DOSTOYEVSKİ: SEVGİNİN BULUNMADIĞI YERDE AKIL DA ARAMA!..

Her şeyi kitaplarda olduğu gibi düşünüp tasarlamaya, hadiseleri önceden hayalimde yarattığım gibi görmeye alıştığım için, o garip olayı bir an kavrayamadım. Ezdiğim, hakaret ettiğim Liza, beni tahmin ettiğimden daha çok anlamıştı. İçten seven her kadının hemen fark edeceği şeyi, karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı.

Evime hür, başın dik olarak, Evimin kadını olarak gir.  (Nekrasov)

Liza’nın önünde şaşkın, bitkin, iğrenç derecede bozulmuş bir halde duruyordum; galiba bir yandan gülümsüyor, bir yandan da tıpkı önceden, can sıkıntıları arasında düşündüğüm gibi pamuklu, hırpani sabahlığının önünü kavuşturmaya çalışıyordum. Apollon bir iki dakika durduktan sonra çekildi, ama bu bana ferahlık vermedi. En kötüsü, bu defa kızın da tahmin edemeyeceğim kadar afallamış olmasıydı. Tabii buna benim halim sebep olmuştu.

Dalgın bir halle:

— Otur, dedim.

Masanın yanındaki iskemleyi ona doğru iteledim, ben de kanepeye geçtim. Liza gözlerini benden ayırmadan uysal bir tavırla oturdu; her halinden, benden bir şeyler umduğu belli oluyordu. Onun bu saf bekleyişi beni büsbütün çileden çıkardı, fakat kendimi tuttum.

Durumu kurtarmak için olanların farkında değilmiş gibi tabii davranmak lazımdı, halbuki o… Liza’ya bunların pahalıya mal olacağını belli belirsiz hissediyordum.

Bu şekilde başlamak gerekmediğini bildiğim halde, kekeleyerek:

— Beni tuhaf bir durumda buldun Liza, dedim.

Kızın birden yüzünün kızardığını görünce:

— Sakın aklına bir şey gelmesin! diye bağırdım. Fakirliğimden utanmıyorum… Tam tersine, fakirliğimle iftihar ediyorum. Fakir olmakla beraber asilim… İnsan hem fakir, hem asil olabilir. Şey… çay içer misin?

— Hayır… diye başlamıştı ki, sözünü kestim.

— Dur azıcık!

Yerimden fırlayarak Apollon’un yanına seğirttim; kendimi bir yere atmak ihtiyacındaydım. Avucumda hâlâ sımsıkı tuttuğum yedi rubleyi önüne fırlatarak hızla fısıldamaya başladım:

— İşte aylığın Apollon, görüyorsun ya veriyorum. Ama sen de beni kurtarmalısın: Hemen koş, çayhaneden çayla on tane peksimet getir. Eğer getirmezsen dünyanın en bedbaht adamı olacağım! Bunun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin… O… her şeydir! Belki aklından kötü düşünceler geçiyor… Ama onun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!..

Tekrar gözlüğünü takarak dikişine oturan Apollon iğneyi elinden bırakmadan yan gözle parayı sessizce süzdü, sonra cevap vermeden ve bana zerre kadar ilgi göstermeden hâlâ iğneye geçiremediği iplikle uğraşmaya devam etti. Kollarımı à la Napoléon bir görkemle kavuşturarak iki üç dakika önünde durdum. Şakaklarım ter içindeydi ve yüzümde bir damla kan kalmadığını hissediyordum. Bereket versin, bana acıdı galiba, iplik geçirme işini bitirdikten sonra yavaş yavaş iskemleyi çekti, yavaş yavaş doğruldu, yavaş yavaş gözlüğünü çıkardı ve yine yavaş yavaş parayı saydıktan sonra başını çevirerek omzunun üstünden, çayın bir çaydanlık mı olacağını sordu; sonunda da yavaş yavaş odadan çıktı. Liza’nın yanına dönerken aklıma, külüstür sabahlığımın eteklerini toplayarak nereye olursa kaçmak geldi. Ondan sonra ne olursa olsun.

Tekrar yerime oturdum. Liza bana endişeyle bakıyordu. Birkaç dakika hiç konuşmadan oturduk.

Birdenbire:

— Geberteceğim onu! diye haykırarak olanca gücümle masaya bir yumruk indirdim. Öyle hızlı vurmuştum ki, hokkanın içindeki mürekkep masaya sıçradı.

Liza ürperdi:

— Aman ne diyorsunuz!

— Evet geberteceğim onu, geberteceğim! diye cırlak bir sesle bağırarak masayı yumruklamaya devam ediyordum. Bunu yaparken taşkınlığımın ne kadar manasız olduğunu gayet iyi anlıyordum.

— Bu caninin bana neler yaptığını bilemezsin Liza. Adam benim celladım… Şimdi peksimet almaya gitti, o…

Birdenbire ağlamaya başladım. Buhran geçiriyordum. Hıçkırıklar arasında büyük bir utanç duyuyordum, ama artık kendimi tutamıyordum.

Liza korkmuştu. Telaşla etrafımda dönüyor:

— Ne oldunuz? Neniz var? diye soruyordu.

— Su… su ver bana! Şurada…

Oysa suya da, mırıldanarak konuşmaya da ihtiyacım olmadığını adım gibi biliyordum. Geçirdiğim buhran gerçekti, ama bir yandan da durumu kurtarmak için numara yapıyordum.

Liza şaşkın şaşkın bana bakarak su getirdi. O anda Apollon çayla geldi. Birdenbire, bu alelade, basit çayın biraz önceki hadiseden bile daha utandırıcı, daha küçültücü olduğunu fark ederek kızardım. Liza, Apollon’a bile korkuyla bakıyordu. O bize aldırmadan odadan çıktı.

Kızın gözlerinin içine bakarak:

— Beni hakir görüyorsun, değil mi Liza? dedim.

Ne düşündüğünü öğrenmek için duyduğum sabırsızlıktan titriyordum.

Bozuldu, cevap veremedi.

Hırsla:

— Hadi iç çayını! dedim.

Kendi kendime kızıyordum, ama acısını ondan çıkaracaktım. Bu kıza karşı kalbimde öyle dehşetli bir nefret kabarmıştı ki, elimden gelse onu öldürürdüm. Öcümü almak için içimden onunla bir tek kelime konuşmamaya yemin ettim. “Her şeyde o suçlu.” diye düşünüyordum.

Aramızdaki sessizlik beş dakika kadar sürdü. Çay masada durduğu halde ikimiz de içmiyorduk. Liza’yı daha çok sıkmak için işi çaya el sürmemeye kadar vardırmıştım; o da başlamaya çekiniyordu. Birkaç kere hüzünlü bir şaşkınlıkla yüzüme baktı, inatçı sessizliğimi bozmuyordum. Bu durumda en çok azap çeken de şüphesiz bendim. Manasız hiddetimin iğrençliğini, adiliğini tamamıyla idrak ediyor, ama bir türlü kendime hâkim olamıyordum. Kız, sessizliği bozmak için:

— Ben oradan… şey… temelli çıkmak istiyorum, diye başladı.

Zavallı kızcağız! O manasız anda benim gibi aptal bir adama açılmayacak tek konu varsa, o da buydu işte. Beceriksizliği, yersiz açık kalpliliği bana bile dokundu. Fakat tam o sırada içimde kabaran kötü bir duygu tüm merhametimi bastırdı, hatta daha fazlasını yapmaya kışkırttı: Olan olmuştu, artık dünya vız gelirdi bana! Beş dakika daha geçti. Liza ürkek bir tavırla, duyulur duyulmaz bir sesle:

— Sizi rahatsız ettim galiba… diyerek ayağa kalktı. İncinmiş izzetinefsin ilk isyanını görünce hiddetimden tir tir titreyerek patladım:

— Zaten ne diye bana geldin, ne diye, söyler misin lütfen?

Tıkanır gibi konuşuyor, sözlerimde mantık sırası bile kollamıyordum. Her şeyi birden anlatmak istiyor, nereden başlayacağını kestiremiyordum. Artık kendimi tutamayarak:

— Ne diye geldin, cevap ver! diye bağırdım. Cevap ver bana! Ben sana niçin geldiğini söyleyeyim iki gözüm. Sana o gün dokunaklı laflar ettiğim için geldin. Şimdi de şımarıklığından, canın gene “dokunaklı laflar” duymak istediği için geldin. Ama haberin olsun, seninle o zaman alay etmiştim. Şimdi de alay ediyorum. Niye ürperiyorsun öyle? Evet, alay ettim! Evinize benden önce gelenler yemekte beni tahkir etmişlerdi. Size, onlardan birini, bir subayı dövmek için gelmiştim, ama olmadı, kaçırdım. Birisinden, gördüğüm hakaretin öcünü almak istiyordum, karşıma sen çıktın, öfkemi senden aldım, eğlendim seninle. Beni küçük düşürdüler, ben de aynı şeyi yapmak istedim; beni paçavraya çevirdiler, ben de kendimi göstereyim dedim… Mesele bundan ibaret, yoksa sen oraya seni kurtarmak için geldiğimi mi sandın? Böyle mi düşündün? Böyle mi ha?

Söylediklerimin ona pek karışık geldiğini, muhtemelen çoğunu anlayamayacağını biliyordum, fakat esası kavrayacağına emindim. Tahminimde yanılmadım. Liza’nın yüzü kâğıt gibi oldu; konuşmak istedi, ama dudakları ıstırapla kıvrıldı ve ayaklarına bir balta yemiş gibi iskemleye çöktü. Ondan sonra beni ağzı açık, bakışları sabitleşmiş, bütün varlığını saran dehşetten titreyerek dinledi. Sözlerimdeki arsızlık, hayasızlık onu ezmişti…

Yerimden fırlayıp önünde bir aşağı bir yukarı odayı arşınlamaya başladım. Bağıra bağıra:

— Kurtarmakmış! diye devam ettim. Neden kurtaracakmışım seni? Belki ben senden de fenayım. Niye o gün karşına geçmiş maval okurken suratıma, “Ya senin ne işin var burada? Ahlak hocalığı taslamaya mı geldin?” diye haykırmadın? O gün bütün istediğim, bir kuvvet gösterisi yapmaktı; seni ağlatıp ezmekten, buhrana sürüklemekten başka düşündüğüm yoktu. Ama miskin, mendeburun biri olduğum için dayanamadım, korktum ve şeytan bilir hangi sebepten sana adresimi verdim. Daha eve varmadan bu adres verme işi yüzünden sana içimden ne sövgüler yağdırdım. Sana yalan söylediğim için senden nefret ediyordum. Çünkü tek istediğim kelime oyunları yapmak, kafamı biraz çalıştırmak, biraz kendimi eğlendirmekti… aslında istediğim nedir bilir misin? Hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. Beni kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını, ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım. Bunu biliyor muydun? İşte ben böyle namussuz, alçak, bencil, tembelin biriyim. Buraya geleceksin diye üç gündür korkudan kendi kendimi yedim. Bu üç gün içinde beni en çok kaygılandıran şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi? O gün karşında kahramanlık tasladıktan sonra, beni burada bu yırtık sabahlığımla, yokluk, pislik içinde görmenden korkuyordum. Sana demin, fakirliğimden utanmadığımı söyledim, ama yalan, en çok bundan utanıyor, bundan korkuyorum; hırsız olsaydım bu derece korkmaz, utanmazdım. Son derece gururluyum; en ufak şey, derim soyulmuş da, sanki havanın teması bile bana ıstırap veriyormuş gibi hissetmeme neden olur. Beni bu partal sabahlığımla, hırçın bir köpek gibi Apollon’a saldırırken yakaladığın için seni hiç affetmeyeceğimi hâlâ anlayamadın mı? Kurtarıcı, sabık kahraman, yoluk tüylü, uyuz bir it misali uşağına saldırıyor, öteki de onunla alay ediyor! Miskin kocakarılar gibi, karşında gözyaşlarımı tutamayışım yüzünden de affetmeyeceğim seni! Şu anda itiraf ettiklerim yüzünden de seni affetmeyeceğim! Evet sen, yalnız sen, bütün bunların hesabını vereceksin, çünkü karşıma sen çıktın, çünkü ben alçağın biriyim, yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en gülüncü, en miskini, en ahmağı, en kıskancıyım; gerçi diğerlerinin de benden daha iyi tarafları yok, ama gene de hiçbir şeyden utanmıyor şeytan alasıcalar! Halbuki ben ömrüm boyunca en ufak bir bitten bile fiske yerim; benim karakterim de bu işte! Bunların hiçbirini anlamasan da bana vız gelir! Senin orada mahvolup gitmen de vız gelir! Sonra, buraya geldiğin, beni dinlediğin için de senden nefret edeceğimi biliyor musun? İnsan hayatta bir kere, o da buhrana tutulunca, olduğu gibi içini döker!.. Daha ne istiyorsun? Bu olanlardan sonra hâlâ ne diye karşıma dikilmiş canımı sıkıyorsun, neden çekip gitmiyorsun?

Tam o anda, birdenbire garip bir şey oldu.

Her şeyi kitaplarda olduğu gibi düşünüp tasarlamaya, hadiseleri önceden hayalimde yarattığım gibi görmeye alıştığım için, o garip olayı bir an kavrayamadım. Ezdiğim, hakaret ettiğim Liza, beni tahmin ettiğimden daha çok anlamıştı. İçten seven her kadının hemen fark edeceği şeyi, karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı.

Yüzündeki ürkek, gücenik ifade, yerini acıklı bir hayrete bırakmıştı. Gözyaşları içinde (tüm bu tirat boyunca ağlamıştım) kendime “adi,” “alçak” gibi sıfatlar verdikçe Liza’nın yüzü ıstırapla buruşmuştu. Doğrularak beni susturmak istedi; “Ne duruyorsun burada, niye gitmiyorsun?” diye bağırmama da aldırmadı, çünkü söylediklerimin bana ne kadar acı geldiğini fark etmişti. Hem onun gibi zavallı, kendisini benden kıyaslanmayacak derecede aşağı gören bir kızın öfkelenmesi, kırılmış izzetinefsi için isyan etmesi mümkün müydü?

Birden oturduğu sandalyede doğrularak içten kopan bir taşkınlıkla bana atılmak istediyse de, hâlâ benden çekindiği için daha fazla yaklaşmaya cesaret edemedi ve durduğu yerden çekingen, ürkek bir halle ellerini uzattı… O anda içimde bir şey kopmuştu sanki. Liza birden bana doğru atıldı ve boynuma sarılıp ağlamaya başladı. Ben de kendimi tutamadım ve daha önce hiç ağlamadığım kadar, katıla katıla ağlamaya başladım…

— Bırakmıyorlar… İyi… iyi olamıyorum! diye kekeledim güçlükle.

Sonra kendimi yüzükoyun kanepeye fırlatarak bir çeyrek kadar tam bir isteri nöbeti içinde hıçkırdım durdum. Liza da yanıma oturup kollarıyla beni sararak öylece hareketsiz kaldı.

Fakat bu buhran ne kadar sürse de bitecekti. İşte böyle (şimdi pek çirkin bir hakikati yazacağım) kanepede yüzüm eski bir deri yastığa gömülü yatarken içimde önce yavaş yavaş kendini hissettiren, sonra gittikçe kuvvetlenen bir duygu uyanmaya başladı: Başımı kaldırarak Liza’nın gözlerine nasıl bakacaktım? Neden utandığımı bilmediğim halde utanıyordum. Altüst olmuş kafamdan, artık rollerimizin değiştiği, Liza’nın kahramana benimse dört gün önceki zavallı, aşağılanmış kıza dönüştüğüm geçti. Bütün bunları daha yüzükoyun kanepede yatarken düşünüyordum!

Hey Tanrım! Yoksa onu o anda kıskanmış mıydım?

Elbette bu konuya o zaman da, şimdi de bir çözüm bulamadım, ama şimdi o zamankine oranla çok daha iyi anlayabiliyorum. Kim olursa olsun, birine hükmetmeden, onu ezmeden yaşamam mümkün değildi benim… Fakat… fakat sadece düşüncelerle hiçbir şey açıklanamaz, o halde uzun boylu düşünceye dalmanın faydası yok.

Nihayet kendimi zorlayarak başımı kaldırdım, bunu nasıl olsa yapacaktım… O anda içimde uyanan başka bir duygunun… hükmetmek, sahip olmak arzusunun, sırf kızın yüzüne bakmaktan utandığım için alevlendiğine eminim. Gözlerimde şehvet parıltıları belirdi, Liza’nın ellerini hızla sıktım. Ondan son derece nefret ettiğim halde öyle arzu duyuyordum ki! Bu iki duygu birbirini körüklüyordu. Bir çeşit intikam duygusuydu neredeyse!.. Liza’nın yüzünde önce şaşkınlık, hatta biraz da korku belirdi, ama bu sadece bir an sürdü. Coşkunluk ve tutkuyla bana sarıldı.

Yeraltından Notlar
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Rusça Aslından Çeviren: Nihal Yalaza Taluy, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz