JOHN BERGER: BİZİM ZAMANIMIZDAN ÖNCE HİÇBİR ZAMAN BU KADAR ÇOK İNSAN YERSİZ YURTSUZ BIRAKILMADI!

1

BURADA

MESAFE Termosa kahve doldurmuş paketlemişim ayak izlerimizi gerekirse atarız diye soluk kesici amansız karın dişlerine. Eli çekiçli marangozlar gibi birlikte öğrettik mesafeye nasıl çatılır dam aralarında koştuğumuz ağaçlardan. Geride kalan sessizlikte duymaz olduk artık uzak yaz evinin sorusunu: Yarın nereye gidiyoruz peki? Akşam vakti korkuyor kızak köpekleri orman hiç bitmeyecekmiş gibi. Ama her gece karda kahkahalarımızı duyunca diniyor titremeleri.

İnsanın dünya hakkındaki bilgisinin temel kaynağı “görülebilir” den oluşur. İnsan kendini “görülebilir” aracılığıyla yönlendirir. Öbür duyumlardan gelen algılar bile sık sık görüntü diline çevrilir. (Baş dönmesi patolojik bir olgudur: Kulaktan kaynaklandığı halde insan bunu görüntüsel, uzamsal bir karmaşa gibi yaşar.) İnsan “görülebilir” sayesinde uzamı fiziksel varoluşun önşartı olarak tanır. ‘Görülebilir”, dünyayı ayaklarımıza getirir. Ama aynı zamanda durmaksızın, bunun içinde kaybolma tehlikesinde olduğumuz bir dünya olduğunu anımsatır. “Görülebilir”, uzamı sayesinde dünyayı bizden alıp götürür de. Bundan daha iki-yüzlü bir şey yoktur. “Görülebilir”, bir göz gerektirir. Gören ile görülen arasındaki ilişkinin ana malzemesidir göz. Gören insansa, zaman ve uzaklık nedeniyle gözün asla göremeyeceği şeylerin bilincindedir. “Görülebilir”, onu hem içerir (çünkü gören odur), hem de dışlar (çünkü her zaman her yerde var olamaz). “Görülebilir”; insan için bir tehdit oluşturduğunda bile insana var olduğunu bildiren “görülmüş” ten ve insanın varoluşunu yadsıyan “görülmemiş”ten oluşur. “Görmüş olma” isteğinin -okyanusu, çölü, doğuda bir tan vaktini- derin varlıkbilimsel temeli vardır. “Görülebilir”in insana özgü bu çokanlamlılığına bir de yokluğu, görmüş olduğumuzu artık göremeyişimizden oluşan görsel deneyimi eklemek gerekir. Bir ortadan yok oluş karşısındayızdır. Ve bunun ardından, “görülmemiş”in olumsuzlayışına dönüşerek varoluşumuzu yadsıyan, artık “görülemez” olmuşu, ortadan yok olmuşu var etmek üzere bir savaşa girilir. Böylece “görülebilir”, “görülemez” olanın gerçekliğine bağlar insanı ve bir iç-gözün gelişimine önayak olur. İç-göz, “görülmüş” olan uzamın saldırısına, yokluğa kısmen direnebilirmiş gibi her şeyi bir çelik kasa gibi toplayıp biriktirmeye, düzenlemeye çalışır. Yaşamın kendisi ve “görülebilir”, varlıklarım ışığa borçludur. Yaşam henüz yokken -gören Tanrı değilse- hiçbir şey görülmüş değildir. Ne görsel algının optik açıklaması, ne de gözün ışık uyarısına tepkisel olarak şans eseri yavaş yavaş geliştiğini öne süren evrim kuramı – bunların ikisi de belli bir anda “görülebilir”in doğuşunu, görüntülerin bir anda görüntüye dönüşüvermeleri gerçeğini saran bilmeceyi çözemez. Bu bilmeceye karşılık olarak, en önemli tanrılara bağışlanan başta gelen özellik görme yeteneğidir; her şeyi görebilen bir gözdür. Ancak bundan sonra, “Görülebilir vardır çünkü daha önce görülmüştür,” denebilir.

Yaratılış öyküsü de doğrular bunu. Tanrı’nın ilk yarattığı şey ışıktır. Yaratılış ile ilgili her şey sona erdikten sonra ışık, Tanrı’nın yaratmış olduğu her şeyin iyi olduğunu görmesini sağlar. Altıncı günün sonunda yaratmış olduğu şeylere “baktı” ve hepsinin iyi olduğunu “gördü”. Yaratılış öyküsü varlığa kavuşan “görülebilir”in gizemini anlatır. Bu gizem doğal güzellik denen evrensel ifadede birikir ve tekrarlanır. Hangi düzgüsel sınıflandırma kullanılırsa kullanılsın, böyle bir güzellik bir “vücut bulma” olarak nitelendirilir. İnsanı kendinden söz ettirmeye çağırır. Örneğin bir çağlayan çağlayandır, yani kendinden başka bir şey değildir. Görünüşü, anlamı, önemi ve biçimiyle bir bütünlük oluşturur, ama bu özellikler genelde ayrı ayrı var olurlar ve bakıp sorgulayan tarafından bir araya getirilirler. Güzelliğin vücut buluşu işte bu iç içe giriştir. Böyle bir iç içelik insanın uzam duyusunu ya da insanın uzamdaki Varlık duyusunu değiştirir. “Görülebilir”in sınırsızlığı insanı içerir ve dışlar. İnsan bir görür, bir de sürekli terk edildiğim görür. Görüntüler “görülebilir”in sınırsız uzamına aittirler. İnsan iç-gözü sayesinde kendi imgeleminin ve düşünme yeteneğinin uzamını kavrar. Normalde bu iç uzamın koruyuculuğu içine insan Anlam’ı yerleştirir, korur, geliştirir, yıkar veya yeniden kurar. Açımlanma ânında görüntü ve anlam birleşip tek olunca, fiziksel uzam ve görenin uzamı çakışır: Anlık bir ayrıcalık yaşanır ve gören “görülebilir”e eşitlenmeyi başarır. Dışlanma duygusu tümden yiter ve merkezde olunur. Postane genişti ve müdürü ya beceriksiz ya da kötü niyetliydi; memurlar arasında, sanki çalışma saatleri yetmiyormuş da, üstlerine bir de angarya yıkılmış gibi bir başıbozukluk hüküm sürüyordu. Belki de bir sınır kasabasında olduğu için “Poste Restante”ın önünde sürekli bir kuyruk birikiyordu. Senden bazen bir bazen de birkaç mektup alıyordum. Her mektuba bir dilim ekmeğin yansı kadar bir ücret ödüyordum. Geniş salonun ağırbaşlılığı bir zamanlar -postane 1930’larda inşa edilmişti- tıpkı hacminin toplumsal umudun ifadesi olarak algılandığı gibi yöresel bir erdem olarak düşünülmüş olmalıydı. Şimdiyse çıplak, yıpranmış ve kimliksiz görünüyordu.

“Burada yakınlarınız var mı?”, “Hayır, kimsem yok!” Yersiz Yurtsuz – Edward Said

Memurların çoğu senin yaşındaki kadınlardan oluşuyordu. Gişe ardındaki kadının elinde tuttuğu zarfın üstünde elyazını gördüğümde sesini duydum. Sesini duymak sesini anımsamaya benzemiyordu. Anımsamak belleğe bir sesleniştir. Orada, merkez postanesinin her adımı ve tıkırtıyı yansılayıp çoğaltan taklit mermer tabanı üzerinde “seslenilen” bendim. Bir ses önce bir gövdeye sonra da dile aittir. Dil değişebilir ama ses aynı kalır. Önce sesini daha sonra hangi dilde konuştuğunu ayırt ederim. Postanede, zarfın üstüne yazmış olduğun adı söylüyordun, ama duyduğum o iki sözcük değil senin sesindi. Sesin, aynı anda cereyan eden bütün öbür olaylarla birlikte var oluyordu: Djebeniana’daki ailesine telefon etmeye çalışan Tunuslu, koli göndermeye gelmiş bir kadın, yüz tane mektubu postaya veren bir memure ve maaşını almaya gelmiş ihtiyar bir adam. Sesinin belki de öyle uzun bir yolculuğa çıkması gerekmiyordu, sesinle kulağım arasındaki mesafe sonsuzdu. Gerçeklik hiçbir zaman ölçekle karıştırılmamalı, dereceleri olan yalnızca ölçeklerdir. Daha büyük olan şeyler daha gerçek değildir – böyle olduğuna dair bir eğilimimiz varsa, bu belki de her hayvanda, kendisinden daha büyük bir canlıyla karşılaşınca ortaya çıkan korku refleksinden kalma bir anıdır. Büyüğün küçükten daha gerçek, olduğuna inanmak daha emniyetlidir. Ama oldukça da yanlıştır. Ölümde yerle bir olan ölçektir, ana rahmine düşme ânındaysa ölçeği yaratmak üzere bir nokta sızar evrene. Eğer kapana kısılmışsak, kalbim, gerçekliğin kapanında olmadığımız kesin. Çiçeklerin belki de en bereketli dişisi leylaktır. Doğu Avrupa’ dan Batı ya on altıncı yüzyılda getirilmiştir. Bir Slav çiçeğidir. Burada, dağlar arasında, leylak ağaçlan ilk guguk kuşu şarkısıyla çiçek açıyor. Guguk kuşlanyla leylaklar bir çift oluşturuyor. Guguk kuşu tam bir gözü doymazlık örneği. Çiftleşmenin ardından sesi soluğu kesilince, arsızca tırtıl ve kurtçuklarla (öbür kuşlar için zehirli olan) dolduruyor midesini. Leylakların kokusu, bir keresinde dediğin gibi, ahırdaki ineklerin kokusundan pek farklı değil. Her ikisi de huzur ve rahatlık kokuyor. Günler gitgide uzuyor ve akşamüstleri mutfakta ışık yakmadan oturup kitap okuyorum. Pencere pervazında bir kavanozun içinde bir arkadaşın bahçesinden kestiğim bir leylak dalı duruyor.

Aslı Erdoğan: Hepsi, elimi dokundurduğum her şey, yaralı bereli…

Rengi, çok yıkanmış deniz mavisi bir gömleğin soluk moru. Gençliğimde bu renk bir gömleğim vardı ve Endonezyalı büyük ressam Affandi bu gömlekle bir resmimi yapmıştı. Gömlek de, resim de kayboldu şimdi. Açık pencereden guguk kuşlarının ve hâlâ çalışan oduncuların hızar sesleri geliyor. Bir dakika önce baktığımda, solan gün ışığında leylak dalı, uzaklarda, alacakaranlıkta yiten, çiçek açan ağaçlarla kaplı bir tepe gibi görünmüştü. Gitgide yok oluyordu. Kışlar soğuk geçtiğinden evin duvarları kaim. Pencere girintisinde kepenklere yakın bir yere asılı bir tıraş aynası var. Şu an yukarı baktığımda aynada leylak dalının bir parçasını görüyorum: her çiçeğin her taçyaprağı canlı, belirgin, yakın, öylesine yakın ki taçyaprakları, derideki gözenekler gibi görünüyor. Aynada gördüğüm parçanın gerçekte bana daha yakın duran leylak dalından niye daha net ve yoğun göründüğünü ilk bakışta anlayamıyorum. Sonra fark ediyorum ki, aynada gördüğüm kısım, leylağın güneşin son ışıklarıyla aydınlanan yanı. Sana olan aşkım her akşamüstü bu aynanınkine benzer bir yere yerleşiyor.

“Felsefe aslında bir hasrettir, kendini her yerde evinde hissetme isteğidir”
Novalis.

Göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişin, daha sonra uygarlık diye adlandırılan şeyin başlangıcı olduğu söylenir. Şehir dışında yaşayanlara uygarlık-dışı yaratıklar gözüyle bakılmaya başlanır. Anlatılması gereken bir başka öykü de budur – hatta dağlarda kurtlarla birlikte anlatılmalıdır. Şu son bir buçuk yüzyıl içinde belki bir o kadar önemli bir değişim daha yaşandı. Bizim zamanımızdan önce hiçbir zaman bu kadar çok insan yersiz yurtsuz bırakılmadı. Ulusal sınırlan aşan veya köyden şehire akan istekli ya da zorunlu göçler zamanımızı simgeleyen yaşam biçimi halini aldı. Endüstri ve kapitalizmin yeni bir tür vahşetle, daha önce hesapta olmayan böylesine yoğun bir insan göçüne yol açacağı, on altıncı yüzyılda köle ticaretinin başlamasıyla kendim belli etmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Batı Cephesi’nde silâh altına alman kitleler, o aynı parçalama, toplama, uzaklaştırma ve sonunda “çorak toprak”lara sürme işleminin daha sonra gerçekleştirildiği bir başka uygulayım alanıydı. Ardından, dünya çapındaki toplama kampları bu süregelen aynı uygulayımın mantığıyla harekete geçti. Marx’tan Spengler’a kadar bütün modem tarihçiler çağdaş göç olgusu konusunda tanımlamalar yaptılar. Bu konuda niye daha fazla söz sarf etmeli diye sorabilir insan? Yanıt ise, kaybedilmiş olanın tekrar fısıldanabileceğidir. Böyle oluşunun nedeni de, duyduğumuz özlemden çok umudun kaybedilmiş bölgelerden filizlenişidir.

Ev yoksa, her şey bölük pörçük bir hale gelir

Ev (home) sözcüğü (Eski Norveççe Heimr, Yüksek Almanca Heim, Yunanca “köy” demek olan Komi) uzunca bir süre, güçlü olanların yanında yer alan iki tür ahlakçı tarafından ele alınmıştır. “Ev” kavramı ailenin mülkünü (bu mülke kadın da dahildir) koruyan evcil ahlak anlayışının temel taşı olmuştur. Buna koşut olarak “anayurt” (homeland) kavramı da insanları, yönetici azınlığın çıkarlarından başka bir işe yaramayan savaşlarda ölmeye ikna ederek vatanseverliğin ilk bağlılık andının içilmesine bir hayli katkıda bulunmuştur. Her iki kullanım da asıl anlamı örtmüştür. Ev başlangıçta yeryüzünün merkezi anlamına gelirdi – coğrafi değil ama varlıkbilimsel anlamıyla böyleydi. Mircea Eliade, evin bir zamanlar üzerine dünya inşa edilebilecek bir çekirdek olduğunu gösterdi bizlere. Onun deyişiyle bir evin kurulduğu yer “gerçeğin can evi”dir. Geleneksel toplumlara göre yeryüzünde anlamlı olan her şey gerçektir, bunun yanı sıra bir de kaos vardır ve tehlikelidir; tehlikesi gerçek-dışı oluşundan kaynaklanır. Gerçeğin can evinde bir ev olmazsa, insan yalnızca açıkta kalmış değil, aynı zamanda hiçlikte, gerçek-dışında kaybolmuştur. Ev yoksa, her şey bölük pörçük bir hale gelir.

John Berger
Ve Yüzleri̇mi̇z, Kalbi̇m, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü
Metis Yayınları Kitapları, Çevirmen: Zafer Aracagök

 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz