Askerî mahkemenin ölüm cezası önerisi reddedilmişti, ama etkisini gerçekleştirmek için bir gösteri yapılması kararlaştırılmıştı. Belki de bu kararı, Çar’ın merhamet gösterisi yapma kaprisi olarak değil de, bu genç adamlara korkunç bir ders verme arzusu olarak görmek doğru olur. Affedildiklerinden habersiz olan mahkûmlar her zamanki idam yerine arabalarla getirildiler, ölüm kararı okundu, papaz bir haç kaldırdı ve günah çıkarmaya çağırdı, kurbanlar sıraya sokuldular ve ilk üç tanesi direklere bağlandı, kurşuna dizecek olan mürfezenin karşısına geçirildi. Bu, Çar’ın affını getirecek olan haberciye girme zamanını gösteriyordu; gerçek kararlar ilk kez o zaman okundu ve mahkûmlar hücrelerine götürüldü.

Bu sahne Dostoyevski’de silinmez bir iz bıraktı ve hastalıklı derecede sinirli tabiatı bu olaydan önce sık sık dışavurmasaydı, şimdi, bu hastalığı bu sarsıcı deneye bağlanacaktı. Yazılarda defalarca döner durur bu olaya. En sevgili kahramanı, Mişkin şöyle diyor:

“Bir insanı cinayet işlediği için idam etmek, suçun kendisiyle kıyaslanmayacak denli büyük cezadır. İdam edilmek, bir haydut tarafından öldürülmekten çok daha korkunçtur. Bir haydutun öldürdüğü, örneğin gece vakti bir ormanda boğazı kesilen adam son ana kadar kaçabileceği ümidini taşır… Ama idamda, ölümü on kere kolaylaştıran bu son ümit yoktur, kesinlik vardır onda, kesin bir karar vardır ve ondan kaçamayacağımızdan emin olmamız bütün o korkunç işkenceyi doğurur ve bu işkenceden daha büyüğü yoktur yeryüzünde… İnsan tabiatının delirmeden buna dayanabileceğini kim söyleyebilir? Bu denli çirkin, gereksiz, faydasız bir aşağılamanın gereği ne? Belki öyle bir insan vardır ki, kendine ölüm cezası okunmuş, bu işkenceyi çekmesi beklenmiş, sonra da “Git, seni affettik” denmiştir. Belki, böyle bir adam söyleyebilirdi. Bu işkenceyi, bu dehşeti Isa dile getirmiştir. Hayır, bir insana böyle davranmak doğru değildir.”

Gerçek cezanın uygulanılmasına hemen başlandı. İdam gösterisinden iki gün sonra -Noel gecesiydi- Michael Dostoyevski hapishaneye alındı ve gardiyanların yanında kardeşiyle vedalaştı. Gece yansına doğru, mahkûmlara prangalar vuruldu:’. O gece gönderilecekler, Dostoyevski, Durov ve önemli suçu Dostoyevski Belinski’nin mektubunu okurken “başını tastik eder gibi sallamak” olan Jastrzembski adında bir Polonyalı idi. Hepsi başlarında birer muhafızla üç açık kızağa yerleştirildiler ve Petersburg’dan çıktılar; Noeli kutlayan arkadaşlarının, akrabalarının ışıklı pencerelerinin önünden geçip gittiler. Dostoyevski ancak dört yıl sonra prangasız dolaşabilecek ve ancak on yıl sonra başkentin sokaklarını yeniden görebilecekti.
Bütün gece yol aldılar ve sabahleyin Ladoga Gölü’nün kıyısına, Schlüsselburg’a vardılar. Sekiz aylık gerçek bir hücre cezasından sonra, açık havada hareket etmek ve duraklarda konuşabilme imkânı başlangıçta yeni ve hoş duygulardı. Yolculuğun yeniliği ve soğuk gecenin canlandırıcılığı ayrılığın acı izlerini silmeye yardım etti. Schlüsselburg’da kapalı kızaklara geçtiler. Hemen hemen on yedi gün sürekli yolculuk ettiler. Bir yerde, termometre sıfırın altında kırk dereceye indi. Uralları geçerken bir kar fırtınası onları birkaç saat durdurdu. Burası duygulu düşüncelere, gözyaşlarına yol açtı: Arkalannda Avrupa ve geçmişleri vardı, önlerinde Asya ve bilinmeyen gelecek. Her zamanki gibi tedbirsizlik eden Dostoyevski, yeterince sıcak tutacak giysiler almamış, “yüreğine kadar donmuştu”; iki arkadaşı da soğuk kapmışlardı.

Tobolsk’da altı günlük mola vardı. Burada mahkûmları, 1825 Dekabrist hareketine katılanlardan geri kalanların karıları ziyaret etti; bu kadınlar kocalarının peşinden Sibirya’ya gelmişler ve yirmi beş yıl orada yaşamışlardı. Dostoyevski’ye para, yiyecek, giyecek ve mahkûmların sahip olmalarına izin verilen tek kitap olan İncil hediye ettiler.

Jastrzembski’yi arkalannda bırakıp Tobolsk’dan ayrıldılar ve Üç gün sonra, Dostoyevski ile Durov Omsk’daki hapishaneye vardılar.

Edward Hallett Carr

Kaynak: Dostoevsky
Dördüncü Bölüm: Felaket (sayfa 47-55)
İletişim Yayınevi / Araştırma-İnceleme Dizisi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz