Kadının Ortaçağdan XX’i Yüzyıla Değin Serüveni – Ayşe Sevim

Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde kadının konumu feministleri gülümsetecek mahiyettedir. Ortaçağın başlangıcından yaklaşık 7. yy.’a dek Hristiyan olan topluluklarda toplumsal düzen yerleşmediği için kadınlar yasalarla sınırlanmamıştı. Başka bir değişle feodal dönem kadınlar için oldukça iyi bir zaman dilimiydi. 13. yy.’a kadar kadınlar hem dini kuruluşlar da hem de çalışma hayatında özgür bir biçimde bulunmuşlardır. Ortaçağ kadınları ticari alanlarda özellikle manifaktürde çok önemli bir potansiyel oluşturuyorlardı. Manifaktürde kadın ustalar yetişir bunlar esnaf loncalarına üye olurlardı. Kadınlar yine hekimlik, berberlik, sebze satıcılığı, fırıncılık, terzilik, değirmencilik, lokantacılık vb. mesleklerde söz sahibiydi. Kadınların konumunda 13. yy.’dan itibaren olumsuz değişiklikler meydana gelmeye başlamıştır. Bu yüzyıldan sonra kadının mahkemelere tanık olarak çıkma hakkı ellerinden alınmış, işlerini bir vasi yoluyla yapmak zorunda kalmışlardır. Rahiplere 4.yy.dan itibaren söylenen bekarlık şartı 11.yy.’ın sonunda yapılan Gregoryan Devrimi ile artık kesinlik kazanmış, yine bu devrimle kilisedeki yüksek mevkilerde olan kadınlar görevlerinden uzaklaştırılmışlardır.
Okullar ve üniversiteler kilise tarafından katedraller çevresinde oluşturulmuş ve buralar kadınlara kapatılmıştı.Yine feodalitenin yavaş yavaş yerini merkezi krallıklara bırakması pek çok soylu kadını zor durumda bıraktı. Ellerinden güçlerinin alınmasına karşı savaşan soylu kadınların en ünlüsü İngiltere’de ve kendi prensliğinde önemli siyasi roller 24 oynayan, Aşk Divanlarının ortaçağda kadın erkek ilişkilerinde ve edebiyat eserlerinde kadınlara yapılan haksızlıkları değerlendiren yarı resmi mahkemeler kurucusu Aguitaine’li Alienor’dur (11221204).

12. yy.’da başlayıp 15. yy.’da doruğa ulaşan ve 18. yy.’de varlığını sürdüren büyücü avı kuşkusuz ortaçağdaki en büyük katliam olmuştur. Bu dönemde pek çok kadın[1] cadılıkla suçlanarak yakılıyordu. Büyücüler, erkeklerin cinsel gücüne, kadınların doğurganlığına saldırmak ve imanı yok etmekle suçlanıyorlardı.

Pratikte ise bir kadının cadılıkla suçlanması için herhangi bir sebep yeterliydi. Mesela doğum esnasında anneyi kurtarmak için bebeği feda eden ebeler doğurganlığa saldırdıkları için, menopoza giren yaşlı kadınlar kanlarını içlerinde sakladıklarına inanıldığı için, bekar yaşayan kadınlar (yeniden evlenmeyen dullar, hiç evlenmemiş ya da ayrı yaşayanlar), erkekler olmadan yaşabildikleri için cadılıkla itham olunuyorlardı. Erkeklerin yapabildiklerini yapabilmek de bir kadını cadılıkla suçlamaya yetiyordu. Daha sonra azizelik unvanı verilen Jeanne d’Arc, Orlean kentinin meydanında cadılıkla suçlandığı için yakılmıştır.[2]

Yeniçağ’da kadının konumuna baktığımızda ise bir iyileşme olmadığı hatta bazı araştırmacılara göre daha kötü bir duruma gittiği görülür. XVI. yy. da Pierre Petot’a göre evli kadınların yaşamları tümüyle kocalarına bağımlıdır. Kocalarının ya da yargıcın izni olmadan yaptıkları hukuksal işlemlerin hepsi geçersiz sayılır. Nina Epton’a göre 1498’de Parislilerin Aile Düzeni isimli bir el kitabında kızların eğitimleriyle ilgili ahlak kurallarına göre kızların gelecekte ev içi görevlerine göre yetiştirilmesi gerekiyordu, ev içi görevlerin kalitesini de kocanın rahatını sağlamak belirliyordu.1547’de İngiltere’de alınan bir kararla “kadınların çene çalmak için bir araya gelip konuşmaları” yasaklandı ve böylelikle kocalar eşlerini evde tutmakla yükümlü hale geldi. Yeniçağdaki burjuva sistem ev kadınını yüceltiyordu.

Kadının yeri eviydi ve ona bakmakla yükümlü olan kişi erkekti. Bu durum kadınların iş bulmalarını zorlaştırıyor ve çalıştıkları işlerde erkeklerden daha az para almalarına yol açıyordu. XIV. yy.’da kırsal kesimdeki atölyelerde kadınlar erkeklerin kazandıklarının yarısını XVI. yy.’da ise daha azını alabiliyorlardı. Bu durum burjuva kadınlarını ev hanımı olmaya itti, daha aşağı düzeydeki evlerinin geçimi için mutlaka çalışması gereken kadınların durumlarını ise iyice zorlaştırdı. Bu sınıf kadınlarda çalışmak utanılacak bir durum değil mecburen yapılması gereken bir şeydi. İş bulmanın zorluğundan ötürü pek çok kadın bu dönemde zengin ailelerin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu. Bu işlerde çalışan kadınların özel hayatlarıyla ilgili kararları bile çalışılan evin erkeği veriyordu. Hizmetçilik yapan bu kadınlar çalıştıkları evden evlenip ayrılana kadar paralarını alamazlardı. Zaten bekar erkeklerin pek çoğu drahoma peşinde olduklarından evlenmeleri de çok zor oluyordu. Kızların koca satın alabilecek paraları çoğunlukla olmuyor ve bu kızlar da genelde ev sahiplerinin gönüllerini eğlendiriyorlardı. Soylular arasında ise mavi kanın karışmaması ve toprak zenginliğinin artması için aşka değil anlaşmalara dayanan evlilikler gerçekleşiyordu. Bu evlilikler aşka dayalı gerçekleşmediği gibi taraflarca sadakat beklentisi de yoktu. Soylu kadınlar ailenin adını sürdürecek erkek çocuğu doğurduktan sonra bir “sevgili”ye sahip oluyorlardı. Bu utanılacak bir şey değil, yerleşmiş bir adetti. Soylu erkeklerin güzel eşlerini politik kariyerleri için prenslerin, kontların yataklarına göndermeleri bilindik bir şeydi. Bazı önemli politik kararların bu yataklardan çıktığı bile oluyordu.

Orta ve alt kesimde ise erkeklerin eşlerini aldatması yadırgan m azken kadınların kocalarını aldatması hoş karşılanmıyordu. Evlilikte erkeğin belirgin bir üstünlüğü vardı. 1650’lerde karısını döverek öldüren erkeğin cezalandırılmamasına ilişkin bir yasa bile mevcuttu. Eğer öldüren kişi kadın olursa cezası meydanda yakılmaktı.

Evlilik kurumunun erkeğin lehine olması kiliseyi hoşnut ediyordu. Protestan mezhebi[3] Katolik mezhebine göre kadınlara daha özgürlükçü yaklaşsa da sonuçta o da kadına sürekli olarak kocasının isteklerini ön planda tutması gerektiğini söylüyordu. Bu dönemde sanat ve bilim alanlarında eserler veren kadınlar da kendi isimlerini değil kocalarının ya da erkek kardeşlerinin isimlerini kullanıyorlardı. Mesela Tycho Brahe’nin astronomi araştırmalarına kız kardeşinin de katıldığı bilinmektedir fakat onun adı ve yaptıkları bilim tarihine geçmemiştir.

Yine erkek kardeşlerinin ya da kocalarının isimleriyle edebi yazılar yazan kadınlar olduğunu biliyoruz.Yeniçağda kadınların Ortaçağ göre daha ezik bir hayat yaşadıklarını daha önce söylemiştik.

Ama bu kötüleşmenin yanında kadınların erkeğin hiyerarşik egemenliğine ilk karşı çıkışını da bu çağda görüyoruz. 16. yy. sonları ve 17. yy. başlarına bu yüzden batı tarihçileri “guerelle des femmes” yani “Cinslerin savaşı” ismini vermişlerdir. Bu yüzyılda kadınlar ortaçağa göre daha çok ezilmelerine rağmen kendileri ortaya koyacak direnişlerde bulunmaya başlarlar. Mesela Monteigne’in evlat edindiği Marie de Gournay’ın (15661645) kadın haklarını korumak için yazdığı iki eser vardır: Kadınlarla Erkeklerin Eşitliği ve Hanımların Şikayeti; yine 17. yy.’ın ikinci yarısında aklın cinsiyeti tanımadığını savunan Poullain de la Barre’ye rastlanır, onun Cinslerin Eşitliği Üzerine isimli kitabı ön feminist düşünceleri geliştirmiş bir yazar olarak kabul edilmesine yol açar. 1643’te 5.000 kadar halktan kadın Avam kamarasının önünde toplanarak iç savaşa son verilmesi ve barışın sağlanması için gösteri yapar. Yine bu çağda toplu kadın eylemlerine şahit oluruz;

1647’de hizmetçiler parlamentoya çalıştıkları sürenin uzunluğundan şikayet eden bir dilekçe verirler, 1651’de esnaf kadınlar borç yüzünden hapse atılmaya karşı çıkarlar; 17. yy.’da İngiltere’de Anglikan kilisesine bağlı olmayan kadınlar senyörlerin himayesine bırakılmış olmayı reddederek kendilerine eşitlikçi bir uygulamada bulunulmasını talep ederler vs.

Günümüz tarihçilerinden Regine Pernoud, “Kadının toplumdaki yeri, burjuvanın toplumdaki yerinin büyümesine ters orantılı bir şekilde daralır” der. Gerçekten de burjuvazinin ev kadınını yücelten konumu kadını gittikçe ev dışı yaşamdan koparmıştır. Başlangıçta burjuva kadınları da kendilerini geliştirmeye çalışmışlardı.Örneğin 18. yy.’da evde oturan burjuva kadınları daha çok aşama yapabilme isteğiyle üst sınıf kadınları gibi salonlar yani entelektüel kesimin bir araya geldiği toplantılar düzenlerler. Böylece salonlar üst sınıf ve saray kadınlarının tekelinden kısmen çıkmış olur. Gerçi salonlar hiçbir zaman burjuvanın tam olarak malı olamamıştır. Çünkü bu toplantıları düzenlemek uzun bir kültür birikimini, sanattan bilimden anlamayı gerektiriyordu. 18. yy.’da burjuva kadını henüz bu atağı yapamamıştı. Üst sınıf kadınları içinse salon toplantıları kendilerini geliştirmek için birebirdi. Toplumsal, politik ve sanatsal olayları kadınlar buralardan öğreniyor, kendi yazdıkları metinleri okuma ve eleştirilme fırsatı buluyorlardı. Feminist tarihçiler kadınların kendilerini geliştirdikleri salonları nitelikleri nasıl olursa olsun ve bu toplantıları kimler düzenlerse düzenlesin ilk feminist düşüncenin gelişip şekillenmeye başladıkları yerler olarak görürler. Üst sınıf kadınları salonların yardımıyla bu yüzyılda geleneksel kimliklerini yırtmaya ve erkekleri bu konuda tedirgin etmeye başlamışlardır; 18. yy. yazarlarından D.Schubart kadınların yakında bir bilimciler cumhuriyeti kuracaklarını yazdıktan sonra şöyle diyordu; “Çok bilmek istiyorum; acaba Hz.Süleyman bu dünyaya geri gelse, olması gereken, kocasının övünç duyduğu, ideal mükemmel kadını yok edip, onun yerine yenisini koyar mıydı? Bu yeni kadın ki, yedi lisan konuşan, dizeler yapan, romanlar yazan, felsefe yapan, serbest düşünceleri olan, nutuk çeken, doktor ve profesörlere ders veren ve bunun yanında çocuğunu, mutfağını, kilerini, evini, bahçesini ve tarlasını ihmal eden?”[4] Üst sınıfta salon toplantıları sürüp, burjuva da onları taklide uğraşırken 18. yy.’ın alt tabakadaki kadınları gerçekten zor durumdaydılar. Geçim sıkıntısını ve kilisenin baskısını her an hissediyorlardı.

Kilise kaybettiği otoritesini eskiden olduğu gibi daha çok baskıyla örtmeye çalışıyor ve büyücü kovalamaya devam ediyordu. Bu yüzyılda kadınlar için çalışma hayatı iyice kötüleşti. Manifaktör alanında en ağır ve en kötü ücretli işleri kabul etmek zorunda kaldılar. Pek çok kadın çareyi fuhuşta aradı. Yine pek çok kadın 17. yy.’da olduğu gibi kadınlar için daha özgür ve yaşam kalitesinin daha yüksek olduğu ABD’ye göç etti. ABD’ye göç eden bu kadınlar esnaflıkla uğraşıp özgürlükleri için mücadele ettiler. Ama Kuzey Amerikalı kadınların “mücadelesi”nde atlanılmaması gereken bir çelişki vardı. Onlar kadın haklarını savunurken önceleri yalnızca beyaz kadınları göz önünde bulunduruyorlardı.

Bilinçli ya da bilinçsiz olarak ırkçılık konusunda Amerikan erkeğinden farklı düşünmüyorlardı. Siyah kadınların haklarının savunulmasına ancak 20. yy.’da rastlanılacaktır. 18. yy. onlar için hem tenlerinin renklerinden hem de kadın oluşlarından ötürü oldukça acımasızdır. Aynı acımasızlık Kızılderili ve Avustralyalı Aborgine kadınları için de uzun zaman sürmüştür. Karaderili kadının durumunu anlamak için 177374 yılları arasında Amerika’da bir tiyatro oyuncusu olan Kemble’nin Avrupa’daki akrabalarına yazdığı bir mektuba bakalım “.. Adı Die idi. On altı çocuk doğurmuş, bunlardan on dördü ölmüş. Ayrıca dört 32 çocuk düşürmüş. Birisinde başında ağır bir yük taşırken düştüğü için, diğerinde de kolu çıktığı için kırbaçlanmış. Kolunun yukarıya çekilmesinin ne demek olduğunu sordum, anlattı, önce ellerini bağlıyorlarmış, bazen bileklerinden bazen deen kötüsü baş parmağından, bir ağaca veya direğe bağlayıp ayakları yerden kesilinceye kadar yukarı çekiyorlarmış. Sonra da eteğini beline kadar sıyırıyorlarmış. Ardından elinde deri bir kırbaçla bir adam geliyor ve onu alabildiğine kırbaçlıyormuş. Bunları yaparken hamile miydin diye sordum, evet yanıtını aldım”[5] 19. yy.’ın ortalarına doğru toprak sahibi beyaz bir kadın olan Mary Boykin Chenut da esir pazarlarında alınıp satılan siyah kadınların nasıl istismar edildiğinden şöyle bahseder: ” Erkeklerimiz Tevrat’da yazılı patriarklar gibi davranıyorlar ve evlerinde bir hane içerisinde resmi eşleri ve resmi olmayan kadınları ile birlikte yaşıyorlar. Hemen her ailede rastlanan melez çocukların bir kısmı ailenin beyaz çocuklarına benziyor..”[6]

Kadınlar, Fransız İhtilalinde olduğu gibi Amerikan özgürlük hareketinde de aktif rol oynamışlardı. Fransa da halk kesiminin kadınları devrim için erkelerle beraber onlarla eşit haklara sahip oldukları Devrim Dostları Kulübü gibi kulüpler kurdukları gibi sadece kadınlara açık olan klüpler de kurmuşlardı. Fransız İhtilalinde kadın haklarını savunan özellikle üç isim ortaya çıkar: Pauline Leon, Clarire Lacombe, Olympe de Gouge. Bunlardan Olympe de Gouge “Kadın Hakları Bildirgesi”ni yayınlamış, bildirgede “Kadına giyotine gitme hakkı tanınıyor öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” diye seslenmiştir. Olympe de Gouge, ihtilal sonrası kadınlara yeterince hak tanınmadığını erkeklere sataşan sivri diliyle sürekli konuşmalarında dile getirince, eski rejim taraftarı olmakla suçlanıp giyotine gönderilmişti. Fransız Devrimi, devrim esnasında kadınlara verilen kimi hakların geri almasından ötürü bazı feminist tarihçiler tarafından faydasız görülür, devrimdeki eşitlik ilkesinin sadece erkekler, beyazlar ve burjuvalar için var olduğunu söylerler. Kuzey Amerika Bağımsızlık Bildirgesi de bu açıdan eleştirilir. Her ne kadar maddelerinden biri “Bütün insanlar Tanrı önünde eşittir” olsa da kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olamamış ve siyahların köleliğine son verilmemiştir. Aynı durum devrim sonrası Fransa’nın sömürge ülkelerindeki siyahlara da uygulanmış, seçme ve seçilme hakkı onlara da tanınmamıştır. Ama devrimin faydalı olduğunu düşünen feminist tarihçiler de vardır. Her ne kadar Fransız devrimi, kadınların devrim için uğraşılarını ödüllendirmemişse de, kadınlar devrimi gerçekleştirmek için bu uğraşıları verirken kendilerini kuşkusuz geliştirmişlerdi. Toplantılar, dernekler, broşürler, mitingler… kadınları geri adım atamayacakları bir bilinçlenme düzeyine getirmiştir. Unutulmaması gereken bir konu da ilk kez bu tarihten sonra kadının konumu yalnız aile içindeki rolü ile değil toplumdaki rolü ile de tartışma konusu olmaya başlamasıdır. Daha önce ne Aydınlanma Döneminde ne de Amerikan Devrimi’nde eskiden beri var olan kadın sorunu bu derece kutuplaşmış ve bunun geleneklerin ötesinde bir sorun olduğu ifade edilmişti.

Fransız devriminin ardından kadınların elde ettiği kimi hakların da ömrü kısa sürmüştür. On yıl sonra Napolyon Sivil Yasaları kadınlarda kötü alışkanlıklar oluşturduğu gerekçesiyle kaldırılmıştır. 1801’den itibaren ise kadının erkeğe itaat etmesinin siyasi bir mevzu olmadığı, doğanın gereği olduğu noktasında birleşilir, buradaki amacın kadın kişiliğini sarsmak değil aksine onun bedeni zayıflığından ötürü korunmaya gereksinimi olduğu için alındığı belirtilmiştir. Böylece kadın toplumsal hayattan çıkıp yeniden evine döner.

XIX. YÜZYILDA KADIN

Bu yüzyıl kadını daha çok “erkeğin kişiliğini tamamlayan bir varlık” olarak görüyordu.[7] 19. yüzyıl, ticari kapitalizmden sanayi kapitalizmine geçiş dönemiydi. İşçi sınıfının yaşadığı zorluklar artarken kimi olumlu gelişmeler de oluyordu. Avrupa’da hijyene verilen önem artıyor, şehirlerin görüntüsü değişiyor, beslenme ve tıpta ilerlemeler kaydediliyordu. 1870’ler de Avrupalı kadınların yaş ortalaması 44 iken 1910’da bu 52,4’e 1920’lerde ise 60’lara ulaşıyordu. Bu dönemde işçi kadınlar sosyal ve ekonomik nedenlerden dolayı sıkça çocuk aldırıyorlardı, bunu yaparken de burjuva kadınları gibi saklama gereksinimi duymuyorlardı. Çünkü fabrikalardan kadınların alacağı ücret onların evli olup olmamasına göre değiştiği gibi hamile olduklarında da işlerinden olma riskleri vardı. Gerçi bu durumdan hem hükümetler hem de Fransız ve İngiliz doktorları oldukça rahatsızdı. 1890’da on beş Avrupa ülkesinin katıldığı bir kongrede çalışan kadınlara ilk kez 4 haftalık hamilelik izni tanınmıştı, bundan amaç çocuk aldırmaların önleneceği düşüncesiydi. 19. yy.’ın ortalarına dek çocuk düşürmede kadınlar genellikle kendi yöntemlerini kullanıyorlardı. Sanayi devriminin başından beri erkekle kadına farklı çalışma alanları sunulmuş, genelde kötü çalışma koşulları, az ücret, niteliksiz iş gücü kadınlara verilmiştir. Yine nitelikli bir erkek işçi, yüksek işçi statüsündeyken ve onlara mesleki eğitim ve iş garantisi sağlanmışken, kadınlar ancak niteliksiz işçi, yardımcı işçi konumundaydı. Bu nedenle sık sık iş değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Bütün ön yargılara ve köktenci karşı düşüncelere rağmen, yaklaşık her alanda ucuz kadın işçi ve memurlara rağbet artmıştı. İşverenler masrafları kısıp az ücretle randıman almak istiyorlardı. Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim alanında tasarruf yapmak isteyen devlet, kadınları öğretmen olarak atıyordu. İşçi erkekler, kadınları kendileri için bir tehdit unsuru olarak gördükleri için onları iş yerlerinde istemiyorlar, sendikalarına sokmuyorlardı. O dönemde sendika yönetimi tümüyle erkeklerin elindeydi. Örneğin işçilerin yüzde ellisinin erkek olduğu dokuma sanayiindeki sendika yöneticilerin hepsi erkekti. Bu yüzden kadınlar kendi sendikalarını kurmuşlardır. Amerikan işçi sınıfı önemli kadın sendikacılar yetiştirmiştir; Ella Wiggins (şarkıcı), bir gösteride öldürülen Ella Wheeler, elli yıl süreyle madencileri örgütleyen Mother Jones vb. Kadınlara çalışma olanağı tanınmayan yerler genelde tıbbi ve hukuki alanlardı. Ama ABD’de kadınlar yargıçlık yapabiliyordu.1869 yılında Iowa da ilk kadın yargıcın atanmış olduğu izlenir. 1879’da ise Birleşik Devletler mahkemelerinde savunma yapma haklarını elde ediyorlardı. Fransa’da kadınların mahkemelerde çalışabilmelerine ilişkin izin 1900 yılındaki yasayla kabul ediliyordu. Rusya, Japonya, Romanya, İsveç, Finlandiya, Norveç ve Yeni Zelanda’da bu yasalar daha önce geçerlilik kazanmıştı. Bütün Avrupa ülkelerinde devlet kadınlara birinci derecede iş veren kurumdu. Devlet kadın memurlarına evlenme izni vermediğinden postane, hastane ve okullarda çalışan kadınların büyük bir çoğunluğu bekardı.Bu yüzyılda Fransa’da kadınlarla ilgili önemli kararlar alınıyordu. 1884 yılındaki boşanma yasası bunlardan biriydi. Boşanma yasasının ardından kadınların boşanma isteklerinin arttığını görüyoruz. Gerçi bu yasadan istifade ederek erkekler de boşanma başvurusunda bulunuyorlardı ama boşanmak isteyen kadınların oranı yüzde seksen olup erkelerden çok daha fazlaydı. Kadınların boşanma isteklerinin ardında yatan ilk gerekçe kocalarının kendilerine uyguladıkları şiddetti. Avrupa ülkelerinde karısına karşı kaba kuvvet kullananların daha çok kırsal kesimden olduğunu görüyoruz.

Kırsal kesimdeki evliliklerin genelinde erkekler eşlerine şiddet uyguluyordu. Şehirdeki evliliklere baktığımızda ise işçi erkek genelde kendisi gibi tüm gün dışarıda çalışıp yorgun argın eve dönen karısının kıymetini biliyordu.

Bekar kalmayı tercih eden kadınlar da vardı. Eğitim görmüş kadınların büyük bir kesimi bekar kalmayı tercih ettiklerini söylüyorlardı. Bu davranış genelde Protestan ülke kadınlarında görülüyordu.

19. yy.’ın son on yılı içerisinde İngiltere’de kadınlar erkeklerin aile içerisinde kadınlara karşı uyguladıkları şiddete, kaba kuvvete ve seksüel baskıya karşı çeşitli kampanya girişimlerinde bulundular. Bu kadınların birey olarak kendilerini savunuş biçimleriydi. Çünkü aynı yüzyılda kadınlar bu ülkede hukuksal açıdan da tam birey olarak görülmüyorlardı. Erkekler kadınların işledikleri bazı suçlardan kadınlar ergin kabul edilmediği için yargılanabiliyorlardı. Ergin olmayanlar ve kadınlar 1870’e dek idam edilemiyordu. Bu yıldan sonra kadınlar hukukta bireysel ve tüzel kişiler olarak kabul edilmeye ve işledikleri suçlardan kendileri sorumlu tutulmaya başlandı.

Fransa’da 1879’da Cumhuriyet kurulduğunda ise kadınların devrimdeki emeklerine karşılık seçim hakkı başta reddedildi, buna gerekçe olarak ise sistemin henüz yerleşmediği söylenmişti. Fransa’da kadınlar seçim hakları için I. Dünya Savaşının bitmesini beklemeleri gerekecekti. Fransa kadın haklarıyla ilgili mücadelenin en önemli merkezlerinden biri olmasına rağmen burada kadınlarla ilgili hakların sürekli bir geliş gidiş yaşanmasından hızlı bir ilerleme olmamıştır. Yaşanılan süreçte hep alınan kimi haklar bir süre sonra kaybedilmiş, daha sonra tekrar kazanılmıştır. Bu ülkede 1965 yılına kadar kadınların kocalarından izinsiz herhangi bir iş yerinde çalışmaları yasaktı. Bir kadın bunu yaptığı halde kocasının ona dava açma hakkı vardı. Yine kadın kocasından izinsiz üniversiteye kayıt olmaz, ehliyet alamaz, pasaport çıkarmaz ve bir hastanede tedavi olmazdı. Kadınlara politik haklar yalnız İskandinav ülkelerinde ve İngiltere’nin bazı kolonilerinde tanınmıştı. Bu haklardan biri olarak, İsveç kadınlarına 19. yy.’ın ortalarında kent ve belediye encümen üyeliği hakkı tanınmıştı. Bu kadınlar 1909’da seçilebiliyor, 1924’te ise tüm politik haklara sahip olabiliyorlardı.

Bu dönemdeki feminist hareketlerden örnekler vermek gerekirse; İngiltere’de kadın hakları için yazılan ilk manifestodan bahsetmek gerekir; bu manifesto, 1825’te William Thompson tarafından yazıldı. Her ne kadar imzası olmasa da bu manifestonun Anne Wheeler’le ortak yazıldığı bilinmektedir. Burada evli kadınların çıkarlarının kocaları tarafından korunduğu tezine karşı çıkılıyor ve kadınların dörtte birinin ne kocaları ne de babalarınca korunduklarını söylüyorlardı. Yine Josephine Butler kadın işçilerin işten atılmasına yol açabilen cinsel hastalıklarla mücadele için yapılan zorunlu sağlık kontrolünün kaldırılması için 15 yıl kadar mücadele vermiş ve bunu kabul ettirmişti; daha sonra Buttler genelevlerin kapatılmasını sağlamak için çalışmıştır. Bu yüzyılda Almanya’da kadınlar ise Amerika ve İngiltere’deki gibi siyasal haklar elde edilmesinden çok sosyal haklarının peşindeydiler. Kadınların aile içi yaşamı ve aile içindeki durumlarının düzeltilmesi, evlilik dışında çocuk sahibi olma hakkının tanınması vs. gibi sorunlarla uğraşıyorlardı.

Bu dönemde yine pek çok feminist yayını görmek mümkün; Fransa’da ki la Gazette des Femmes (18361848), bir kadın hakları ve görevleri bildirisi yayınlamıştı. Burada özellikle kadınların kamu görevlerine girebilmeleri savunuluyordu. 1869’da Leon Richer, Ligue du Droit des Femmes derneğini kurdu ve Le Droit des Femmes dergisini çıkarmaya başladı, burada siyasi haklar değil, kadınlar için daha çok sosyal haklar talep ediliyordu. Hurbetine Auclert’in 1881 de kurduğu la Citoyerıne adlı dergi ise daha çok siyasal haklar üzerinde durmaktaydı. Kadınlar bu yüzyılda her düzeyde eğitim kurumuna alınmaya başlamışlardı. Üniversiteye de yine bu yüzyılın sonunda girmişlerdir. Fakat bu durum bazen protestolara neden oluyordu. Mesela Edinburg Üniversitesi Tıp Fakültesine ilk kız öğrencinin alınışı protestolara neden olmuştu. Fransa’da da benzer durumlar vardı. Amerika’da ise kadınlar kendi üniversitelerini kuruyorlardı. 1865’te New York’da kadınlar için ilk Tıp Fakültesi açılmıştır. Yine bu yüzyılda sanat, edebiyat, matematik, astronomi gibi alanlarda adını duyurmuş pek çok kadınla karşılaşırız. 19. yy.’ın ikinci yarısı dünya için farklı bir deneyimin yaşandığı zaman dilimiydi. Bu yıllarda insanlık devrimci sosyalizmin gelişmesine tanık oldu. Bu akım Karl Marx ve Engels’in etkisi altında kapitalizmin temelini oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı çıkıyor, proleterya devriminin bu sistemi yıkarak mülkiyeti halkın ortak mülkiyetine dönüştürmesini öngörüyordu.

Bu sisteme göre her iki cins işçinin yaşadığı kötü koşullara son verilmiş olacaktı. Fakat her ne kadar kadınların kurtuluşundan bahsetse de feministlerin eleştirdiği bir nokta vardır, o da bu sistemin “özel olarak” kadının durumuna eğilmemesiydi. Devrimci sosyalizmde kadının kurtuluşu proletaryanın kurtuluşuna bağlanıyordu. Bu dönemde, kadın derneklerinin hızla arttığı, kadın hakları konusunda önemli ilerlemeler kaydedildiği görülür. Fakat kadın derneklerinin artmasıyla onlar arasındaki anlaşmazlıklar da artar. Burjuva içinde yer alan feministlerle işçi sınıfındaki feministler arasında çelişkiler ve anlaşmazlıklar gözlenir. Her iki taraf da birbirini suçlar.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz