“Aşkla ilgili kabul edilen tek gerçek: Aşk büyük bir gizdir” Aşk Hakında – Anton Çehov

Anton Çehov“Anladım ki, birini severseniz düşünmeye mutluluktan veya mutsuzluktan, erdemden veya günahtan değil, daha önemli olan, en önemli olan, en tepedeki şeyden başlamanız gerekir. Ya da hiç düşünmeyin daha iyi.”

Ertesi gün öğlen yemeğinde, güzel tatlılar, kerevit, kuzu pirzola vardı, biz yemeğimizi yerken aşçı geldi ve misafirlerin yemekte ne arzu ettiklerini sordu. Orta boylu, tıknaz yüzlü, küçük gözlü bir adamdı ve yarım yamalak traş olmuştu, bıyıklarını traş etmemiş de, kısaltmış gibiydi. Alehin, güzel Pelagea’nın bu aşçıya aşık olduğunu söyledi. Adam içtiği ve öfkeli biri olduğu için de, kız bununla evlenmek istemiyor sadece birlikte yaşıyormuş. Fakat adam dindar olduğundan ve dini, günah içinde yaşamasını yasakladığından illa evlenelim diyormuş. İçtiği zamanlarda kızı taciz edip, dövüyormuş, kız da üstkata saklanıp, ağlıyormuş. Böyle durumlarda Alehin ve hizmetkarlar gerekirse kızı korumak için evde kalıyorlarmış.

Onunla aşk hakkında konuşmaya başladık.

Alehin “Aşk nasıl doğar?” dedi. “Pelagea niye kendi gibi ruhsal ve fiziksel niteliklere sahip birini değil de, Nikanor gibi bir domuza aşık olur? Hepimiz ona –domuz- diyorduk. Aşık olmanın sonuçlarının kişisel mutlulukla ilgisi gibi soruların hiçbirinin cevabı bilinmiyor; herkes hoşuna giden cevabı söylüyor; bugüne kadar aşkla ilgili olarak su götürmez sadece tek bir gerçek kabul edildi: Aşk büyük bir gizdir. Aşk hakkında söylenen tüm öbür sözler, yazılar bir sonuca varmamıştır, cevapsız sorular olarak kalmıştır. Bir duruma uygun olan cevap, düzinelercesine uymamaktadır, bence en iyisi durumu genellemeden, doktorların dediği gibi, her vakayı kişisel olarak incelemeliyiz.

Burkin “mükemmel” diye onayladı.

Bir hikaye anlatmak istiyor gibiydi. Yalnız insanların yüreklerinde daima anlatmaya can attıkları bir şeyler olur. Şehirlerde bekar erkekler konuşmak amacıyla barlara ve lokantalara giderler ve bazen en ilginç hikayeleri barmenler veya garsonlar duyar. Kırsal kesimlerde de itiraflar misafirlerine yapılır. Dışarıda gri bir gökyüzü, yağmurdan ıslanmış ağaçlar ve gidecek bir yer de yokken, bize de hikayeler anlatmak ve dinlemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.

Alehin “ Sofino’da uzun süre oturdum ve çiftçilikle uğraştım. Üniversiteyi bitirdikten sonra yaradılıştan çalışkan ama işsiz biri durumundaydım. Ama geldiğimde arazinin üzerinde büyük ipotek vardı ve babam beni okutmak için kısmen borç içinde olduğundan, borcu ödeyene kadar çalışmak istedim. İtiraf etmeliyim ki, biraz tiksiniyordum. Çünkü toprak bereketli değildi ve insan çiftçi değilse, işçi veya köylü tutmak zorundaydı, yani ya kendin ailenle çalışacaksın, ya da adam tutacaksın orta bir yolu yoktu. Fakat o zamanlar bunu yapmadım, komşu köylerden kadın, erkek tüm köylüleri bir araya topladım, harmanlanmamış tek karış toprak bırakmadım, iş büyük hızla devam etti, bizzat ektim, biçtim, sıkıldım, tiksindim, açlıktan bahçede salatalık yemek zorunda kalan aç köy kedileri gibiydim. Vücudum sızlıyordu ve ayakta uyuyordum. İlk başta bu tür bir yaşantıyı kültürel alışkanlıklarımla bağdaştırabileceğimi düşünmüştüm.

Yukarı kattaki en iyi odalardan birine yerleştim ve yemekten sonra kahveyle, likör getirmelerini söyledim. Her akşam yatmadan önce Vyestnik Evropi gazetesini okuyordum fakat bir gün bizim papazımız Ivan, gelip bir dikişte tüm likörü içti ve gazete de papazın kızlarına gitti. Yazları ise özellikle hasat zamanı, yatağıma gidemedim ve ambardaki kızağın üstünde veya ormancının kulübesinde uyudum, bir şey okuma şansım yoktu, yavaş yavaş alt kata inmeye ve hizmetkarların mutfağında yemek yemeğe başladım, eski lüks hayatımdan hiçbir şey kalmadı, babama hizmet eden uşaklardan başka.

İlk yıllarda onursal sulh yargıçlığına seçildim, şehre gidip kongrenin oturumlarına katılmak zorundaydım ve bu benim için hoş bir değişiklikti. Burada, özellikle kışın, hiç ara vermeden iki ya da üç ay yaşarsanız, en azından siyah bir palto bile burnunuzda tüter. Ve gezici mahkemede üniformalar, redingotlar vardı…avukatlar, tahsilli insanlar..birisiyle konuşmak zorundaydım. Kızak üzerinde uyuduktan ve mutfakta yemek yedikten sonra, güzel bir koltukta, iyi çizmeler ve cebinde zincirli saati olan bir paltoyla oturmak ne lükstü!..

Şehirde çok iyi karşılandım, kolayca ahbaplıklar kurdum, bunların içinde en samimi olduğum ve doğru söylemek gerekirse en beğendiğim kişi mahkemenin başkan yardımcısı Luganoviç oldu. Çok iyi bir kişiliği vardı. Tanışmamız meşhur bir kundaklama vakasından sonra oldu, soruşturma iki gün sürdü, yorgunluktan bitmiştik, Luganoviç bana baktı ve dedi ki:

‘Baksana gel yemeği bizde yiyelim”

Luganoviç’i çok az ve sadece resmen tanıdığımdan bunu beklemiyordum ve daha önce hiç evine gitmemiştim. Üzerimi değişmek için otele oradan da yemeğe gittim. İşte orada Anna Alexyevna’yla tanıştım. Luganoviç’in karısı…çok gençti, yirmiikisinden büyük değildi ve ilk bebekleri 6 ay önce doğmuştu. Her şey geçmişte kaldı ve şimdi onda olağanüstü ne olduğunu tanımlamak bana zor geliyor. Beni bu kadar cezbetmesinin sebebi neydi? Yemekte sanki daha önce hiç bu kadar güzel, genç, akıllı ve çekici bir kadın görmemiş gibiydim. Ve sanki bu yüz, bu samimi, zeki bakışlar bana tanıdık geliyordu. Çocukluğumda, annemin çekmecelerindeki albümde gördüğüm resimlerde bir yerde görmüş gibiydim.

İki Yahudi bence tamamen mesnetsiz yere kundakçılıkla ve soyguculukla suçlandı Akşam yemeğinde çok heyecanlıydım, rahat değildim ve ne dediğimi bilmiyordum, fakat Anna Alexyevna, başını sallamaya devam etti ve kocasına.

“ Dimitri buna ne diyorsun?” dedi.

Luganoviç, iyi huylu ve basit düşünen bir adamdı, ona göre bir adam mahkeme tarafından suçlu bulunmuşsa, suçluydu ve kararın yanlış olduğundan şüphelendiğini söylemenin yeri akşam yemeği ya da özel konuşma değil, yasal bir dilekçeydi.

“ O yeri sen veya ben yakmadık ya, ve suçlanan, hapiste olan da ikimiz değiliz” dedi.

Ve hem kendisi, hem de karısı mümkün olduğunca çok yeyip, içmem için gayret ettiler. Önemsiz bazı ayrıntılardan mesela birlikte kahve yapmalarından ve birbirlerinin leb demeden leblebiyi anlamalarından rahat ve uyum içinde yaşadıklarını çıkarttım. Ayrıca misafir seviyorlardı. Akşam yemeğinden sonra piyanoda düet yaptılar, sonra karanlık bastı ve ben eve gittim. İlkbaharın başlangıcıydı.

Hiç ara vermeden tüm kışı Sofino’da geçirdikten sonra, şehri düşünecek vaktim bile yoktu ama tüm bu günler boyunca kumral saçlı, zarif kadını hiç unutmadım. Onu düşünmüyordum ama sanki yüzü yüreğimi aydınlatıyordu.

Sonbaharın sonlarında, şehirde yardım amaçlı bir tiyatro yapılacaktı. Ben valinin locasına gittim. (oyunun arasında onlar davet etmişti) Bakınca valinin karısının yanında oturan Anna Alexyevna’yı gördüm. Yine o dayanılmaz, heyecan verici güzelliği, tatlı gözleri, yakınlık hissi..yan yana oturduk sonra fuayeye gittik.

Zayıflamışsınız, hastalandınız mı? Dedi.

Evet, omzumda romatizma var ve yağmurlu havalarda uyuyamıyorum.

Keyifsiz görünüyorsunuz, sonbaharda bize akşam yemeğine geldiğinizde daha genç, daha kendine güvenliydiniz. Daha canlıydınız, daha konuşmaya hevesliydiniz ve ilgiliydiniz ve itiraf etmeliyim ki, yaz boyunca bir şekilde hep aklıma geldiniz. Ve bugün tiyatroya giderken sizi göreceğimi düşünüyordum.

Ve güldü.

Ama bugün keyfiniz yok, bu sizi yaşlı gösteriyor. Diye tekrarladı.

Ertesi gün Luganoviç’lerde akşam yemeği yedim. Yemekten sonra kışa hazırlık yapmak için yazlık villalarına gitmek istediler ben de onlarla birlikte gittim. Onlarla beraber şehre döndük ve sakin aile ortamında, şömine önünde çay içerken, genç anne bebeğin uyuyup uyumadığına bakmaya gitti. O günden sonra şehre her indiğimde, Luganoviç’lere de uğramayı ihmal etmedim. Onlar bana, ben onlara alıştık, sanki aileden biri gibi habersiz gitmeye de başladım.

Uzaktaki odalardan birinden o tatlı sesin ‘Kim o?” dediğini duyabiliyordum.

Hizmetçi kız veya dadı ‘Pavel Konstantinoviç’ derdi.

Anna Alexyevna endişeli bir yüzle gelir ve her seferinde

“ Nerelerdeydiniz epeydir yoktunuz, bir şey mi oldu?” diye sorardı.

Gözleri, bana uzattığı zarif eli, giysisi, saçının şekli, sesi, yürüyüşü bana hep hayatımdaki olağanüstü, yeni ve çok önemli bir şey izlenimi veriyordu. Birlikte saatlerce konuşuyorduk, birbirimizi düşünerek konuşmadan duruyorduk veya bana saatlerce piyano çalıyordu. Eğer evde kimse yoksa çocukla oynuyor, dadıyla konuşuyor ya da kanepede uzanıp, kitap okuyordum. Anna Alexyevna gelince de antrede onu karşılayıp, paketlerini alıyordum.

“Bir köylü kadının derdi yoksa, bir domuz alır” diye bir atasözü vardır. Luganoviç’lerin de bir dertleri yoktu ve beni arkadaşları yaptılar. Şehre gitmezsem ya hasta olduğumu ya da bana bir şey olduğunu düşünüp, endişeleniyorlardı. Benim gibi, tahsilli, dil bilen bir adamın kendini edebiyata veya bilime adamak yerine, dönen bir tekerlek üzerindeki sincap gibi durup dinlenmeden ve bedavaya çalışmamdan endişe duyuyorlardı. Benim mutsuz olduğumu ve acımı gizlemek için yiyip, içip güldüğümü sanıyorlardı. Mutlu ve neşeli olduğum anlarda bile onların bana endişeyle baktıklarının farkındaydım. Alacaklılar ya da gününde ödenmemiş faizler yüzünden gerçekten endişeli, gergin olduğum zamanlarda bilhassa duygulanıyorlardı. Karı, koca ikisi, pencerenin orada fısıldaşıp yanıma gelir ve üzgün bir sesle,

“ eğer şu anda gerçekten paraya ihtiyacınız varsa, karım ve ben borç vermemiz için tereddüt etmemenizi rica ediyoruz” derlerdi.

Ve adam kulaklarına kadar kızarırdı, ve pencerenin orada yine böyle fısıldaştıktan sonra yine kulaklarına kadar kızarmış bir şekilde gelip.

“ karım ve ben bu hediyeyi kabul etmenizi rica ediyoruz” derlerdi.

Ve bana yaka düğmeleri, sigaralık veya bir şamdan verirlerdi. Ben de onlara köyden tereyağ, av eti, çiçek getirirdim. Lafı gelmişken, her ikisinin de oldukça serveti vardı. İlk günlerde kimden olursa olsun, çok borç almıştım, ama dünyada onlardan borç almazdım.

Evde, ambarda, tarlalarda mutsuzdum. Güzel, genç, zeki bir kadının neredeyse yaşlı(adam kırkın üzerindeydi) cansız adamla evlenmesindeki sırrı, ondan çocuk yapmasını, balolarda olup biteni sessiz, cansız bir ifadeyle dinleyen, bu sıradan, iyi kalpli, basit adamı anlamaya çalışıyordum. Niye önce benimle değil, bu adamla tanışmıştı? Niye hayatımızda böyle korkunç bir yanlışlık olmuştu?

Ve ne zaman şehre gitsem, gözlerinden beni beklediğini okuyordum, gün boyunca, benim geleceğime dair tuhaf bir duyguya kapıldığını itiraf ediyordu, uzun uzun konuşurduk, sessiz otururduk ama birbirimize aşkımızı itiraf etmedik. Korkakça ve kıskançlıkla bunu sakladık. Sırrımızı ortaya çıkartacak her şeyden korkuyorduk. Onu derin bir şefkatle seviyordum ama savaşacak gücümüz yoksa bu aşkın nereye varacağını düşünüyordum. Benimle gelebilirdi ama nereye gidecektik? Onu nereye götürebilirdim? İnanılmaz olan bir şey vardı ki, ona olan kederli aşkım, kocasının, çocuğunun ve evini hayatını altüst edecekti. Bu şerefli bir şey olmazdı. Eğer farklı bir hayatım olsa her şey farklı olabilirdi, bir bilim adamı, sanatçı, ressam filan olsaydım..onu sıkıcı hayatından, bir başka sıkıcı hayata götürecektim, ya bana bir şey olursa, hastalanırsam, ölürsem veya aramız açılırsa ne yapardı?

Görünen o ki, o da aynı şeyleri düşünüyordu, kocasını, çocuğunu, annesini..kocasını çocuğu gibi seviyordu, kendisini hislerine bıraksa ya yalan söyleyecek ya da gerçeği anlatacaktı ki, her ikisi de eşit derecede korkunç ve uygunsuzdu. Ve aşkının bana mutluluk getirip getirmeyeceği sorusuyla kıvranıyordu. Hayatımı daha da karıştıracak mıydı, zaten yeterince zor bir hayatım vardı…yeni bir hayata başlayacak kadar enerjik, genç ve çalışkan değildi. Ve kocasıyla sıksık bana yardım edebilecek, iyi bir ev hanımı olabilecek bir kızla evlenmem gerektiği konusunda konuşuyorlardı. Tüm şehirde böyle bir kız bulmamın güç olacağını da ekliyordu.

Bu arada yıllar geçti, Anna’nın şimdi iki çocuğu vardı. Evlerine gidince hizmetkarlar içten bir şekilde gülüyorlar ve çocuklar Pavel amca geldi diyerek boynuma sarılıyorlardı, herkes çok mutluydu, ben de ama kimse ruhumda neler geçtiğini bilmiyordu. Bana herkes asil biri gibi bakıyordu, çocuklar da, büyükler de eve asil biri gelmiş, ve benim varlığımla hayatları daha basit ve daha güzel bir hale gelmiş gibi bir his duyuyorlardı. Anna ile birlikte tiyatroya gidiyor, beraber yürüyor, yan yana oturuyorduk, omuzlarımız birbirine deyiyordu, tek söz etmeden opera dürbününü elinden alıyordum. Ve o an onun benim olduğunu, birbirimiz olmadan yaşayamayacağımı düşünüyordum. Fakat tuhaf bir yanlış anlamayla, tiyatrodan eve dönünce, sanki iki yabancı gibi birbirimize hoşça kal diyorduk. Şehirde insanların bizim için kimbilir neler söylediğini Allah biliyordu ama söylediklerinde hiç gerçek payı yoktu.

Daha sonraki yıllarda Anna annesine veya kızkardeşine sıksık ziyarete gitmeye başladı, keyifsiz olmaktan, hayatının kendisini tatmin etmediğinden ve sıkıcı olmasından yakınıyordu, kocasını ve çocuklarını görmemek umurunda değildi. Sinir zayıflığından ötürü tedavi görmeye başlamıştı.

Birlikteyken hep suskun, sessizdik, yabancıların yanındayken ise bana tuhaf şekilde kırıcı davranıyordu, neden bahsedersem bahsedeyim tersini savunuyor, muhalefet ediyordu. Bir şey düşürürsem, soğukça

“ tebrik ederim” diyordu.

Tiyatroya giderken opera dürbünün almayı unutursam,

“ Unutacağını biliyordum” diyordu.

Şans veya şanssızlık olsun, hayatımızdaki her şey er ya da geç bitiyor. Ayrılma vakti gelmişti. Luganoviç batıdaki bir şehre başkan olarak atanmıştı. Mobilyaları, atları, yazlık villalarını satmak zorunda kaldılar. Bahçeye, yeşil çatıya son kez baktılar, herkes üzgündü, Ağustos’un sonunda doktorlar Anna’yı Kırım’a gönderdiler, kısa süre sonra kocası ve çocukları yeni şehre gitmek üzere yola çıktılar.

Büyük bir kalabalıla Anna’yı uğurlamaya gelmiştik. Anna, trenin son düdüğünü çalmasına bir dakika kala, kocasına ve çocuklarına veda etti, az kalsın unuttuğu bir pakedi alıp trenin kompartmanına koştum, gözgöze gelince, tahammülümüz tükendi ve onu kollarıma aldım, yüzünü göğsüme gömdü gözlerinden yaşlar boşandı, yüzünü, omuzlarını, yaşlarla ıslanmış ellerini öptüm, Ah, ne kadar mutsuzduk! Ona olan aşkımı itiraf ettim, kalbimde yanan bir sızıyla, bizi sevmekten alıkoyan her şeyin ne kadar gereksiz, ne kadar önemsiz, ne kadar yanıltıcı olduğunun farkına vardım. Anladım ki, birini severseniz düşünmeye mutluluktan veya mutsuzluktan, erdemden veya günahtan değil, daha önemli olan, en önemli olan, en tepedeki şeyden başlamanız gerekir. Ya da hiç düşünmeyin daha iyi.

Onu son kez öptüm, elini sıktım ve ebediyen ayrıldık. Tren çoktan hareket etmişti, bitişik kompartmana gittim boştu..gelecek istasyona varana dek orada oturup ağladım. Sonra eve gittim…

Alehin hikayesini anlatırken yağmur dindi ve güneş açtı, Burkin ve Ivanoviç güneş ışığını ayna gibi yansıtan su değirmeniyle güzel bahçe manzarasının gözüktüğü balkona çıktılar. Manzaraya hayran kaldılar. Tüm samimiyetiyle onlara hikayeyi anlatan bu zeki bakışlı adamın kendini bilime veya hayatını daha güzel yapacak başka bir şeye adamak yerine, bu koca malikanede dönen bir tekerlek üstündeki sincap gibi koşturmasına üzüldüler. Ve adamın trende Anna’nın yüzünü ve omuzlarını öperken, kadının ne kadar üzgün olduğunu düşündüler. İkisi de şehirde kadınla karşılaşmışlardı. Burkin onu tanıyor ve güzel olduğunu düşünüyordu.

Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Müjde Dural

1 Yorum

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz