1930’lardaki Büyük Buhran’ın tanımlayıcı bir imgesi, kepenkleri kapanmış fabrikaların kapıları önünde yığılmış, gözlerinin önünde duran kanıtlara rağmen iş bekleyen erkeklerin fotoğraflarıdır. Bu fotoğraflar bizi hâlâ rahatsız ediyor çünkü işe yaramazlık kâbusu sona ermiş değil; fakat bağlamı değişti. Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya’nın zengin ekonomileri içinde çok sayıda insan iş istiyor ama bulamıyor.
Büyük Buhran zamanında bireyler, herhangi bir ıslahat planı eliyle mücadele edilemeyen işe yaramazlığın çaresinin kişide yattığına inanıyordu: Çocuklar, hep lazım olmalarını, hep istihdam edilmelerini sağlayacak bir eğitim almalı ve özel bir beceri geliştirmeliydi. Bugün de insanların aradığı zırh bu; ama yine bağlam değişmiş durumda. “Beceri toplumu”nda işsizlikle karşı karşıya olanların pek çoğu eğitimli ve vasıflı; ama istedikleri işler, dünyanın vasıflı emeğin daha ucuz olduğu yerlerine göç etti. Yani artık tamamen başka türden vasıflara ihtiyaç duyuluyor.
Takip eden sayfalarda işe yaramazlık kâbusu ile eğitim ve kişisel oluşumun, yani Almanların deyişiyle kişinin Bildung’unun nasıl bağlantılı hale geldiğini incelemek istiyorum. Bağlantı, daha temel sorular sormayı gerektiriyor: Beceri –daha kapsamlı bir ifadeyle, yetenek– ne demek? Yetenekli bir insan olmak ekonomik değere nasıl dönüştürülür. Bu sorular iktisat, psikoloji ve sosyoloji arasında bir köprü oluşturuyor; kapsamları o kadar geniş ki, yanıtlar bulmayı değil, ancak sorunları netleştirmeyi umut edebiliyorum.
İşe yaramazlık kâbusu ilk modern kavisini kentlerin gelişimiyle aldı. Kentlere göçenlerin ayakları altında işleyecekleri bir toprak yoktu artık. İnsanlar kentlere mülksüz tarım mültecileri olarak, makineleşmiş fabrikaların onları geçindireceği umuduyla taşındı. Ne var ki, temsil edici bir örnek verecek olursak, Londra’da 1840 yılında açık durumdaki her vasıfsız fabrika işine altı erkek emekçi düşüyordu. Modern çağın ilk işe yaramazlık teorisyenleri David Ricardo ve Thomas Malthus idi; Ricardo piyasaların ve endüstriyel makinelerin emeğe duyulan ihtiyacı nasıl azalttığını inceliyor, Malthus nüfus artışının olumsuz sonuçlarını hesaplıyordu. Ne Ricardo ne de Malthus beyni ellerin fazla oluşunun çaresi olarak gördü. Endüstri çağının başlarında çok az sayıda emekçi yüksek öğrenim görebiliyordu; yukarı doğru hareketlilik nadirdi. Ve en aydın reformcular bile kitleler yığınının başka şekilde, işyerinde, işe yarayacak beceriler kazanabileceğine inanmıyordu. Malthus, kendisinden önce Adam Smith’in, kendisinden sonra ise John Ruskin’in yaptığı gibi, fabrika işinin zihni körelttiğini düşünüyordu. Kentler şişiyor, işe yaramazlık büyümenin trajik ama zorunlu bir sonucu olarak görülüyordu.
Modern toplumun gerçek başarılarından biri kitle ile zihinsel arasındaki karşıtlığı kaldırmak oldu. Eğitim kurumları matematik ve okuma-yazma standartlarını Victoria Çağı insanlarının hayal bile edemeyeceği ölçüde yükseltti. Yetenekli fakir oğlanın –ya da nadiren kızın– doktor ya da avukat olma buhran-dönemi hayali bugün adeta alışılmış bir hayal gibi görünüyor. Kaba tahminler, anne babası vasıfsız emekçi olup da kendisi orta sınıfın alt basamaklarına yükselen çocukların oranının Britanya’da ve Amerika’da %20, Almanya’da yaklaşık %15 ve Çin’de yaklaşık %30 olduğunu söylüyor. Bu oran, aşağı doğru hareketlilik ile karşılaştırıldığında çok değil; ama birinci endüstri çağında olduğundan çok daha yüksek.
Bu tartışma götürmez başarılar Ricardo’nun eski önermesini yeni ve acı verici bir biçimde ortaya koymaktan başka bir şey yapmıyor. Beceri ekonomisi çoğunluğu geride bırakmaya devam ediyor; daha açık ifade edersek, eğitim sistemi büyük sayılarda istihdam edilemez eğitimli genç, en azından eğitildikleri alanlarda istihdam edilemez gençler yaratıyor. Ricardo’nun önermesinin modern biçimi, beceri toplumunun ihtiyaç duyduğu yetenek sahibi eğitimli insan sayısının sadece nispeten az olabileceğini söylüyor; özellikle yüksek-finans, ileri teknoloji ve hizmetlerin en gelişmiş alanlarında. Ekonomi makinesi, giderek daralan bir seçkin grubu üzerinden kârlı ve verimli bir şekilde işlemeyi başarabilir.
İşe yaramazlık kâbusunu modern bir tehdit olarak şekillendiren üç kuvvet var: küresel emek arzı, otomasyon ve yaşlanmanın yönetimi. Bunların hiçbiri de tam olarak ilk bakışta göründüğü gibi değil.
Basın, küresel emek arzının işleri zengin yerlerden yoksul yerlere taşıdığıyla ilgili korku öyküleri yazarken, öyküyü genellikle sadece ücretler açısından bir “dibe doğru yarış” olarak sunuyor. Kapitalizmin emeği nerede ucuzsa orada aradığı söyleniyor. Bu öykü yarı-yanlış. Bir tür kültürel seçilim de söz konusu, o yüzdendir ki işler ABD ve Almanya gibi ücretlerin yüksek olduğu ülkeleri terk edip, vasıflı, hatta bazen yaptıkları işler için fazlasıyla nitelikli işçilere sahip olan düşük ücretli ekonomilere göçüyor.
Hindistan’daki çağrı merkezleri iyi bir örnek. Bu merkezlerde işler en az iki dil bilen kişilerce yapılıyor; bu insanlar İngilizcelerini o kadar ilerletmişler ki, arayan kişi Hartford ile mi, Bombay ile mi konuştuğunu anlamıyor. Pek çok çağrı merkezi işçisi iki yıl ya da daha uzun süre üniversite eğitimi almış; dahası, işbaşında da iyi bir eğitim almış durumda. Hindistan’daki çağrı merkezleri “esnek öğrenme”yi vurguluyor. Bu, kişinin en olası soruları hızla yanıtlayabilmesini sağlayacak kadar çok bilgi sahibi olması, böylelikle bir çağrıyı hızla yanıtlayıp diğerine geçmesi anlamına geliyor. Merkezler işçilerini “insan kaynakları” alanında da eğiterek, çağrı merkezini arayan kafası karışmış kişiye, örneğin, sabırsızlığın hiçbir zaman hissettirilmemesini sağlıyor. Hintli işçiler, (Hindistan’ınkine yakın standartlarda çalışan İrlanda ve Almanya hariç) Batı’daki çağrı merkezi işçilerinden hem daha tahsilli hem daha eğitimli. Son derece yetenekli insanlara bu iş için aslında tiksindirici ölçüde düşük ücretler ödeniyor.
Küresel Güney’e göçmüş olan bazı endüstriyel işlerde de buna benzer bir fenomen ortaya çıkıyor. Meksika’nın kuzey sınırındaki otomobil ara-montaj fabrikaları çok şey anlatan bir örnek. Bu fabrikalardaki en rutin işler genellikle montaj hattında çalışmak için oto-kaporta dükkanlarını bırakmış son derece becerikli araba tamircileri tarafından yapılıyor. Meksika maquiladoralarındaki* montaj hattı emekçileri, daha Kuzey’de usta ya da ustabaşı olabilecek nitelikte.
Küresel Güney’in insanın canına okuyan atölyelerinde çalışmak için evini ve okulunu bırakan çocuklar, dibe doğru ekonomik yarışın en korkunç imgesi. Ama bu yanlış değilse de eksik bir imge. Emek piyasası bir yandan da ucuza yetenek arıyor. Yaptığı işe göre fazla nitelikli olan işçiler, işverenlere gelişmiş dünyada ne kadar cazip geliyorsa, küresel Güney’de de o kadar cazip geliyor. Bu yetenekli işçilerin problem çözmede ne kadar başarılı olduğu özellikle iş rutinlerinde bir sorun olduğunda ortaya çıkıyor.
Bu işleri kabul eden insanlar genellikle gayet girişimci oluyor. Meksika maquiladoralarındakí montaj hattı işçileri birkaç yıl boyunca sabit bir ücretle çalıştıktan sonra kredi alabilecek duruma gelebiliyor ve bu sayede bankalara gidip kendilerine küçük bir iş kurmak için faizle borç alabiliyorlar. Kredi teşviki Hindistan’da bu kadar güçlü değil. Hindistan’da itici güç, girişimci taşeronluk. Hindistan’daki çağrı merkezlerinde eğitim aldıktan sonra büyük yabancı firmalardan çağrı merkezi işlerini taşeron olarak alan küçük işyerleri kurmuş pek çok işçi var.
Tabii bunu bir bütün olarak ele almak önemli. Küresel Güney’deki işlerin büyük kısmında mülksüz tarım emekçileri istihdam edildikçe, küçük bir iş kurma umudu pek çok insan için –Hindistan, Meksika, Çin ve Endonezya’da yeni kurulan küçük işyerlerinin sayısı geçtiğimiz on yılda neredeyse katlanarak artmış olsa da– sadece bir umut olarak kalacak. Vurgulanması gereken şey şu: Bunlar Ricardo’nun insanları değiller. Bu insanlar sırf sisteme katıldıkları ve sistemden çıkarları olduğu için kurban olarak sınıflandırılamazlar.
Bunu vurgulamamın nedeni evdeki sonuçları. Bu insanlar Kuzey’deki emsalleri kadar kazanmasalar da onlardan daha yüksek bir statüye sahipler. Motivasyonlarının ve aldıkları eğitimin bileşimi, yani Bildundg’ları, işverenler için özel bir çekicilik oluşturuyor. Evde, istediğini ekle edemeyen insanların rekabet edebilmek için insan sermayesini artırması gerekiyor ama bunu çok azı yapabiliyor; yabancı emsalleriyle rekabet edemeyince de artık onlara ihtiyaç duyulmaması sorunuyla karşı karşıya kalıyorlar. İşe yaramazlık kabusu burada yabancı korkusuyla kesişiyor, ki bu korkunun etnik köken ya da ırkla ilgili basit önyargılardan oluşan kabuğu altında, yabancıların hayatta kalma yarışı için daha iyi silahlanmış olabileceği kaygısı bir yara gibi işliyor. Kaygının gerçekte belli bir zemini var. Küreselleşme, başka şeylerin yanı sıra, insan enerjisi kaynaklarının yer değiştirmekte olduğu ve halihazırda gelişmiş olan dünyada yaşayanların bu yer değiştirme sonucunda dışarıda bırakılabileceği şeklinde bir algılamayı da ifade ediyor.
İkinci işe yaramazlık kâbusu otomasyonda saklı. Makinelerin insanların yerine geçeceği korkusu çok eskilerden geliyor. Buharla çalışan ilk dokuma tezgâhlarının ortaya çıkışı Fransız ve Britanyalı dokumacılar arasında ayaklanmalara neden olmuş, XIX. yüzyılın sonuna gelindiğinde ise insanların yaptığı karmaşık işlerin makineler tarafından yapılmasıyla insanların “vasıfsızlaşacağı,” düşük ücretli, rutin görevlere indirgeneceği pek çok çelik işçisi için acı verici şekilde aşikâr hale gelmişti. Oysa, geçmişte, otomasyon tehdidi abartılmıştı.
Sorun makinelerin tasarımında ve gelişiminde yatıyor. Kendimden bir örnek vereyim. Endüstriyel tasarımcı olan büyükbabam on altı yıl boyunca (1925’den 1941’e kadar) bir milimetre hassasiyetle çalışan bir robot kol prototipi üzerinde çalıştı: Bu ileri teknoloji ürünü makine için gereken çarklar ve kasnaklar bir servet değerindeydi ve robot kolun sürekli yeniden ayarlanması gerekiyordu. İşvereni, büyükbabama bir servet harcadıktan sonra vasıflı insan parmaklarının daha ucuz olduğuna karar verdi. Bütün endüstriyel tasarım alanında aynı şey yaşandı. Üretim sürecinin büyük kısmının ya da tümünün makineler tarafından gerçekleştirildiği hakiki otomasyonun sağladığı tek gerçek tasarruf, elektrik kabloları ve metal borular gibi ürünler üreten büyük hacimli, ağır endüstrilerde gerçekleşti.
Bilgisayar ve mikroelektronik alanında yaşanan devrim sayesinde büyükbabamın robot kolu artık ekran üzerinde hızlı ve etkili bir şekilde tasarlanabilecek bir alet; büyükbabamın tasarladığı karmaşık, hassas çark ve kolların yerini mikroişlemciler aldı. Hizmet işlerinde otomasyon, eskinin bilimkurgusunu bugün teknolojik gerçekliğe dönüştürdü. Akıllı telesekreterlerden –gelecekte çağrı merkezlerini bekleyen otomasyon tehdidi– ya da arka-büro muhasebesi, stok yönetimi ve tezgâh-önü satışı dönüştürmüş olan barkod okuyuculardan bahsediyorum. Elektronik, ayrıca, kalite kontrolünün otomasyonunu da mümkün hale getirdi; insan gözünün yerini daha hassas olan lazer algılayıcılar aldı.
İmalatçılar bu teknolojileri belirli bir şekilde kullanıyor. Otomasyon. makinelerin hızla yeniden ayarlanabilmesi sayesinde, imalatçıların hem talepteki değişiklilere hızlı bir şekilde yanıt vermesine hem de talep düştüğünde hızlı dönüşler yapmasına ve böylelikle stokları düşük tutmasına izin veriyor.
Otomasyon, verimlilik vasıtasıyla kazanç elde etmeyi ve emekten tasarrufu artık hakikaten sağlıyor. İşte iki örnek: 1998 ile 2002 yılları arasında Sprint Corporation ileri ses tanıma yazılımı kullanarak verimliliğini % 15, gelirlerini ise her yıl %4.3 artırırken, bu dört yıllık dönem içinde ödediği maaşlarda toplam 11.500 işçinin maaşı tutarında kesintiler yaptı. Ağır sanayide, 1982 ile 2002 yılları arasında ABD’de çelik üretimi yılda 75 milyon tondan 102 milyon tona çıktığı halde, çelik işçilerinin sayısı 289.000’den 74.000’e düştü. Bu işler başka ülkelerde yapılmamıştı; büyük kısmı, karmaşık makineler tarafından yapılmaya başlamıştı.
Yani modern işçiler otomasyon kaynaklı işe yaramazlık kâbusu ile sonunda yüz yüze.
Sosyologlar, geçmişte, otomasyona kafa yordukları zamanlarda, ellerin yerini makineler aldığında beyaz-yakalılar için ve hizmet sektöründe yeni ya da daha fazla iş yaratılacağını düşünüyordu. Bu inanç Daniel Bell ve Alain Touraine tarafından ayrı ayrı geliştirilen “sanayi sonrası” tezini şekillendirdi.2 Makinelerin elli yıl önceki hali düşünüldüğünde bu yer değiştirme fikri mantıklıydı; uygulamada ise bu makineler sadece mekanik işlerde kullanılabilirdi.
Bunlar ne tür makinelerdi? Saat yapımcısı Jacques de Vaucanson XVIII. yüzyıl ortalarında mekanik bir flüt çalar ürettiğinde, robotun büyüleyiciliği canlı bir insana benzerliğinde yatıyor görünüyordu. Otomasyon teknolojisinin büyük bölümü günümüzde hâlâ Vaucanson’ın yolundan giderek insan sesini ya da insan kafasını –olağandışı “gördüğü” herhangi bir şeye dönen ve odaklanan akıllı gözetleme kameralarıyla– taklit etmeye odaklanıyor. Fakat diğer teknolojiler, en başta da hiçbir insanın ulaşamayacağı hızda çalışan bilgisayar teknolojileri, insana öykünmüyor. İnsan ellerinin yerini makinelerin alması imgesi bu yüzden bütünüyle doğru değil: Çalışma analisti Jeremy Rifkin’in gözlemlediği gibi, işe yaramazlık alanı, makineler insanların yapamadığı ekonomik değerde şeyler yaptıkça genişliyor.
Küresel iş göçü ve hakiki otomasyon, emeğin tamamını değilse de bir kısmını etkileyen özel örnekler. Yaşlanma, çok daha kapsamlı bir işe yaramazlık alanını tanımlıyor. Herkes yaşlanır ve güçten düşer, verimlilik açısından baktığımızda hepimiz bir gün işe yaramaz hale geleceğiz. Ne var ki, bir işe yaramazlık ölçütü olarak yaş, modern ekonomide iki şekilde ince ayardan geçirildi.
İlki safi önyargıyla yapıldı. 1990’ların başında reklam dünyasından insanlarla görüşmeler yaptığımda deneklerim otuzlarına geldiklerinde “inişe geçmiş,” kırk yaşına geldiklerinde ise “yarışın dışında” olacaklarından endişe ediyorlardı. Başı çeken şirket diğerlerinden daha yaşlı olan çalışanlarını gerçekten de yolundaki bir engel, yavaşlatıcı unsur, enerji kaybı olarak görme eğiliminde. Yaşla ilgili önyargı, reklamcılık ve medyada, insanların toplumsal cinsiyet konusundaki görüşleriyle birleşiyor: Orta yaşlı kadınlar bilhassa şevksizlikle damgalanıyor; bu birleşmiş önyargı finans hizmetleri alanında da ortaya çıkıyor.
Yaş ayrımcılığı çok açık bir paradoks barındırıyor. Modern tıp geçmiştekinden daha uzun yaşamamızı ve çalışmamızı mümkün kılıyor. 1950’lerde elli beş, altmış yaşında emekli olmak mantıklıydı çünkü ortalama bir erkek işçi genellikle ancak yetmişlerinin başına kadar yaşıyordu. Günümüzde Amerikalı erkeklerin %50’si seksenlerinin ortalarına kadar yaşıyor ve yetmişli yaşlarının başlarında çoğunun sağlığı yerinde oluyor. Emeklilik yaşı eski standartlarda tutulduğu için günümüzde erkekler verimli bir şekilde istihdam edilebilecekleri ama edilmedikleri bir on beş, yirmi yıl geçiriyor. Tükenme, işin karakterine, işçinin fiziksel durumundan daha uygun düşüyor. Orta yaşlı bir adamın küresel döviz ticareti işinde günde on iki saat çalışması –ailesi ya da başka ilgi alanları olmadığı sürece– fizyolojik olarak kesinlikle mümkün.
Bir becerinin ömrünü düşündüğümüzde yaş, yetenek sorununa daha doğrudan temas ediyor. Eğer bir mühendisseniz, üniversitede öğrendiğiniz becerilerden kaç yıl faydalanırsınız? Bu süre giderek azalıyor. “Becerilerin tükenişi” sadece teknik işlerde değil, tıpta, hukukta ve çeşitli zanaatlarda da hızlanıyor. Bilgisayar tamircileriyle ilgili bir tahmin, bilgisayar tamiri becerilerini çalışma yaşamları boyunca üç kez yenilemeleri gerektiği yönünde; bu rakam doktorlar için de hemen hemen aynı. Yani, bir beceri edindiğinizde, elinizde ömür boyu sahip olacağınız bir şey olmuyor.
Burada emek piyasası ekonomisi işin içine bilhassa yıkıcı bir şekilde giriyor. Bir işveren ya elli yaşındaki birini zamana ayak uydursun diye yeniden eğitecek ya da gelecek vaat eden, zamanın hızına ayak uydurabilen bir yirmi beşliği işe alacak. Üstelik gelecek vaat eden ufaklığı işe almak çok daha ucuza gelecek; çünkü hem daha yaşlı olan çalışanın taban ücreti daha yüksek olacak, hem de çalışanları yeniden eğitmek için uygulanan programlar zaten kendi başına pahalı operasyonlar.
Bu, birinin yerine diğerini koyma sürecinde bir toplumsal pürüz daha var. Yaşlı çalışanlar işverenlerine karşı genç işçilere nispeten daha tenkitçi ve temkinli olabiliyorlar. Gönderildikleri eğitim programlarında yaşlı işçiler, tıpkı yetişkin öğrencilerin okulda yaptığı gibi, sunulan becerilerin değerini ve öğretiliş biçimini, kendi geçmiş yaşantıları ışığında muhakeme ediyorlar. Deneyimli işçi öğrendiği şeyin değerini kendi geçmişi açısından yargılayarak anlamını karmaşıklaştırıyor. Jön Türk klişesiyse genç işçilerle ilgili yapılmış pek çok çalışmayla yanlışlanmış bir klişe: Bir firmada deneyime ya da bir mevkie sahip olmayan genç işçiler basiretli davranabiliyor ve bir işyerindeki koşullardan hoşlanmadığında direnmek yerine çekip gidebiliyorlar. Sırtlarındaki aile ya da toplum yükü daha az olduğundan bu kapı onlara açık. Böylelikle, firmalarda, çalışanlar arasında yaşa bağlı önemli bir farklılık oluşuyor; iktisatçı Albert Hirschmann bu farklılığın iki tarafına “çıkış” ve “ses” adını vermiş. Daha uysal olan genç işçiler bağlantılar koptuğunda çıkıp gitmeyi tercih ediyor; daha tenkitçi olan daha yaşlı işçiler hoşnutsuzluklarını dile getiriyor.
Hirschmann’ın bütün firmalarda bulunduğunu düşündüğü bu ayrım aslında en çok, şirkette enine boyuna düşünmeye ve ölçülü içebakışa tahammülü olmayan yeni firmalar açısından önem taşıyor. Esnek firmalar çalışanlardan durmadan yer değiştirmesini beklediğine ve hizmeti ve uzun ömürlülüğü ödüllendirmediğine göre, işverenin seçimi açık; daha genç olan hem daha ucuz hem de daha az sorunlu. Çalışanlarının becerilerine uzun vadede yatırım yapan pek çok firma genellikle daha geleneksel türden örgütler. Hirschmann’ın görüşü, bu tür yatırımların özellikle, sadakati bir şirket değeri sayan firmalar tarafından yapılacağı yönünde.
Toplumsal kapitalizmin yapılarını terk eden firmalarda genç yeteneğe odaklanmanın personel açısından sonucu, deneyim arttıkça değerinin düşmesidir. Yaptığım görüşmelerde, deneyimi küçümsemenin, bundan meslekî çıkarı olan danışmanlar arasında dikkati çekecek ölçülere ulaşmış olduğunu gördüm. Değişmekte olan kurumlarda yaptıkları çalışmalar, birikmiş kurumsal bilgileri hızlı değişimin önünü kesiyor görünen yerleşmiş çalışanlardan şüphe etmelerini gerektiriyor. Elbette danışmanların hepsi tek vücut değil; örneğin Boston Danışmanlık Grubu, beceri ile deneyim arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu, şimdilerde yaptığı işlerin büyük çoğunluğunda kabul ediyor. Ne var ki, 1990’lardaki ani yükseliş, örneğini BBC’deki –Georgina Born’un tarif ettiği– müdahalede bulan daha yüzeysel, tepeden inme danışmanlık biçimlerini meşrulaştırdı. Bu danışmanlık türünde “beceri” kişinin yapmayı öğrenmiş olduğu şeyi yapmasından çok, yeni bir şey yapabilme yeteneği olarak tanımlanır hale geldi. Ani bir değişim tasarlayan danışman, yeni ekonomiyle gelişen ideal benliğinin kilit öneme sahip bir özelliğine başvurmak zorunda: Feragat etme, yerleşik bir gerçekliği terketme kapasitesi.
Deneyim arttıkça değerinin düşmesi formülü, eskiye nazaran yumuşamış olan günümüz ekonomisinde daha derin bir gerçekliğe sahip. Becerilerin tükenişi, teknolojik gelişimin eskimez bir özelliği. Otomasyon, deneyime kayıtsız. Piyasa güçleri, çalışanları yeniden eğitmektense taze becerileri ucuza satın almayı sürdürüyor. Ve küresel güneydeki ehil işçilerin kullanılmasını, küresel kuzeydeki işçi sahip olduğu deneyimi öne sürerek durduramaz.
Bu koşullar bir araya geldiğinde, işe yaramazlık kâbusu bugün pek çok insanın yaşamında maddi bir gerçeklik olarak beliriyor. Bildiğimiz eski “beceri” fikri bunların üstesinden tek başına gelemez. Bunlarla başa çıkabilecek beceri türünü ele almadan önce bu ekonomik genel bakışı kamusal alana bağlamam gerekiyor.
treestar
İşe yaramazlık kâbusu refah devletini –kabaca, ihtiyacı olanlara yardım eden devleti– içinden çıkılması güç bir duruma sokar. Refah devleti bir kenara atılmış insanlara ne sunacak?
XX. yüzyılın sonlarında işe yaramazlık kâbusuna verilen tepkiler fayda etmedi. Kaliteli, meslekî yeniden eğitim programlarının bulunduğu Britanya ve Almanya gibi ülkelerde bile, otomasyondan kaynaklanan işsizliğe çare bulmanın güç olduğu görüldü. XX. yüzyıl refah devleti otomasyon konusunda beceriksizce davrandı çünkü politika saptayıcılar hayal gücü arızasından mustaripti. Planlamacılar, otomasyonun üretim sürecinin doğasını nasıl temelden değiştirebileceğini anlayamadılar. Örneğin çelik endüstrisinde, dökümhanenin küçülmesine yol açan nedenler, ofis çalışanlarının sayısını da azalttı. Bu dönüşümün azametinden korkan devlet sorunla ilgilenmekten kaçınırken, sendikalar geleceğin işgücünü şekillendirmekten ziyade mevcut işçilerin işlerini korumaya odaklanarak meseleyi tüm yönleriyle düşünmeye karşı koydular. Automation House’un kurucusu, Amerikalı işçi temsilcisi Theodore Kheel, vahşi topraklardaki bir peygamber gibi konuştu ve Batılı hükümetlere hakiki otomasyonun tek “çaresi”nin, eskiden ücretsiz olan çocuk bakımını ve kamu hizmeti cezası yoluyla yaptırılan işleri ücretli hale getirmek olduğunu söyledi.
Refah devleti yaş sorunuyla başa çıkma konusunda da eşit derecede beceriksiz çıktı. XX. yüzyılda kamu tarafından finanse edilen emeklilik ve sağlık sigortalarının gelişmesi, refah hizmetlerinin daha genç kuşaklardan daha yaşlı kuşaklara kaydırılarak servetin yeniden dağıtılması olarak anlaşılabilir. Şimdi, yaşlı insanların artan yaşam süresi ve de gelişmiş ülkelerde doğum oranlarının düşmesi nedeniyle sisteme ödeme yapan işçi sayısının azalması, servetin bu yeniden dağıtımını zora sokuyor. Sağlık hizmetleri açısından baktığımızda bugün sağlığa ayrılan kaynaklardan aslan payını yaşlılar alıyor. Tam da bu yüzden sistem, herkesin bildiği üzere, finansal açıdan sürdürülemez hale geldi. Bu batakta, yeni kapitalizmin yaş ethosu temel bir rol oynamak üzere oyuna dahil oluyor. Bu ethos, muhtaç durumda olanların meşruluğunu aşındırıyor. Genç işçiler üzerinde yapılan yeni çalışmalar, gençlerin büyükleri için ödeme yapmak zorunda olmaya içerlediklerini gösteriyor ve ileri yaşıma rağmen ben bile buna içerlemelerini anlıyorum: Servet yeniden dağıtılırken gençlere oy hakkı verilmedi.
Kültürel tutumlar, nihayetinde, kamu alanının işe yaramazlık kâbusuyla başa çıkmasını engelledi. “Yeni insan” bağımlılıktan sakınmakla övünüyor ve refah devleti reformcuları bu tutumu model alıyor; herkes kendi kendinin tıbbi danışmanı ve emeklilik fonu yöneticisi oldu. Pratikte bu durum, tıpkı özel işletmelerde olduğu gibi, kamusal sorumluluğu azaltıyor. Fakat bunu yaparken, eşit derecede katı bir hakikati görmezden geliyor: İşe yaramazlık bağımlılığa, yetersizlik muhtaçlığa yol açar.
Kathleen Newman ve benim gibi araştırmacıların görüştüğü denekler arasında bu durumdan en çok etkilenenler, eski şirket kültüründen kopmuş, yenisinde kendine bir yer bulmakta güçlük çeken, orta sınıf, orta yaşlı erkeklerdi. Bu insanların sorunlarını anlayabilmek için, durumlarını duygusal bir yaklaşımla ele almamak önemli. Newman’ın ve benim görüştüğümüz insanlardan çok azı kendine acıyordu. Pek çoğu birer danışman gibi davranan bu insanlar önlerine çıkan ve onları sorunun çözümüne götürebilecek her ipucunun peşine düşüyorlar; içlerindeki, Newman’ın deyişiyle, “düşme korkusu”, çoğunun üstesinden gelmeye kararlı olduğu bir şey. Fakat bu marjinal erkekler kendi cemaatleri içinde görünmez oluyorlar. İşe yaramazlık meselesini gündeme getirmekten korkan diğerleri onlara fazla soru sormaktan kaçınıyor. Orta yaşlı bir bilgisayar programcısının dediği gibi. “Arkadaşlar futboldan ve çocuklardan konuşup, işle ilgili konulara girmekten kaçınıyor.” Bu marjinalleşmiş erkekler eskiden çalıştıkları firmada geliştirmiş oldukları ilişki ağlarını değerlendirmeye çalıştığında “sanki hiç kimse seni tanımıyor” diyor bir başkası. Bu insanların marjinalliklerini çevreleyen sessizlik, Amerika’nın en büyük toplumsal tabusuna; başarısızlığa, dile getirilmeyen konumuza işaret ediyor.
Görüştüğümüz insanların çoğu yardıma ihtiyacı olduğunu biliyor ama bu yardımın ne şekilde yapılabileceğini bilmiyor. Kamu kurumları aşağı doğru hareketli olanlarla ilgilenmeye aslında uygun değil. Refah devleti kesin olarak işsiz olanlar için tedarikli; bu görüştüğümüz insanlar ise genellikle eksik istihdam ediliyor ve bu yüzden de hesaba katılmıyor. Eksik istihdam ya da yarı-istihdam biçimdeki marjinallik, fenomen yeterince gerçek olduğu halde, istatistiksel hesaplamalara dahil olmayan insan kaynakları konusunda sorular doğuruyor: Bir tahmine göre ABD’de ellili yaşlarındaki erkeklerin beşte biri eksik istihdamdan mustarip. Bu yaş grubundaki kadınlar için elimizde bir rakam yok; fakat genel olarak kadın işçilerle ve özel olarak da orta yaşlı kadın işçilerle ilgili önyargılar düşünüldüğünde, kadınlarda eksik istihdamın erkeklerdekinden daha az olmayacağı kesin.
Eksik istihdam meselesi, kamusal alandaki daha genel bir sorunu gündeme getiriyor. Refah politikalarıyla ilgili tartışmalarda genellikle bir düşkünlük retoriği kullanılıyor, kaybedilen yaşamlardan vs söz ediliyor; reforma giden en basit yol, bağımlılık ile bağımsızlık arasında tam bir karşılaştırma yapmak. Fakat işe yaramazlık ve marjinallik karşımıza grinin pek çok tonunda çıkıyor. Bu tonları hesaba katmayarak devlet, görece muhtaç, bir ölçüde bağımlı olanların nasıl destekleneceği meselesinden, bu çetrefil sorundan kaçınıyor. Oysa bu çetrefil meseleleri ele alan politikaların şu anda olduklarından çok daha ayrıntılı olması ve incelikle ayarlanması gerekiyor. Konuyu soyut bir şekilde ifade edecek olursak, bir refah devleti, bağımlılığı, marjinalliği ve ihtiyacı mutlaklar olarak ele alarak kendini sadeleştirebilir.
Bu kitabın sonunda, kamusal alanın işe yaramazlığın belirsizliklerini nasıl kucaklayabileceğinden bahsetmek istiyorum. Buna zemin hazırlamak için, insanların yeteneklerini tanımlayan iki kilit terimi daha açık bir şekilde incelemem gerekiyor: zanaatçılık ve meritokrasi.
Yeni Kapitalizmin Kültürü
İngilizceden çeviren: Aylin Onacak