Slavoj Zizek: Soluduğumuz havadan insani yetilerimize kadar her şey bir meta haline geliyor

230

Kafka şöyle yazmıştı: “Biz bir kere şerri kabul edip özümsedikten sonra, artık şer bizden kendisine inanmamızı talep etmez.” İleri kapitalizmde, özellikle de bugün, olup biten de budur: “Şer” günlük pratiğimiz haline geliyor; biz de Şerre değil de Hayıra inanmakta, hayır işleri falan yapmakta serbest kalıyoruz.

Sakınmanın Yolları

Peki, ekolojik tehditler gerçekten de o kadar başa çıkılamaz mı? Liberal kapitalizmin bazı müdafileri çevreci harekete “XXI. yüzyılın Komünizmi” diye dudak büküyor; her ne kadar Marksizm öldüyse de yepyeni yeşil urbalarını kuşanmış çıplak kral bize musallat olmaya devam ediyor, diyorlar. Guy Sorman 2001’de şöyle yazıyor: “Bunlar bildik asilerden değil; Yeşiller, tabiatı insanın üstüne yerleştiren yeni bir dinin rahipleri. Çevre hareketi, cici bir barış ve aşk lobisi değil, devrimci bir güç. Modern zamanların birçok dini gibi, şer diye parmak bastığı ne varsa, bunları görünürde bilimsel bilgi bazında suçluyor: Global ısınma, türlerin tükenmesi, biyo-çeşitlilikte kayıplar, süper-yaban-otları [superweeds]1. Gerçekte bunların tamamı, Yeşil düşgücünün icatlarından ibaret.”2 Sorman’a kalırsa, gerçek problemler, Yeşiller’in irrasyonel anti-kapitalizmi ile şişirilmekte; oysa bunların basit teknik çözümleri var – şüphesiz, bu iddia, bariz bir şekilde yanlış. Ekolojik problemlerle baş etmek için seçimler yapmak, kararlar vermek gerekir –ne üreteceğiz, ne tüketeceğiz, hangi enerji kaynaklarına yaslanacağız– ki bunların toplamı da bir halkın yaşam biçimi demektir. Bunlar, teknik olmak şöyle dursun, sözün en radikal anlamıyla temel sosyal seçimlerdir, fazlasıyla politiktir.

Bu noktada, incelikli bir kapitalizm savunusu ile karşı karşıyayız. Bu savunma, tabiatın kapitalizm tarafından sömürülmesinin problemin bir parçası olduğunu kabul etmekle birlikte; söz konusu problemi, bizzat ekolojik ve sosyal sorumluluğumuzu bir kâr üretme şekline dönüştürmek suretiyle çözmeyi öneriyor – bu, “Doğal Kapitalizm” yaklaşımıdır, postmodern etik kapitalizm diye adlandırabileceğimiz nesnenin son versiyonlarından biri. Bu hareket, nefes kesici maddi gelişmelere yol açan ancak bu sırada Yerküreye dehşetli zarar veren (doğal zenginliklerin tüketilmesi, humus kaybı, türlerin yok edilmesi) birinci Sanayi Devrimi ile kıyaslanabilecek bir üretim devrimini savunmaktadır (fikir babası, Peter Hawken).3 Söz konusu yıkıcı eğilimin verdiği zarara karşı, tüm yaklaşımımızı değiştirmemiz gerekmektedir: Şu ana dek, metaların fiyatı, onların üretiminin tabiata maliyetini göz ardı ediyor ve sadece işbu üretimi mümkün kılacak yatırımı içeriyordu; demek ki, şu ana kadarki refahımız, bir göz yanılgısıydı – çünkü doğal kaynakları hayasızca sömürüyorduk ve gelirimizin kaynağı, öz-kazancımız değil, miras aldığımız servetti. İşte bize miras kalan bu servetin toplamı Doğal Sermayedir: Tabiatin milyarlarca yıllık gelişimi sırasında ürettiği tüm ürünlerdir. Su, mineraller, ağaçlar, toprak ve hava gibi metalarla tüm yaşayan (çayırlar, ormanlar, okyanuslar, vb.) sistemler. Tüm bu doğal ürünler maddi üretimimiz için gerekli yenilenemez kaynakları sağlamakla kalmazlar, hayatımızı sürdürmemiz için olmazsa olmaz hizmetleri de sunarlar bize (atmosferin yenilenmesi, toprağın tazelenmesi, vb.). Öyleyse, birikmiş değer olarak anlayageldiğimiz sermaye mefhumuna, bir sistem olarak Doğanın iktisadi değerini ve bir de, insan kaynaklarının değerini eklememiz gerekmektedir. Böylelikle sermayenin dört biçimine ulaşmış oluyoruz: (1) finansal sermaye (yatırımlar, parasal araçlar); (2) mamul sermaye (makineler ve tüm altyapı); (3) doğal sermaye (kaynaklar, doğal sistemler); (4) insani sermaye (işgücü, zeka, kültür ve organizasyon). Yeşil bitkilerin oksijen üretimi türünden ikame edilemez hizmetlere parasal değer biçmenin zorluğunu (en azından şimdilik) kabul etmekle birlikte yazarlar, cüretkar davranıp, yerküre üzerindeki toplam oksijen üretiminin yılda 36 trilyon dolar mertebesinde olduğunu (ki bu aşağı yukarı dünyadaki brüt üretimin büyüklüğüne eşit), ve global insan sermayesinin, finansal ve maddi sermayenin toplamından üç kez daha büyük olduğunu tahmin ediyorlar. Doğal Kapitalizm görüşü, tüm muhasebe metodlarımızı radikal bir şekilde değiştirmek istikametindedir. Buna göre sermaye mefhumuna öyle yaklaşılacaktır ki, sadece ilk iki şeklinin değil her dört biçiminde de genişletilmiş yeniden-üretimi suretiyle zenginleştirilecektir. Bu, dört temel yoldan yapılabilir: (1) (“Bir uçta kaynak tüketimini yavaşlatırken, diğer uçta çevre kirliliğini azaltacak ve ortalarda bir yerde de iş alanı yaratacak olan”) radikal kaynak üretkenliği. (2) Biyotaklid (endüstriyel sistemleri biyolojik prensipler uyarınca yeniden-tasarlayarak atıkları saf dışı bırakmak). (3) Bir servis ve akış ekonomisi (meta ve edinim terimlerinde ifadesini bulan bir servet algısından, arzulanan hizmetler ve tüm insanlığın tatmini terimleriyle anlaşılan bir değer algısına doğru geçmek). (4) Doğal Sermayeye yatırım (çevreyi iyileştiren ve yenileyen faaliyetlere pazarlar yaratmak).

Sermayenin işbu radikal yeniden-tanımlanışı, ilk bakışta, faydalı sonuçlar yaratacakmış gibi görünse de, üstesinden gelinmez ampirik problemleri de beraberinde getiriyor: Bu yeniden-tanımın asgari işlerliğini sağlamak için bile, inanılmaz derecede karmaşık ve dünya çapında bir devlet kontrol ve düzenleme mekanizmasının devreye sokulması gereklidir (örneğin “doğal metalar”ın fiyatlarının tespiti ve pazara dayatılması amacıyla). Ancak, bundan da temel olmak üzere problem, metanın ve pazardaki mübadelenin biçiminde yatıyor. Doğal Kapitalizm mefhumu yakın zamanlarda Suudi Arabistan’da yayımlanan ilk seks ve evlilik rehberine benziyor bir parça: Bu rehber, modern bir el kitabının şeklini benimsemekle birlikte, içeriği, büyük oranda, geleneksel ataerkil öğütlerden oluşuyor (örneğin karılarını hangi durumlarda ve çok canlarını yakmadan nasıl dövebilecekleri konusunda kocalara nasihatlerde bulunuyor). Hawken söz konusu olduğunda, prosedür ters istikamette çalışıyor: Yeni ekolojik içerik, eski kapitalist biçime sıkıştırılıyor. Metalaştırma aşılmaya çalışılacağına saçma hale gelene dek genişletiliyor, öyle ki sonunda soluduğumuz havadan insani yetilerimize kadar her şey bir meta haline geliyor. Hawken temel kapitalist kalıbı (genişletilmiş yeniden üretim vasıtasıyla kâr edinimi) korur ve onu (ve bizi) bir öz-yıkımdan korumak için uç noktalara dek evrenselleştirilmesini önerirken, problemin yattığı yer bizzat bu kalıptır: Sermaye mefhumunu ne kadar genişletirsek genişletelim, bizzat sermaye denilen nesnenin biçimi, gerçeklik (ürün ve servislerin kullanım şekli) ve finansal dolaşımın gerçeği (kârı yaratan yeniden-üretim) arasında yapısal bir uçurum öngörür; öyle ki bunlardan ilki ikincisine tabidir. Diğer bir ifadeyle, kapitalizmden kurtulmadıkça, sermayeyi gerçekliğin tümünü kapsayacak şekilde genişletsek bile, bu gerçeklik, problemlerimize kayıtsız ve bu nedenle de, rolü kâr üretmeye hizmetten ibaret, genişletilebilir arkaplan olarak işlemeye devam edecektir.

Etik kapitalizm denilen şeye net sınırlar çizen bir diğer unsur da Sermaye’nin özgenişlemisdir. Haziran 2010’da Apple ürünlerinin üreticilerinden Shenzhen’deki (Çin) Foxconn’un (iPad’leri üreten Taiwan sermayeli bir şirket) işçileri arasında, yüksek stresli iş koşullarının yol açtığı bir intiharlar dizisi patlak verdi. Yüksek bir kattan atlayarak hayatına son veren on birinci işçinin ardından şirket bir dizi önlemi devreye soktu4: Zorla, işçilere kendilerini öldürmeyecekleri, depresyona girmiş arkadaşlarını rapor edecekleri, akıl sağlıkları bozulduğunda psikiyatri kliniklerine başvuracakları, vb. vaadler içeren sözleşmeler imzalattı. Sonra, bunun üstüne tüy dikmek ister gibi, dev fabrikasının binalarının etrafına güvenlik ağları koymaya başladı. İşte bu, en saf şekliyle etik kapitalizmdir – bakın, psişik çöküntülerinin nedeni olan sömürücü iş koşullarını değiştireceğine işçilerinin psişik sağlıklarıyla bile ilgileniyor. Anlaşılıyor ki, kapitalizmin “etik” yanı karmaşık bir ideolojik soyutlama ya da imha sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Bilfiil kölelerin ya da çocuk işgücünün kullanıldığı şüphe çekici koşullarda çıkartılan hammaddelerden yararlanan şirketler, fiilen “etik temizlik” pratikleri uygulamaktadır; ki bu, etnik temizliğin iş dünyasındaki gerçek bir karşılığı olarak görülebilir: Malların elden ele dolaştırılması vb. yollarla bu pratikler, materyallerin Batı toplumlarında kabul edilmez sayılan koşullarda üretildiği yerlerden satın alınan hammaddelerin menşeini karartmaktadır.

Çoğumuz için uçuş korkusu, gayet somut bir imgeye dayanır: Modern uçak dediğimiz inanılmaz derecede karmaşık makinenin havada kalabilmesi için kim bilir kaç parçanın sorunsuz calışması gerektiği düşüncesi aklımızı kurcalar – biryerlerde ufacık bir lövye bozulmaya görsün, uçak anında yere çakılabilir. Kişi bir kere, ters gidebilecek ne kadar çok şey var diye düşünmeye başladı mı, mutlak ve başa çıkılmaz bir paniğin de pençesine düşer. 2010 baharında Avrupa’nın başına da benzer bir şey gelmedi mi? İzlanda’daki küçük çaplı bir volkanik patlamanın saldığı toz bulutunun –Yerküre üzerindeki hayatın karmaşık mekanizmasındaki ufacık bir bozukluk– tüm bir kıta üzerindeki hava trafiğini sekteye uğratması, tabiatı dönüştürmeye yönelik muazzam faaliyetlerine rağmen, insanın Dünya denilen gezegen üzerindeki canlı türlerinden sadece biri olduğunu ve başkaca bir şey olmadığını bize hatırlattı. Böyle küçük bir patlamanın feci sosyo-ekonomik sonuçlar vermesi, tam da bizim teknolojik gelişmemizin bir sonucudur: Bir asır önce böyle bir patlama, dikkat çekmeden gelip geçerdi. Teknolojik gelişme bizi tabiattan bağımsızlaştırıyor, ancak öte yandan da, bir başka seviyede, tabiatin kaprislerine daha bir bağımlı kılıyor. On yıllarca önce, insan Ay’a ilk adımını attığında, ilk sözleri “Bir insan için küçük bir adım, ama insanlık için büyük bir adım.” olmuştu. Şimdi, bu volkanik patlamanın bağlamında “Tabiat için küçük bir geri adım, ama insanlık için büyük bir geri adım.” diyebiliriz.

Ekolojik dertlerimizin Tabiat Ana’nın dengeli düzenini bizim bozduğumuz yollu kendini beğenmiş açıklamalara indirgenemeyeceği konusunda Japonya’daki deprem faydalı bir hatırlatma görevi gördü. Tabiat zaten kaotiktir, en vahşi afetleri, anlamsız ve öngörülemez felaketleri yaratmaya eğilimlidir. Bizlerse onun hain kaprislerine acımasızca tabiyiz, bizleri kollayıp gözeten Tabiat Ana diye bir şey yok. Tabiatın dengesini bozuyor filan değiliz, sadece onu sürdürüyoruz. Chesterton şöyle yazmıştı: “Doğaüstü olanı çıkartıp attığınızda geriye kalan gayri-tabiiden başka bir şey değildir.”5 Bu önermeyi onaylamak lazım, ancak Chesterton’ın kastettiği şekilde değil, tersine çevirerek: Onaylamamız gereken şey, tabiatın “gayritabii” olduğu, iç uyumdan mahrum, uçuk kaçık bir olumsal düzensizlikler göstermiş olduğudur. Yanardağlar örneğinde buna bir de, tehlikenin uzaydan değil, bizzat Yerküre’nin içinden, ayaklarımızın dibinden geliyor olması ekleniyor. Kaçacak yerimiz yok.

Çevremize yönelik tehditler konusundaki suçu sevinerek üstlenmekte rahatlatıcı bir şeyler var, ama bu aldatıcı: Bizzat suçlu olmaktan hoşlanıyoruz çünkü, eğer suç bizdeyse, o zaman her şey bize bağlı demektir – eğer felaketleri tetikleyen bizsek, ilkesel olarak, hayat biçimlerimizi bir kere değiştirdik mi kurtulduk sayılır. Kabullenmekte zorlandığımız şey (en azından biz Batıdakiler için), oturup kaderini seyretmekten başka elinden birşey gelmeyen, tamamen iktidarsız bir gözlemcinin edilgen rolüne indirgenmektir. Bu duruma düşmemek için, çılgınca saplantılı etkinliklere kalkışmaya eğilimliyiz –kağıt toplayıp dönüştürmeye, organik yiyecekler satın almaya, falan– böylelikle, bir şeyler yaptığımızdan, bir şeylere katkıda bulunduğumuzdan emin oluyoruz, tıpkı evindeki televizyonun başında bağırıp çağırarak, hop oturup hop kalkarak takımını destekleyen ve bu yaptıklarının her nasılsa sonucu etlkileyeceği yollu bir batıl inanca saplanmış futbol taraftarları gibi.
Doğru, ekoloji konusunda fetişistik reddin tipik biçimi, daha önce de gördüğümüz gibi, “Gayet iyi biliyorum (hepimizin tehdit altında olduğunu) ama buna gerçekten inanıyor değilim (öyle ki, hayat tarzımı değiştirmek gibi gerçekten önemli bir şeyi kabul edeyim)” diye özetlenebilir. Ama bu reddin bir de zıt biçimi var: “Mahvıma neden olabilecek süreci (örneğin bir volkanik püskürme) fiilen etkileyemeyeceğimi gayet iyi biliyorum ama bunu kabul etmek de fazla travmatik kaçıyor, onun için, her ne kadar tamamıyla anlamsızsa da, içimdeki bir şeyler yapma ihtiyacına direnemiyorum.” Çoğumuz organik yiyecek alırken aynı nedenden hareket etmiyor muyuz? Kaçımız o fahiş fiyatlı, yarı çürümüş elmaları yemenin gerçekten daha sağlıklı olduğuna inanıyor? Olay şu ki, bunları satın almakla, herhangi bir ürün almış ve yemiş olmakla kalmıyoruz – aynı zamanda anlamlı bir şeyler yapmış oluyoruz; özen kapasitemizi, global bilinç kapasitemizi gösteriyoruz; kendi eylemlerimizden daha büyük, kolektif bir projeye katılıyoruz. Aynı şey geri-dönüşüm konusunda da geçerlidir: Tabiat Ana’ya faydalı bir şeyler yapmak (özellikle de bu katkı fazlaca efor talep etmediğinden) bize iyi geliyor. Kafka şöyle yazmıştı: “Biz bir kere şerri kabul edip özümsedikten sonra, artık şer bizden kendisine inanmamızı talep etmez.” İleri kapitalizmde, özellikle de bugün, olup biten de budur: “Şer” günlük pratiğimiz haline geliyor; biz de şerre değil de Hayıra inanmakta, hayır işleri falan yapmakta serbest kalıyoruz.
Sonuçta çıkarılacak ders, Stephen Jay Gould ve diğer Darvincilerin verdiği derstir: Tabiatin mutlak olumsallığı. Tabiatta Evrim ya da İlerleme diye bir şey yok: Felaketler, bozulan istikrarlar, hep doğal tarihin parçası; geçmişin pek çok anlarında hayat tamamıyla başka istikametlere sapabilirdi. Temel enerji kaynağımız (petrol) uzak geçmişte yer alan ve hayal gücümüzü aşan boyutlarda cereyan eden bir felaketin ürünü.

Dengeli çoğalmanın, insalığın böbürlenerek müdahale ettigi o canlı yayılımının alanı olarak “Tabiat”ın kendi döngüsel hareketinin vahşice raydan çıkması, insanoğlunun bir fantazisinden ibaret; tabiat zaten bizzat bir “ikinci tabiat”; felaketli kesintilerin ardından bir miktar düzen kurmak için aşmaya çalıştığı bir “alışkanlık”tan ibaret olan o dengesi de, daima ikincil. Eğer Tabiat, bizim anamızsa, kana susamış solgun bir ana olmalı bu.

Gelişmiş ülke çevrecilerinin büyük mantrası olan sürdürülebilirlik kavramını da, hiçbir şeyin heba olmadığı kapalı bir dolaşım fikri üzerine inşa edilmiş bir mit diyerek, korkmadan, reddetmek gerekiyor. Sürdürülebilirlik, düpedüz, Kuzey Kore’nin kurucu lideri Kim II Sung’un, kabaca “kendine yeterlilik ve kendine güven ruhu” diye çevrilebilecek meşum juche fikrinin bizdeki karşılığıdır. Problem şurada ki, tabiat kesinlikle “sürdürülebilir” falan değildir; tabiat, dev ve çılgın bir süreçtir, bu süreç bazen atıklarını, bu atıkların mevzii olarak ortaya çıkan ve kendini örgütleyebilen organizmaların sonradan kullanabileceği bir yerlere yığar (tıpkı, tabiatın muazzam ölçülerdeki bir atığı olan petrolü insanların enerji kaynağı olarak kullandığı gibi). Yakından bakıldığında görülecektir ki, “sürdürülebilirlik”, her zaman, kendi dengesinin maliyetini çevresine zorla ödeten sinirli bir sürecin adıdır. Zengin ve çevre bilinci yüksek bir yöneticinin, bir yanı orman, bir yanı göl, izole yeşil bir vadiye konuşlanmış, güneş enerjisiyle ısınan, atıklarını gübreye çeviren, pencereleri güneş istikametine açılan, sürdürülebilir evini düşünelim, bir an – böyle bir evin maliyeti (sadece finansal maliyeti değil, çevresel maliyeti de) onu büyük çoğunluk için ulaşılmaz kılacaktır. Samimi bir çevreci için, optimal habitat, milyonların dipdibe yaşadığı büyük şehirlerdir: Böyle bir şehir çokca atık, hava ve su kirliliği yaratsa da buradaki kişi başına kirlilik, kırsalda yaşayan, çağdaş ve çevre bilinci yüksek bir ailenin neden olduğundan çok daha düşüktür: Sayın yöneticimiz kır evinden işine nasıl gidip geliyor, acaba? Muhtemelen, evini çevreleyen çayır çimen kirlenmesin diye helikopter kullanıyordur… Günümüz pazarlarında zararlı özelliklerinden arındırılmış bir dizi ürün var: Kafeinsiz kahve, yağsız krema, alkolsüz bira… Bu dizide bir eksik var o da ekolojik versiyon: Sürdürülebilirlik adacıkları yaratmak için global çevreyi kirletme.

Slavoj Zizek
Antroposen’e Hosgeldiniz

1 Genetik olarak değiştirilmiş bitkilerle tozlaşarak zararlı otlara karşı kullanılan ilaçlara olağandışı direnç geliştirmiş yabanıl bitki türleri –ç.n.
2 Guy Sorman, “Behold, Our Familiar Cast Of Characters”, The Wall Street Journal Europe, July 20-21, 2001.
3 Paul Hawken, Amory Lovins, L. Hunter Lovins, Natural Capitalism: Creating the Next Industrial Revolution, New York, Back Bay Books, 2008.
4 “Foxconn ups anti-suicide drive”, www.straitstimes.com adresinde bulunabilir.
5 G. K. Chesterton, Heretics, New York, CreateSpace, 2011, s. 37.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz