JOHN BERGER: KALABALIĞININ EVSİZLİĞİNİ İLK BETİMLEYİP BUNUN ADINI KOYANDIR BAUDELAİRE

Göç sadece geride bir şeyler bırakıp denizler aşmak, yabancılar arasında yaşamak demek değil, aynı zamanda dünyanın anlamını yerle bir etmek, en sonunda da insanın kendisini saçma, gerçek-dışı bir dünyaya bırakması demektir. Silah zoruyla olmadığı zamanlar göç, umut olduğu kadar umutsuzluktan da alabilir hızını.

Ev yeryüzünün merkeziydi çünkü bulunduğu yerde bir dikey ile bir yatay çizgi kesişirdi. Dikey olanı yukarılara, göğe tırmanır; aşağıda, yeraltına inerdi. Yatay olanı yeryüzü trafiğim temsil eder, başka yerlere uzanan tüm olası yollan gösterirdi. Böylece insan evindeyken gökteki tanrılara ve yeraltındaki ölülere en yakın konumdaydı. Bu yakınlık her iki duruma da ulaşabilmeyi vaadediyordu. Ve insan bütün dünyevi yolculukların başlangıç noktasında olduğu gibi dönüş noktasındaydı da. Göçebe insanların düşünce ve inanç hamuru herhalde bu iki çizginin kesiştiği, kesişmenin vadettiği güven duygusuyla yoğrulmuştu ve her gittikleri yere bu dikey çizgiyi bir çadır direği gibi taşıyorlardı. Bu olağanüstü hızlı ulaşım çağının sonlarına yaklaşırken, bu güven duygusunun izleri yerinden edilmiş milyonlarca insanın su yüzüne çıkmamış duygularında saklı duruyordur belki de. Göç sadece geride bir şeyler bırakıp denizler aşmak, yabancılar arasında yaşamak demek değil, aynı zamanda dünyanın anlamını yerle bir etmek, en sonunda da insanın kendisini saçma, gerçek-dışı bir dünyaya bırakması demektir. Silah zoruyla olmadığı zamanlar göç, umut olduğu kadar umutsuzluktan da alabilir hızını. Örneğin, bir köy delikanlısına babasının gelenekçi, otoriter baskısı her türlü kaostan daha saçma görünebilir. Köydeki yoksulluk şehirdeki cinayetlerden daha anlamsız görünebilir. Yabancılar arasında yaşayıp ölmek, kendi vatandaşlarından baskı görüp eziyet edilmekten daha az saçma olabilir. Bunların hepsi olabilir. Ama göç etmek her zaman dünyanın merkezini değiştirip düzenden yoksun, yitik, bölük pörçük parçacıklardan oluşan bir dünyaya yola çıkmak demektir.

Diyorum ki sana tüm evler bir taş sırtında oyuklardır tabut kapaklarında yeriz yemeğimizi Akşamyıldızı’ndan bif hiçlik uzanır bakraçtaki süte güğüm günde iki kez boşaltılır bizi ayıran tarlalardan tüten buhardır.

Toprağın mor alın sonbaharda tarandı bir de kıtlık zamanı toprağın metal damarları elle kazındı toprağa dikili kilise saatimizin çarmıha gerili kollan hepsi alındı

Acı yeterince dayanamaz izler yiter kar yağınca terk edişin ak koynuna ben trenlere yazmaya kalktım gerçeği kulağı yoksa bir korku alır dili, sarılır tek sözcüğe tren köprüden geçer kapkara buz kaplar her harfi SAVA nehrim benim.

Ay ışığı kanaldaki su seviyesi kadar keskin ve tan vakti ışığa kavuşan su seviyesiyle yükseliyor kanalda düşünce gemileri kabul et karanlığı gözün gözü görmediği zifiri karanlığın gözleri olduğunu kabul et burada karanlık bir torbaya tıkılmış bir taşa sarılıp suya atılmış, batırılmış karanlık diye bir şey kalmamış burada zaman hep bir tan vakti uyanma vakti devrimci kehanetler vakti ölen anılar vakti sonu gelmez günler vakti oradaysa ateş yakınca gece gelirdi içine kıvrılıp bir yorgan gibi çekirdek karanlığı üstümüze tarlalarda uyuyan hayvan soluklan toprak kadar sessiz ateş kadar sıcaktı o sıcaklık bir daha hiç gelmeyecek diye düşünmenin acısı bile soğuk burada gece unutulmuş sürekli bir tan vakti soğukta düşleyip duruyorum çam iğnesi nasıl yanıyordu bir köpeğin dişleri ardındaki dil gibi

Hudson bütün gece öksürür döşeğinde uyumak isterim köyüm ağaca çakılı bir pösteki coşar ruhumun yeli ufuklardan bir hamak yaparım uykumda doğduğum köyü emer nehrimin kıyılarını ellerim iki kara uskumru yol gösterir doğan güne tut onları gök, tak oltana güneş otlara dokununca mücevher asılırdı dallara pespembe kesilirdi teraslar yol boyu neonlar arasına balkon asıyor şimdi apartmanlar patates kızarıyor bir köşede bir fabrika yün eldivenli eller boşaltıyor bir delik açılmış başparmağımda asmalar yeşil olmuyor burada asma yetişmiyor yüksek gerilim hattında kömür kesen mücevherler ÖLÜM TEHLİKESİ ölü parmaklara takılıyor bırakın böyle öleyim dalların kasları var tepeler ayağa kalkıyor bulutlar bir tasa boşalıyor ormanda yaban domuzları karınları doymuş sıcak ve uykuya dalmış kafamda rulo edilmiş bir top bez her ânın kaydedildiği bir perde ölü gözler üstüne çekilmiş çarşaf açtığım topla dünyayı uzaklaştırıyor düşüyorum izlerin peşine o tanıdık ormanın içinde yeni şehir kalabalığının evsizliğini ilk betimleyip bunun adını koyandır Baudelaire.

“…sürekli ağlaşan evsiz serseri hayaletler gibi.” Şiir değil, ama yargı oldukça genelleyici. Umudu canlı tutan işte bu kayıp duygusudur. Tarihsel olarak görünmez olanı, sanki insanlar tarihten başka bir şey yaşamamış gibi, gözden kaçırmak ne de kolaydır! Yaygın beceri biçimi çoğu zaman gözle görülmez. Arada bir, siyasi eylem söz konusu olduğunda, görünür hale gelir. Başka zamanlarsa o günlük, kişisel hayat mücadelesi verilirken kullanılır. Pratik düzeyde, itişip kakışma ve sıvışma sırasında; ruhsal düzlemdeyse kişiliğini koruyabilmek için insanın içine düştüğü çıkmazlar sırasında. Kitleler, aranan o en yaygın işgücüne sahip kitleler, yaşama ve çalışma koşullarına, yerlerinden edilişlerine bakmaksızın hâlâ bireyler topluluğu olarak kalmakta direniyorlar. Ve bu her kutulanmış bireyselliğin temeli bir eve benzemekte. Ev ile karşılığı bina arasında pek az bir ilişki vardır. Baş üstünde bir dam, dört duvar evin kutsal ve yüreklerde yer etmiş bir kavram oluşunun aksine, evin dünyevileşmiş halidir. Böyle bir dünyevilik ise ekonomik ve toplumsal koşulların: Kira, yoksulluk, aşın kalabalık, şehir planlaması ve mülkiyet konularının kaçınılmaz sonucudur. Yine de en önemlisi, bütün bunlar bir seçme yokluğunun sonucudur. Seçme tarihi olmaksızın hiçbir mekân ev olamaz. Ev diye bilinen geleneksel yerleşme biçiminde, seçim yaşayan belleğin bile ötesinde, atalardan devralınmış olabilir, ne ki her yerleşip ilerleme çabası, iki çizginin kesiştiği yeri seçmekle bunun bir zevk değil, içe doğma meselesi olduğunu kanıtlayan o ilk seçimi sürdürüp tekrar etme çabasıdır. Bugün kadınlara ve erkeklere -uygarlığın henüz ulaşmadığı yerdekiler dahil- açık seçenekler geçmiştekinden çok daha fazla ve çeşitli olabilir, ama bir daha ele geçmemek üzere kaybedilen şey, işte dünyanın merkezi burası, diyebilme seçeneğidir. Yurtlarından edilmişler yine de dönüp dolaşıp kimliklerini koruyacak bir sığınak edinirler. Peki neden inşa edilir bu sığınaklar? Sanırım alışkanlıklardan, o sık sık yinelemenin ham malzemesinden. Alışkanlıklar, sözcükler, şakalar, düşünceler, tavırlar, hareketler ve hatta şapka giyme biçimlerinden oluşur. Fiziksel nesneler ve mekânlar, -bir mobilya parçası, bir odanın köşesi, belli bir bar, bir sokak köşesi- temeli, alışkanlık zeminini hazırlar; ama korunan, insanın kendisi değil, alışkanlıklarıdır. Evi ayakta tutan harç bir çocuk için bile anıdan başka bir şey değildir. Evin içine görülüp dokunulabilir ipuçları -fotoğraflar, hediyeler, ganimetler- yerleştirilir, ama içinde yaşayanları koruyan duvarlar ve tavan gözle görülmez, elle dokunulmaz, biyografiktir. Uygarlığın olmadığı yerlerde ev bir evle değil, bir eylem ya da eylemler kümesiyle temsil edilir. Herkesinki kendine özgüdür. Bir zorunluluk duyulmadan seçilmiş eylemler kendi içlerinde geçici olabilirler belki, ama herhangi bir binadan daha kalıcı ve sağlam sığmaklar sunarlar. Ev o zaman bir mekân olmaktan çıkar, yaşanan bir hayatın anlatılmamış öyküsü olur. En can alıcı noktaysa, evin aslında insanın adından başka bir şey olmadığıdır – birçok kişiye göre de insan adsızdır. Gök mavi kara sığırcıklar açıp kanatlarını vazgeçiyorlar süslenmekten ve cevap yazıyorlar bir mektuba.

Güneş batarken dişleri altına buluyor ve ben et ve tırnak misali yerleşmişim bir kere bu şehire. Yeni gelen göçmenlerin yaşantısı uzun süre önce gelmiş, yerleşik proleter ya da alt-proleterinkinden değişiktir. Bir göçmenin yaşadığı yerinden olmuşluk, evsizlik ve terk edilmişlik, yaygın ve genel bir yaşantının en aşın ucudur! “Yabancılaşma” terimi her şeyi açıklar. (Kendi anayurdunda, kendi evinde, üç arabası, birkaç televizyonu, tenis kortu ve şarap mahzeniyle bir burjuvanın evsizliğinden bahsetmek mümkündür, ama bu sınıfla ilgili hiçbir şey ilgilendirmiyor artık beni, çünkü bu konuda keşfedilecek yeni bir şey de kalmadı.) Evini terk ettikten sonra göçmen, asla iki çizginin kesiştiği bir başka yer bulamaz. Dikey çizgi yoktur artık, ölüler ile arasında bir süreklilik de kalmamıştır; ölüler yok olmuştur, tanrılarsa ulaşılmazdır şimdi. Dikey çizgi hiçbir yere ulaşmayan, yalnız insanın üstüne kapanan bireysel, biyografik bir daireye dönüşmüştür. Yatay çizgideyse ulaşılacak belirli, sabit noktalar kalmamıştır artık, bütün noktalar aralarında hiçbir ilişkinin bulunmadığı, sadece mesafelerden oluşan bir boşluğa yayılmıştır. Bu kayıp tarlalarında ne büyüyebilir? Belki ancak, daha önceleri her köy dünyanın merkezi olduğu zamanlar bile anlaşılmaz kalmış şey. On dokuzuncu yüzyılın başlangıcından bu yana iki yeni umut -yeni bir sığınak vaadiyle- gitgide yaygın bir hal aldı. Umutların ilki tutkulu romantik aşktır. (Örnekleri kütüphanelerden çok arka sokakları doldurur.) Kadın ve erkek arasında olan şeyler bir anlamda tarihin ötesindedir. Tarlalarda, yollarda, işyerlerinde, okullarda sürekli değişimler yaşanır ama bir kucaklaşmada değişen şey çok azdır. Değişiklik tutkunun inşasındadır. İlle de duygular değiştiği için değil, duyguları çevreleyen şeyler -toplumsal tavırlar, yasa düzenleri, ahlak, ahretbilim (eschatology)- değiştiği için olur bu inşadaki değişiklik. Modem anlamda romantik aşk, yerinden yurdundan edilmiş iki insanı birleştiren ya da birleştirmeyi uman bir aşktır. Dostluk, dayanışma, karşılıklı çıkarlar da insanları birleştirebilir, ama bu birleşme hayat ve koşullar öyle gerektirdiği için olur. Çoğunun ampirik bir tabanı vardır. Romantik aşksa kökenleri ve başlangıcı anımsamadan edemez. îlkselliği deneyimden önce gelir. Ve modem çağda böylesine özel bir anlamı olmasını (Novalis’ten Frank Sinatra’ya) işte bu ilkselliğinden alır. Böyle bir aşkın anımsayabildiği kadarıyla, başlangıçta iki cinse bölünüş hayatı kutuplara ayırdı. Erkek ve kadının yaratılışı bir ayrılık, yeni tür bir eksiklik duygusu oluşturdu. Cinsel içgüdü kutupları birbirine çeken çekim enerjisiydi. İnsanın hayal gücü ve belleği oluşur oluşmaz, bu çekime sahip olup sürdürme isteği kendini aşk adıyla sunmaya başladı. Böyle bir aşk bir bütünleşme umudu aşılıyor ve enerjisini gerçeğin can evinden aldığını söylüyordu. Bütünleşme umuduyla birlikte evin tekrar kurulabileceği umudu da gelişti, ama ev o ev değildi artık. İşte bu yüzden, modem çağda evden yoksun olduğumuz zamanlar, aşkın titreşimlerini bir başka zamankinden çok daha yoğun duyarız. Öbür umutsa tarihseldir. Her göçmen yüreğinin derinliklerinde geri dönüşün olanaksızlığını bilir. Fiziksel olarak dönebilse bile, gerçek bir dönüş değildir bu, çünkü göçten sonra öyle derin değişimler geçirmiştir ki! Her köyün dünyanın merkezi olduğu o tarihsel çağa dönmesi de bir o kadar olanaksızdır. Merkezi yeniden yaratmanın tek yolu dünyanın her yerini merkez yapmaktan geçer. Modem evsizlik yalnızca tüm dünyayı içine alan bir dayanışmayla aşılabilir. Kardeşlik oldukça ferahlatıcı bir terimdir; Habil ve Kabil unutulduğu takdirde, her sorunun çözülebilir olduğunu vadeder. Aslında çoğu çözülmezdir ya – ama bu da tükenmek bilmez dayanışma gereksinimini gösterir.

Günümüzde, çocukluğun o ilk dönemleri biter bitmez, başka çağlarda olduğu gibi, ev ev olmaktan çıkar. Bu yüzyıl tüm zenginlik ve iletişim sistemlerinin yanı sıra bir yasaklar yüzyılıdır. Marx’ m da haber verdiği gibi, vaat sonunda gerçekleşecektir belki ve artık o zaman evin koruyuculuğunun değişkeni yalnızca adlarımızda kalmayıp tarih içinde yer alan kolektif bilincimiz olacak ve gerçeğin can evinde yaşayacağız. Her şeye rağmen bunları düşleyebiliyorum. Şunu da eklemeli ki, çağımızda yalnızca kendi hayatlarımızı değil, çağımızın özlemlerini de yaşamaktayız.

John Berger
Ve Yüzleri̇mi̇z, Kalbi̇m, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz