İbni Haldun tarafından 780 (1378) yılında Fas’ta kaleme alın Mukaddime Tarih, iktisat, sosyoloji, siyaset gibi birçok sosyal bilim için temel teşkil eden görüşleri içinde barındırır.
Batılıların Tunus’lu ‘Büyük Bilge’ olarak tanımladığı İbn-i Haldun, Osmanlı Devleti’den Ahmet Cevdet Paşa’nın üzerinde derin tesirleri hissedilen “Mukaddime” adlı eseri bilinen ancak içeriği üzerinde fazla durulmayan bir kitap haline gelmiş fazla itibar görmemiştir.
Asrın sonlarına doğru sosyal çalkantılarla burun buruna gelen Batılı tarihçiler Mukaddime’yi tarih felsefesinin el kitabı olarak okudular. İngiliz tarih felsefecisi Toynbee Mukaddime’yi bir hazine olarak görüyor; “Mukaddime’deki tarih felsefesi, nevinin en büyük eseri. Şimdiye kadar, hiçbir ülkede, hiçbir çağda, hiçbir insan zekası böyle bir eser ortaya koyamamıştır.”diyordu. Cemil Meriç’e göre ise İbn-i Haldun ‘Kendi semasında tek yıldız’ ıydı.
Türklerin ve Kürtlerin Yaşam Biçimi
“Birinci nevi harp (ve intikama dayanan mukatele) ekseriya birbirine komşu olan kabileler ve aralarında rekabet bulunan aşiretler arasında cereyan eder.
Düşmanlığa ve husumete dayanan ikinci nevi harp, ekseriya Araplar, Türkler, Türkmenler, Kürtler vs. gibi bozkırlarda ve sahralarda yaşayan yabani milletlerde görülür. Çünkü bu milletler: rızklarını, mızraklarının ucunda arar ve maişetlerini başkalarının elinde bulunan maldan temin ederler. Kendilerine karşı mallarım ve metalarını savunmaya teşebbüs edenlere harp ilan ederler. Bunların, bunun ötesinde (yağma ve talandan başka) istedikleri ne bir rütbe, ne de bir mülk vardır. Arzu ettikleri ve gözlerini diktikleri şey, insanların elinde ve avucunda bulunan şeyleri tagallüp yoluyla almaktan ibarettir.”
“Türklerin ve Moğolların mağlup ettikleri islâm kavimlerini taklit etmeleri ve onların medeniyetlerini kabul etmeleri de, mağlup kavimlerin medeniyetçe kendilerinden üstün olmalarından dolayıdır. Ayrıca bedevi Araplar mağlup milletlere yeni ve üstün bir din ve bu dinin gelişmiş veya gelişmeye müsait bir dilini de beraberlerinde getirdikleri halde, Moğollar ve Türkler böyle bir şey getirmemişlerdir. Onun için mağlup ve mahkumun, galibi ve hâkimi taklit etmesi, içtimai şartların muhtelif olmasına muvazi olarak türlü farklılıklar göstermektedir.”
Kürtlerin Yaşadığı Yerler
“Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan yere, bu iki nehir Bağdat’ta birleşmeden evvelki sahaya Cezire (Mabeyne’n-nehreyn, Mezopotamya) diyarı denir.
Dicle nehri, Bağdat’tan ayrıldıktan sonra, doğudan bir nehirle (Kerh ırmağı ile) birleşir. Bu nehir, Dicle’nin doğusundan gelir, doğu istikametinde Bağdat’ın karşısındaki Nehrivan iline varır, sonra güneye sarkar, üçüncü iklime geçmeden evvel Dicle’ye karışır. Celûla ili, bu nehirle Irak ve Acem dağları arasında kalır. Bunun doğusunda ve dağın yanında Halvan vilayeti ve Saymara (Sumeyre) bulunur.”
“Bu kısmın batı parçasına gelince, bunun önünde bir dağ belirir, bu dağ Kürdistan dağından (Acem dağı) başlayarak doğu istikametinde devam eder, bu kısmın sonunda son bulur. Bölgeyi ikiye ayıran bu dağa Şehrizor adı verilir. Bunlardan güneye düşen Hunacan beldesi, İsfahan’ın kuzeybatısında bulunur. Ortasında Nihavend ilinin bulunduğu bu parçaya Behlus (Helûs, Pehlus) diyarı adı verilir. Parçanın kuzeyinde, iki dağın birleştiği noktanın batısında Şehrizor beldesi vardır. Dînever (Deynever) ise doğuda bu kısmın sonunda bulunur. İkinci küçük parçada ise Ermenistan’ın uç kısmı yer alır. Buranın merkezi Merağa’dır. Irak dağının bu şehrin karşısına düşen yerine Bâriya (Bârimma) adı verüir. Kürtlerin mesken edindiği yer burasıdır. Dicle üzerindeki Büyük ve Küçük Zâp ırmakları bu dağın ötesindedir.”
“İran (Fars) şehirlerinin kuzeye doğru alt tarafında ve denizin ucunda Hûzistan beldesi vardır. Ahvâz, Tüster, Sâdâ.-Sabûr, Süs, Râme, Hürmüz ve daha başka yerler buraya dahildir. Fâris ile Hûzistan arasmda sınır olan Er’recanda buradadır. Hûzistan beldesinin doğusundaki Ekrâd (Kürd) dağları îsfehan bölgesine bitişir. Kürtlerin meskenleri ve yaşadıkları yerler burasıdır. Dolaştıkları sahalar ise buranın da Fâris topraklardır. Buraya Rüsum (Resum-Zumum) adı verilir.
İklimin yedinci kısmında, batı cihetinden üst taraflarda Kafs dağının geriye kalan bölümü vardır. Burasını, güneyden ve kuzeyden Kirman ve Mekran ülkeleri takip eder. Ruden, Şirecan, Cireft, Yez-deşir ve Behrec buranın şehirleridir. Kirman topraklarının kuzeye doğru olan alt kısımlarında, İsfehan’a kadar uzanan Fâris ülkesinin geriye kalan bölümü vardır. Bu kısmın kuzeybatı ucunda îsfehan bulunur.”
Araplar, Türkler ve Kürtlerin Yaşam Biçimi
Geçimlerini ve maişetlerini deveden temin edenler daha çok göçebedir ve bunlar çöl ve sahraların dolaşılabilen yerlerine daha fazla girmişlerdir. Çünkü develer, hayatlarım devam ettirmek için dağlarda ve yaylalardaki bitki ve ağaçlarla yetinip çöllerde ve sahralarda yetişen ağaçların meydana getirdiği meralardan, buradaki tuzlu suları içmekten müstağni olamazlar. Soğuğun eziyetinden kaçıp kış mevsiminde çölün çeşitli yerlerinde dolaşmak, buralardaki ılık havaya sığınmak, kumlar arasında yavrulamak maksadiyle buralara gelmek develer için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Çünkü develer en zor doğuran ve en güç döl veren hayvanlardandır, onun için de bu hususta ılık ve sıcacık yerlere en fazla onların ihtiyaçları vardır. Bu yüzden deve besleyenler uzak meralara göç etmek zorunda kalmışlardır. Bazan da yayla sahipleri ve koruyucuları, onları oralardan kovmuşlar, onlar da aşağılayıcı davranışlarından kaçarak çöl ve sahraların içerlerine doğru ıraklaşıp gitmişler, onun için de insanların en savaşçı vahşi olanı durumunda kalmışlardır. Bunlar hadarîlere nazaran, güç yetirilemeyen vahşi ve yırtıcı yabaniler durumundadır. Bunlar Araplar (ve bedeviler) (yani iptidaî kavim ve kabileler) dir. Batıdaki göçebe Berberlerle Zenâne (kabilesi) de aynı hükümdedir. Doğudaki Kürtler, Türkmenler ve Türkler de böyledir. Ancak Araplar daha fazla göçebe ve daha çok bedevidirler. Çünkü sadece deve yetiştirerek geçinmek onlara mahsustur. Öbürleri ise hem deve. hem de deve ile birlikte davar ve sığır yetiştirirler.
Devlet Düşüncesi ve Vatansızlık
“Yabani milletin mülkü daha geniş olur Bunun sebebi, söylemiş olduğumuz gibi, tagallübe ve istibdada daha fazla kadir olmalarından, öbür milletlerle muharebe etme kudretine sahip oldukları için başka kavimleri (boyundurukları altına alma ve) köleleştirme işine daha ziyade muktedir olduklarındandır. Bir sebep te şudur: Yabani kavmin, hadariler karşısındaki durumu, yırtıcı yabanilerin, ehlileşmiş hayvanlar karşısındaki durumu gibidir. Bunlar Arap, Zenâte ve onlar hükmünde olan Kürtler, Türkmenler ve Sinhâce’den Lisâm gibi kavimlerdir.
Ayrıca sözkonusu kavimlerin, maişetlerini rahatlıkla temin edebilecekleri (mümbit ve mahsuldar) bir vatanları bulunmadığı gibi benimseyerek yerleştikleri bir memleketleri de yoktur. Bütün yerlerin ve bölgelerin, onlara olan nisbeti bir ve eşittir. Onun için bu kavimler ne mâlik oldukları kendi bölgelerinin, ne de kendilerine komşu olan memleketlerin hudutları dahilinde kalmakla yetinmezler, sahalarının sınırlarında durmazlar. Aksine uzak iklimlere ve ülkelere sıçrar ve ırak yerlerdeki milletleri tagallüb yolu ile hâkimiyetleri altına alırlar.”
“Çağımızda Mağrip’teki Benu Merih hanedanlığında bu daire ile ilgili işleri hanedanlığın taraftarı ve dostları olan büyük aile mensupları şahıslar üstlenmektedirler.
Doğudaki Türk devletinde bu görev, Türk olan şahıslar veya daha evvel devlet sahibi olan Kürtlerin (yani Eyyubîlerin) neslinden gelenler tarafından yürütülmektedir. Fesat sebeplerini ortadan kaldırsın, bataklığın kapılarım kapatsın, fısk u fücur işlenen yerleri tahrip etsin, bu gibi kimselerin toplandıkları yerleri dağıtsın, bununla beraber şehirdeki umumi maslahatlara riayetin gerektirdiği gibi şer’î ve siyasî (idarî) cezaları tatbik etsin diye, bu görevle ilgili hususlara nezaret edecek olan şahıslan salabete ye hükümleri uygulama kabiliyetine sahip olduğu anlaşılan kişiler arasından seçerlerdi.
Geceyi gündüze, gündüzü geceye çeviren Allah’tır, Aziz ve Cebbar olan da O’dur. En iyisini yüce Allah bilir.”
Kaynak: mukaddime: cilt 1
İbn Haldun
1332-1406 (Hicrî 732 / 808) yılları arasında yaşamış astronom, iktisatçı, tarihçi, matematikçi, sosyal bilimci ve İslam bilginidir. Tam adı Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dır.
İbn Haldun, 1. Ramazan ayında 1332 yılında Tunus’ta, nesli sahabilerden Vâil b. Hacer’e uzanan, Arap bir ailede doğdu. Aslı Yemen kabilelerinden Hadramut’a kadar uzanır. Dedelerinden, ilk olarak Halid b. Osman, Endülüs’teki Karmuna’ya hicret etti. Endülüs halkının âdeti olarak Halid olan ismine u ve n harfleri eklenerek ismi Haldun’a dönüştü.
Eğitimi bitince Tunus şehrinde Hafsid hanedanından Sultan Abu İshak İbrahim II. al-Mustansır’ın yazmanı olarak çalışır. Daha sonra Tunus’dan Fas’a taşınır, 20 yaşına gelince onun siyasal meslek hayatı başlar, Sultan Abu İshak emriyle İbn Tafrāgīn’nin yanında idari işler görevi verilir.
Özellikle köy-kent farklılaşması hakkında toplumsal çözümlemeler getirmiştir. Ünlü eseri Mukaddime’nin 2. bölümünde, göçebe-köy toplumsal yaşamı ile yerleşik-kent toplumsal yaşamı arasında önemli saptamalar yapmıştır. Ona göre, göçebe-köy toplumsal yaşamı, yerleşik-kent toplumsal yaşamından önce başlamıştır. Köy halkı, kent halkından daha sağlam, mert, özgüveni daha fazla, özgür, köklü ve az bozulmuştur. Köy aile yaşamı, kent aile yaşamından daha dengeli, daha sağlam ve daha huzurludur. Toplumsal bilinç ve duyarlılık, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma köy toplumsal yaşamında daha fazladır. Ayrıca yaşlılara ve kadınlara verilen saygı ve değer de çok daha fazladır. İbn haldun tüm krallıkların da tıpkı canlı organizmalar gibi doğum,gelişme,duraklama ve ölüm evreleri olduğunu; doğum ve gelişme gibi evrelerin göçebe yaşam kültür ve ahlakının sonucu olduğunu, zamanla kent yaşamına alışan uygarlıklarınsa gerilemeye ve ölmeye başladıklarını (yokolmuş medeniyetleri ve yaşadığı dönemin olaylarını örnek göstererek) ileri sürmüştür. İbn Haldun’dan önceki tüm tarihçiler olayları tek tek ele alıp, hikâye gibi anlatmış, bir senteze gidememişlerdir. İbn Haldun ise tek tek fenomenlerden yola çıkarak ünlü tarih tezini öne sürmüş, böyleliklede sosyoloji adını verdiğimiz bilim dalı kendisiyle başlamıştır. İktisadi kalkınma ve sosyal huzurun arasında yakın bir ilişki vardır. Güçlü devlet iktisadi kalkınma için uygun zemin hazırlar, iç ve dış güvenliği sağlar. İbn Halduna göre, devlet ekonomik hayata müdahale etmemelidir. Devlet müdahale ederse ve vergileri arttırırsa, kişilerin yaratıcılık arzuları kırılır, üretim azalır ve neticede hem fertlerin hem de devletin geliri azalır. Bu bakımdan, İbn Haldun, günümüzdeki tanımıyla liberal bir iktisat politikasından yanadır.