“Sus! dedim. Gürültü etme! Bizi duyabilirler…” Denizde – Anton Çehov

107

Göze görünen, yalnız, gerideki limanın ürperen ışıklarıyla katran gibi kara bir gökyüzüydü. Soğuk, ıslak bir yel esmekte. Üstümüzde ağır bulutları, onların yağmur olup boşanmak dileklerini duyuyor ve soğuğa, yele bakmaksızın sıcaktan boğuluyorduk sanki.
Biz, gemiciler, baş altında toplanmış zar atıyorduk. Bizimkilerin gürültülü, sarhoş kahkahaları yükseliyor, içimizden birisi, alay olsun diye, ara sıra horoz gibi ötüyordu.
Küçücük bir su damlası enseme düştü ve belkemiğime kadar çıplak etimde yürüdü sanki. Birdenbire bu soğuk dokunuştan ve size aşağıda anlatmak istediğim sebepler yüzünden titredim.
Bana göre, âdemoğlu kötü bir nesnedir, ancak öyle vakitler olur ki gemici dediğin nesne kötünün de kötüsü kesilir.

Belki ben yanılıyorum, belki bu benim hayatı bilmeyişimden- dir. Ancak yine bana öyle geliyor ki, bir gemicinin kendi kendini kötülemesi, kendi kendinden tiksinmesi için, elinde herkesten daha çok sebep vardır. Her dakika bir direğin tepesinden düşmesi, bir daha çıkmamak üzere bir dalganın altında gömülmesi beklenen, ne vakit batacağı, ne vakit boğulacağı Tanrıdan başka kimsece bilinmeyen bir insan için yeryüzünde inanacak, acınacak, sevilecek ne olabilir? Biz çok votka içer, ağız dolusu söveriz, çünkü denizin ortasında terbiyeli, iyi yürekli olmanın neye ve kime yarayacağını bilmeyiz.

Neyse, sözü uzatmayalım.

Zar atıyorduk. Vardiyasını savmış, işini bitirmiş yirmi iki kişiydik. Talih bu yirmi iki kişiden ancak ikisine gülebilirdi. İçimizden en yüksek zar_atan ikisi, o gece, gemideki “yeni evliler” kamarasındaki iki delikten içerdeki yolcuları dikiz edebilecekti. “Yeni evliler” kamarasında deliklerden birini ben, ince bir testereyle açmış, ötekisini bir arkadaşım çakıyla oymuştu. Bu iş için tam yedi gün uğraşmıştık.

— Deliklerden biri sana çıktı.
— Kime?
Beni gösterdiler.
— Ya ötekisi?
— Babana!
Babam, yaşlı, topal ve suratı pişmiş bir elmaya benzeyen gemici yanıma yaklaştı, omzuma vurdu.
-—Bugün, yavrum, dedi, talih güldü bize. Anlıyor musun, oğlum, talih ikimize; birden sırıttı, ikimize birden, anlıyor musun?

Sonra telaşla saatin kaç olduğunu sordu. Saat, daha on bir bile değildi.
Ben başaltından güverteye çıktım, yaktım çubuğumu ve denize daldım. Karanlıktı. Doğrusunu isterseniz, benim içimden geçenler gözlere vurmuş olmalıydılar ki, denizin karanlık fonunda karışık şekiller, o günlerdeki genç çağımda daha ulaşamamış olduğum görümleri görüyordum.
Saat on ikide büyük yolcu salonunun yanından geçtim, kapıdan bir göz attım. Yeni evli damat genç bir pastördü. içerde, masa başında oturuyor ve elinde bir Incil tutuyordu. Uzun boylu, sıska bir Ingiliz kadınına yüksek sesle bir şeyler anlatmaktaydı. Yeni evli gelin, genç, çok güzel, boylu boslu bir kız, kocasının yanında oturmuş, gözlerini onun sarışın başına dikmişti. Salonda bir uçtan öbür uca gidip gelen, iriyarı, yaşlı bir de Ingiliz banker vardı. Bu, yeni evli damat misyonerin konuştuğu İngiliz kadınının kocasıydı.

“Pastörler (Protestan papazları) saatlerce konuşmaktan usanmazlar,” diye düşündüm, “Bu sabaha dek sözünü bitireceğe benzemiyor!”
Saat birde babam yanıma geldi ve kolumu tutarak dedi ki :
— Vakit geldi, haydi, salondan çıktı seninkiler.

Koşarak dar merdivenlerden aşağı indim ve “yeni evliler” kamarasında açtığım deliğin başına geçtim. Deliğin açılmış olduğu duvarlarla geminin kendi iç küpeştesi arasında, öteberiyle, suyla ve sıçanlarla dolu bir boşluk vardı. Aradan çok geçmeden, babamın ağır ayak seslerini duydum. Gaz sandıklarına çarpıyor ve boyuna sövüp sayıyordu.

Deliğin içine yerleştirdiğim tahta parçasını çıkardım. Gözüme yumuşak, gül rengi bir ışık çarptı. Işıkla beraber burnum bayıltıcı, tatlı bir kokuyla doldu. Bu, aristokrat yatak odalarının kokusuydu.

İçerisini iyice görmek için deliğin açıldığı çatlağı iki parmakla tutup iyice ayırmak gerekti. Bunu da hemen yaptım.
Bir pirinç, atlas ve kadife yığını doldurdu gözlerimi. Bunların topu birden gül rengi bir ışığın aydınlığıyla boyanmışlardı. Karyola yüzümden yarım metre uzaktaydı.

Babam telaşla beni dürtükleyerek :
— Bırak senin yerine ben geçeyim, dedi, oradan daha iyi görülecek!
Ben cevap vermedim.
— Çocuğum, senin gözlerin benimkilerden kuvvetlidir. Sen uzaktan da görebilirsin, yakından da…
— Sus! dedim. Gürültü etme! Bizi duyabilirler…
Gelin karyolanın kıyısında oturuyordu, minimini ayaklarını halının üstüne sarkıtmıştı. Yere bakıyordu. Karşısında kocası, genç Pastör durmaktaydı. Kadına bir şeyler söylüyordu. Ne söylüyordu, anlamıyordum. Geminin gürültüsü işitmemi alıkoyuyordu. Pastör heyecanla, ateşle, sarışın başını sallayarak konuşmaktaydı.
— Hay aksi şeytan! Bir sıçan ısırdı beni! diye homurdandı babam.
Ben, sanki yüreğimin fırlayacağından korkuyormuş gibi, göğsümü kamaranın duvanna dayamıştım. Başım yanıyordu.

Yeni evliler uzun boylu konuştular. En sonra Pastör diz çöktü, ellerini kadına doğru uzatarak yalvarmaya başladı. Kadın, bir şeyden kaçmış gibi başını sallıyor, irkiliyordu. Pastör birden doğruldu ve kamarada yukarı aşağı dolaşmaya başladı. Yüzünün gösterişinden ve ellerinin kımıldanışından kadını tehdit ettiğini sanıyordum.

Genç karısı doğruldu. Benim arkasında durduğum duvara doğru ağır ağır yaklaştı ve tam benim deliğin önünde durdu. Kımıldanmadan duruyor ve düşünüyordu, bense onu gözlerimle yiyordum sanki. Bana öyle geliyordu ki, kadın acı çekiyor, kendi kendisiyle dövüşüyor, ne yapacağını bilmiyor. Yüzünün çizgilerinde bir tiksinti vardı. Artık hiçbir şey anlamıyordum.

Böylece beş dakika kadar yüz yüze durduk, sonra birden duvardan uzaklaştı ve kamaranın ortasında durarak Pastör’ün yüzüne baktı. Bu, “Evet,” diyen bir bakış olmalıydı ki, Pastör sevindi, kadının elini öptü ve kamaradan dışarı çıktı.

Uç dakika sonra kamaranın kapısı yine açıldı ve içeriye önde Pastör, arkada, demin sözünü ettiğim o iriyarı, yaşlı, İngiliz bankeri girdi. İngiliz karyolaya yaklaştı ve güzel kadına bir şeyler sordu. Kadın, sapsarı, İngilizin yüzüne bakmadan başını önüne eğdi.

İngiliz banker cebinden bir paket çıkardı ve uzattı Pastör’e, bu belki bir banknot paketiydi. Pastör paketi açtı, saydı ve bir reverans yaparak çıktı kamaradan. Yaşlı İngiliz çıkanın ardından kapıyı kapattı.

Ben sanki, ısırılmış gibi, duvarın yanından sıçradım geriye. Korku içindeydim. Bana öyle geliyordu ki, bir fırtına gemimizi ikiye bölmüş ve biz dibe gidiyoruz.

Yaşlı babam, o sarhoş, o ahlaksız gemici, elimden tuttu beni ve dedi ki :
— Gidelim buradan! Sen bunu göremezsin! Sen daha çocuksun!
Ayakları üstünde zorlukla durabiliyordu. Ben onu iterek, dar merdivenlerden yukarı çıkardım. Yukarda, hakiki bir güz yağmuru yağıyordu şimdi…

Çeviren: Orhan Selim takma adıyla Nazım Hikmet/ Tan gazetesi, 7.7.1935

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz