Formel proleteryanın direnişi kırarak Türkiye’de neoliberalizme hoşgeldin diyen sermaye ve devlet, şimdi de Kürtleşmiş enformel proleteryanın yaklaşan uğultusuyla karşı karşıyadır: Türkiye varoşlarından tehlikeli bir ses yükselmektedir, ve bu ses de büyük ölçüde Kürtçe’dir.
Kürtlerin zorunlu göçü, Türkiye’de neoliberalizmin hem inşasını, hem de başarısını mümkün kılmıştır. Türkiye’de neo-liberalizmin inşası derken, sermaye birikiminin uluslararası üretim, ticaret ve finans ağlarına eklemlenmesi ve devletin de bunu kolaylaştırıcı önlemler alması süreçlerini kastediyorum.
Söz konusu süreçlerin, üretim ve ticarette uluslarası şirketler arasındaki rekabetin, akışkan finans sermayesine erişimde de devletlerarası rekabetin arttığı dünya çapındaki yeniden yapılanmanın bir yansıması olduğu çokça kabul ediliyor. Küreselleşme denilen bu “esnek sermaye birikimi” döneminde Türkiye’de üretim yapan sermaye grupları üretimlerini giderek daha çok taşeron ağları üzerinden gerçekleştirirken, kayıtdışı, ucuz ve örgütsüz emek gücünü kullanarak dünya piyasalarında rakiplerine karşı avantaj yakalamaya çalışıyorlar. Devlet de özelleştirme uygulamaları ile ekonomiyi planlı bir strateji çerçevesinde sermaye gruplarına terk etmeyi seçiyor.
1980 sonrasına ilişkin temel süreçlerden biri bu neoliberal politikalar olsa da aynı dönemde Kürt hareketi bize başka bir tarih hazırlamaktadır. 1980’lerin sonundan itibaren PKK’nin güç kazanması ile yeniden yükselen Kürt hareketi, 1990’ların ilk yarısında yeniden güçlü bir halk hareketine dönüşmüştür.
Hareketin Serhıldan (Başkaldırı) ilan ettiği 1989 ve 1993 yılları arasında, bölgenin hemen hemen tamamı halk ayaklanmaları ve şiddetli çatışmalara sahne olmuştur. Bu dönemde devlet, PKK’ye yönelik halk desteğini engellemek amacıyla tarihteki en kapsamlı yerinden etme uygulamalarından birisini hayata geçirmiş, köy yakmaları ve sürekli artan siyasi baskı sonucu sayıları milyonları aşan Kürt nüfusunu önce doğudaki büyük şehirlere sonra da batı illerine zorunlu göç ettirmiştir.
Pek çoğumuz hatırlamasa da, Kürt hareketinin yükseldiği bu dört yıl aynı zamanda Türkiye tarihindeki en şiddetli grev dalgasının da yaşandığı dönemdi. 1989 bahar eylemleri ile başlayan, Zonguldak grevi ve yürüyüşü ile ivme kazanan bu işçi militanlığı sürecinde, büyük sanayide çalışan 1.5 milyondan fazla kamu ve özel sektör işçisi greve çıkmış, 1980 darbesiyle budanan haklarını geri almak ve ücretlerini arttırmak için kitlesel ve radikal eylemler gerçekleştirmişlerdi.
Bu eylem ve grev dalgasının Kürt illerindeki ayaklanma ile aynı zamanda yükselmesi, her iki cephede de mücadele etmek zorunda kalan dönemin hükümetlerini oldukça zora sokmuştu. Kürt bölgesinin kontrolünde zorlanan devlet, en azından grev dalgasını frenleyebilmek için ücretleri yüzde ikiyüze varan oranlarda arttırmış, ama işçileri durdurmakta bu da yeterli olmayınca bu sefer Körfez savaşı ve ulusal çıkarlar gerekçesiyle bir çok grevi durdurmuş ya da sendika bürokrasisi ile anlaşmaya giderek grev dalgasını sona erdirmişti.
1990’larda Türkiye’de neo-liberal özelleştirme dalgasının önünün açılması bu eylemlerin bastırılması ile mümkün olmuştu. 1989-1993 yılları arasında, kamuda ertelenen ya da sona erdirilen çoğu grevin hemen arkasından, önce çoğunluğu grevde öne çıkanlardan olan çok sayıda işçi işten çıkarılmış, arkasından da bu kurumlar özelleştirilmişti. Aslında, 1980 müdahalesi ile sol ve devrimci kadrolar ile sendikaların üst kademeleri büyük darbe almis olsa da, 1990’lara kadar formel işçi sınıfının üretimden kaynaklanan gücü, pazarlık kapasitesi ve direniş olanakları, neoliberal projenin gerektirdiği ölçüde yok edilememişti. Dolayısıyla, neo-liberal projenin tam anlamıyla inşası 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi sonrasında gerçekleşememiş, 1980’li yıllar bir hazırlık dönemi olarak kalmış ve ancak 1990’ların ortalarından itibaren proje tam anlamıyla uygulamaya konabilmişti.
Bu bağlamda, esnek sermaye birikiminin, taşeronlaşma ağlarınının, enformal ekonominin ve özelleştirme hamlelerinin hızlı yükselişi ile Kürtlerin zorunlu göçü ve örgütlü işçi eylemlerinin bastırılması arasında çok belirleyici bir ilişki bulunmaktadır. Zira, ekonomik ve siyasi gücü neoliberal sermaye birikimine engel teşkil eden formal işçi sınıfı, esnek sermaye birikimine olanak sağlayacak Kürt enformel işçi sınıfı ile ikame edilmiştir. Zorunlu göç, devletin Kürt illerindeki hareketi kontrol etmek için uygulamaya koyduğu askeri-siyasi bir tedbir olsa da, aynı zamanda Türkiye tarihindeki en kapsamlı ve en hızlı mülksüzleştirme ve proleterleştirme süreci olmuştur. Batıdaki şehirlere ve özellikle İstanbul ve İzmir gibi metropollere, Denizli, Manisa, İzmit, Tekirdağ gibi sanayi merkezlerine göç ettirilen Kürtler, bu kentlerde çok düşük ücretlerle, güvencesiz koşulların yaygın olduğu iş kollarında çalışmaya başlamışlardır. Bugün batı illerindeki inşaatlarda, konfeksiyon atölyelerinde, yazları tarlalarda çalışan işçilerin; sokaklardaki hamalların, seyyar satıcıların, temizliğe giden kadınların büyük bir kesimini Kürtler oluşturmakta, bu insanlar kayıtdışı ekonominin yükünü omuzlamaktadırlar. Zorunlu göç ile kentlere getirilen Kürtler, esnek sermaye birikiminin ihtiyaç duyacağı pazarlık gücünden yoksun, her işte çalışmaya hazır, mülksüzleşmiş işçi arzını büyük oranda artırmıştır.
Bu işçi arzı olmadan Türkiye’de esnek sermaye birikimi ve neo-liberalizmin inşası çok daha farklı bir seyir izlemek zorunda kalacaktı demek tarihsel bir spekülasyon olmaz. Türkiye, kendi klasmanındaki diğer ülkelere kıyasla neo-liberal küreselleşme sürecinde çok daha yüksek bir performans sergiliyorsa, 2008 yılında inşaat sektöründe dünya üçüncüsü, konfeksiyonda dünya dördüncüsü olabiliyorsa, bunu zorunlu göçün sağladığı ucuz maliyetli emek arzını düşünmeden açıklamak çok zordur. Neo-liberalizmin Türkiye’deki başarılı uygulamasını uygun ekonomik program ve stratejilerin çizilmesi ile, niyet ile, amaç ile, IMF’nin ve Dünya Bankasının ilkelerinin benimsenmesi ile açıklamak yeterli değildir. Bu “uygun akıllara” riayet eden başka birçok ülke Türkiye’ye kıyasla “başarısız” olmuştur. Ancak Kürtlerin zorunlu göçü, Türkiye’de sermayeye taşeron ağlarını doldurup taşıracak kadar yoğun, güvencesiz ve ucuz emek arzı hediye etmiş ve dolayısıyla, neoliberal stratejinin maddi koşulları inşaa etmiştir.
Dolayısıyla, zorunlu göçün sonuçlarından bahsederken Kürtlerin kentlerin çeperlerinde yoksul ve muzdarip bir hayata itildiklerini vurgulamak yeterli değildir. Kentin reel ekonomisinin büyük bir kısmı enformel sektörde ve taşeron ağlarında dönerken, ve de Kürtlerin büyük kısmı da bu ekonomi içinde düzensiz ve kayıtdışı emek süreçlerinde yer alırken, zorunlu göçün neticelerini sınıfsal parametrelere başvurmadan anlamak imkansız olacaktır. Gerçekte zorunlu göç Türkiye’nin sınıfsal yapısını kökünden değiştirmiştir: Kürtler işçileşmiş, işçi sınıfı da Kürtleşmiştir.
1990’lara kadar yapısal gücünü hala koruyan formal işçi sınıfının direnişinin kırılması ve zorunlu göçün Kürtleşmiş bir enformal proletarya yaratması, Türkiye’de neoliberal sermaye birikimi sürecinin inşasını ve başarısını mümkün kılmıştır. Fernand Braudel’in dediği gibi, kapitalizme can veren en önemli özelliği onun esnekliği, yani değişen siyasi ve yapısal koşullara adapte olabilme ve bu koşulları avantaja çevirebilme kapasitesidir. Türkiye’de de sermaye bu esnekliği gösterebilmiş, devlet eliyle yepyeni ve upucuz bir işçi sınıfı yaratmıştır.
Ancak, hikaye böyle bitmiyor: Varoşlarda mekan bulan bu yeni işçi sınıfı, yine 1990’lardan itibaren siyasi bir aktör olarak, devlet için bir tehlike olarak kendini ortaya koymaya başlamıştır. Gazi Mahallasi, 1996 Kadıköy 1 Mayısı, İstanbul’da yüzbinlerin katıldığı Newroz’lar, ara ara yakılan arabalar ve İstanbul’un birçok varoşunun girişinde her gün polis panzerlerinin nöbet tutması bu tehditin emareleridir.
Bugün, Meksiko, Karaçi, Bombay, Manila, Cakarta gibi birçok üçüncü dünya metropolüne benzer şekilde, İstanbul’da da varoşlar etnik ve sınıfsal gerilimlerin, Mike Davis’in deyimiyle, ne zaman ve nerede patlayacağı tahmin edilemeyen birer volkana dönüşmeye başladığı mekanlar olmaktadırlar. Formel proleteryanın direnişi kırarak Türkiye’de neoliberalizme hoşgeldin diyen sermaye ve devlet, şimdi de Kürtleşmiş enformel proleteryanın yaklaşan uğultusuyla karşı karşıyadır: Türkiye varoşlarından tehlikeli bir ses yükselmektedir, ve bu ses de büyük ölçüde Kürtçe’dir.(EY/EÜ bianet)
* Erdem Yörük, Johns Hopkins Üniversitesi, Sosyoloji.