Gözle Görülür, Anlaşılır Otorite – Richard Sennett

Otorite sahibi olmanın bir hedefi vardır: İktidarı, güç imgelerine dönüştürmek. Bunu gerçekleştirirken insanlar genellikle açık ve basit imgeler arar. Ne kadar mantıklı olursa olsun, açık ve belirgin otorite imgesi arayışı tehlikeleri de beraberinde getirir.

Bir tiranın insanlara aşılayabileceği ve insanları baskı altına alabilecek en olumsuz inançlardan biri, yaptığı her şeyin açık ve bariz olduğu inancıdır. Bakın, yaptığım her şey açık, her şey birbiriyle uyumlu ve gizli bir şey yok. Başka bir deyişle, bana nasıl karşı çıkabilirsiniz ki? Tarihçi Jacob Burckhardt modern dönemin tiranlarını “kaba birer basite indirgeyici” olarak tanımlar; otoriter dediğimiz rejimler bu formüle uymaktadır. Führer ve Duçe, yasal devlet düzeninin yetenekli yöneticileri olmaktan çok, güçlü kişi imgesinin somutlaşmış biçimleriydi. Bir insan, büyük bir bürokrasi aygıtının olamayacağı bir biçimde, aynı anda hem basit, hem açık, hem de güçlü olabilir. Basitliğin erdemlerine dayanarak otoriter liderler, yalnızca kişilik gücüyle yönetebilmek amacıyla, devletin olağan mekanizmasını yıkabilir ya da bir kenara atabilir. Mussolini bir arkadaşına yazdığı mektupta, “önündeki çalıları temizlemek” için yaptığı mücadeleden esefle söz etmektedir:

Birbiriyle çatışan, birbirini kıskanan, birbirine güven duymayan insanlar, hükümet, parti, kral, Vatikan, ordu, milisler, valiler, taşra örgütü liderleri, bakanlar vb. arasında bir denge oluşturmak için ne kadar çaba harcadığımı bilemezsin.
“Ben güçlü bir adamım” diyordu Mussolini; “çünkü, ayağımın altındaki bu otlara takılıp düşmem.” Mein Kompfta [Kavgam] Hitler, otoritenin açık bir imge sunmasının yararını şöyle anlatmaktadır:

Halkçı dünya görüşüne dayalı yeni hareketin yerine getirmesi gereken ilk görev, devletin doğasının ve amacının değişmez ve açık bir karakter kazanmasını sağlamaktır: .. Bu nedenle, üstün bir insanlığın oluşmasının ön koşulu devlet değil ulustur…
Bürokrasinin “kokuşmuş” batağından sivrilen bu kişiliğin karşısında, onun harekete geçirdiği avam vardır. Avam bu kişiye hararetle inandıkça, kişi tüm dağınıklık ve küçük hesapçılıklarını aştığı bu kurumlara kayıtsız kalmayla başlar. Siyaset bilimci Juan Linz’in belirttiği gibi, totaliter rejimlerin başarısının anahtarı, daha yüksek ve daha açık seçik bir düzen adına vatandaşların kafasına olağan yönetim süreçlerine karşı bir kayıtsızlık aşılamaktadır.

Öyleyse bu, belirli milletlerle sınırlı olmayan bir tehlikedir; halkın açık seçik güç imgeleri görmek istemesinde yatan bir tehlikedir. Büyülü bir düşünce, gücü hem açık seçik bir güç haline getirip hem de insanları özgür kılamaz. İktidar bu karmaşıklıktan ancak kendisi hakkında yalanlar uydurarak sıyrılabilir. Gene de netleştirme dürtüsü başlangıçta hastalıklı değildir. Egemen güç imgeleri tatminkar olmaktan o kadar uzaktır ki, modern toplumdaki bu dürtü rasyonel ve zorlayıcıdır. Paternalist gücün vaatleri aldatıcı ve aşağılayıcıdır: Kendini bana teslim et, ben sana bakarım; sana nasıl bakacağımı ben bilirim. Özerk bir kişinin gücüyse hiçbir bakım güvencesi vermez: Senin bana ihtiyacın var, benim sana yok; öyleyse kendini bana teslim et.

Yakın kişisel ilişkilerdeki otorite bunalımları, insanların karmaşıklık duygusunu yitirmeden güç imgelerini netleştirme çabalarından doğar. Bu yakın kişisel ilişkiler konusundaki bilgilerin özü otorite ve zaman arasındaki bağdır. Hiç kimse ebediyen güçlü değildir; anne babalar ölür, onların yerini çocukları alır; yetişkinler arasında aşk ölümsüz değildir; otorite, değişmez bir durum değil, büyüme ve ölüm ritminin yönettiği, zamana bağlı bir olaydır. Güç ve zaman arasındaki bağın bilincinde olmak, hiçbir otoritenin her şeye gücü yetmeyeceğini bilmek anlamına gelir. David’in’ Serment des Horatu adlı tablosu bu bilginin betimlenişine bir örnektir: Ölmekte olan baba, oğullarından, yaşamını adadığı mücadeleyi sürdürmelerini ister. Oğulları buna yemin ederler; daha sonraysa, değişen koşulların babalarına verdikleri sözü yerine getirmeyi olanaksız kıldığını görürler. Toplumsal alanda, bu tür yanılgılarla karşılaşılması biçimindeki acı gerçeğe ilişkin olarak Hegel önemli olanın, bu yanılgıyı kimin nasıl fark edeceği olduğunu belirtir. Bunu uşak fark etmelidir ve yalnız başına fark etmelidir. Efendiyi kendi gücü körleştirmiştir; egemen olmanın zevki, bu egemenliğin sona ermek zorunda olduğunu kavramasına engel olur. Efendi özgecil bir aziz de olsa, bir efendi bu tür bir bilgiyi başkasına aktaramaz. Öyleyse uşak, efendisinin gücünün sınırlılığı konusunu kafasında açıklığa kavuşturmalıdır. Bu çaba karşılığında, her şeye gücü yeten bir güç olarak otoriteden duyduğu korkuyu alt edecek ve kendisini özgür kılacaktır.
Yakın kişisel ilişkiler alanında edinilen bu bilgiyi siyasal alana aktarmanın zorluğu, kişisel zamanla kültürel zamanın aynı olmayışından doğar. Bürokrasi, beden gibi kaçınılmaz bir biçimde büyüyüp ölmez. Ya da yöneten efendilerin devrilmesi, anne ve babaların ölmesi ve çocukların anne baba olması gibi kaçınılmaz değildir. En önemlisi, bilinç, kişisel ilişkiler alanında güçlü bir öğe olabilir; oysa açlık, acımasız yasalar ya da baskı altında ezilenlerin efendilerine diz çöktürmesi için bilincin ne denli güçlü bir silah olabileceği tartışmalıdır.
Bu nedenle, güce ilişkin psikolojik bilgi doğrudan doğruya siyasal bir programa dönüştürülemez. Bununla birlikte, psikolojik bilgi iki güç ölçütü sunabilir, yani kamu iktidarından iki talepte bulunabilir. Bu talepler kamu düzenini sarsabilir çünkü bu düzenin doğasına aykırıdırlar; çünkü başka bir zaman ritminin hüküm sürdüğü bir yaşam alanından kaynaklanırlar. Bu talepler şunlardır: Kamu otoritesi figürleri gözle görülür ve anlaşılır olmalıdır.

“Gözle görülür” ile kastedilen şudur: Denetim konumundakiler kendilerini açıkça ortaya koymalıdır; yapabilecekleri ve yapamayacakları şeyler konusunda açık olmalıdır; vaatleri konusunda açık olmalıdır. “Anlaşılır”la kastedilense, bu açıklığın gerçekleşme biçimidir. İktidardaki hiç kimsenin kendi yargıcı olacağına güven duyulamaz. İktidarın anlamını, bağımlı olanlar belirlemek zorundadır; uşaklar, efendilerinin davranışlarını zor bir metni anlamaya çalışır gibi yorumlamak zorundadır. Önceki bölümde anlatılan kişisel mücadelelerin hedefi iktidarı bu yoldan anlaşılır bir konuma getirmekti. Anlama eylemi her zaman için öze dönük bir etkinliktir: Kişinin korkularını tasfiye etmesi, maskelemesi, bu korkulara empatiyle yaklaşması, bağımlı kişilerin, yaşamlarındaki otoriteleri daha iyi anlamak ve değerlendirmek amacıyla kendilerine yönelik gerçekleştirdikleri eylemlerdir.
Bu bölümde, bu anlama çabasının toplum yaşamında hangi koşullarda ortaya çıkabileceğini ele alacağım. Bu çaba, temel iktidar yapısı, komut zinciri belirli biçimlerde sarsıldığında ortaya çıkabilir. Amacım, komut zincirinin bu özel biçimlerle kırılmasının, güçlü birinin halen yönetimde olduğu duygusunu yok etmediğini ya da bir kaos yaratmadığını, bunun yerine, bağımlı kişilere, kendilerini yönetenlerle pazarlık yapma ve yöneticilerinin neleri yapabileceklerini ve yapamayacaklarını —neleri yapmaları ve neleri yapmamaları gerektiğini— görme şansı verdiğini göstermektir. Bu yıkma çabalarının hedefi, komut zincirindeki otoritelerin elinden her şeye gücü yetme niteliğini almaktır. Otorite ile düzensizlik arasındaki ilişki gizli değildir; yalnızca demokrasi idealinin ciddiye alınmasıdır.
XVIII. yüzyıldan devraldığımız demokrasi ideallerinin hepsi gözle görülür, anlaşılır otorite anlayışına dayanmaktadır. Vatandaşların topluca anlamaları gerekir; toplum koşullarını gözlemlemeleri ve birbirleriyle tartışmaları gerekir. Bu ortak çabanın sonucunda vatandaşlar, liderlere belirli güçler verirler ve onları, güvenlerini ne ölçüde hak ettiklerine bakarak değerlendirirler. Güven koşullarının tümüyle gözle görülür olması gerekir; Jefferson’ın dediği gibi, lider sağduyusunu kullanabilir ancak düşüncelerini kendisine saklamamalıdır. Dahası, iktidarın yorumlanışı ve koşullarının gözden geçirilmesi, yalnızca, iyice kök salmaya başlayan önceki rejimlerin yıkılışı sırasında gerçekleşir. Oy verme gibi “normal” süreçler bu amaca yetmez. Jefferson, her kuşakta devrim zorunluluğuna ilişkin düşüncesiyle ünlüdür; XVIII. yüzyıl Avrupa demokratik düşüncesinde, demokrasi sürecinin en güçlü anındaki periyodik sarsılmaya benzer bir önem atfedilir; bu görüş Abbe Sieyes ve d’Holbach’ta karşımıza çıkmaktadır.

Aydınlanma demokratlarının, otoritenin anlaşılır ve gözle görülür olması gerektiği, iktidarın periyodik olarak yıkılmasının katlanılabilir olduğu görüşü, bu düşünürlerin insan ırkının rasyonel gücüne duydukları büyük inançtan kaynaklanmaktaydı. Bu inanç yanlış ya da doğru olsun, kesinkes doğru olan bir şey varsa o da şuydu: Aydınlanma demokratları güç imgeleri yaratmanın ne denli zor bir iş olduğunu hesaba katmıyorlardı. Karmaşık iktidar bilmeceleri, karşılıklı olarak yıkıcı bir rol oynayan hizipler, kitlelerin inançlarıyla oynama gibi olguların, yalnızca insanlıkta doğuştan varolan rasyonelliğin, toplumun geleneklerin zincirlerinden kurtulmasıyla alt edilebileceği kabul edilmekteydi. Bu laik inanç sahiplerine Madison’ın, The Federalist Papers’daki yazılarında yönelttiği eleştiri, bunların, ne demokrasinin ne de bir darbede kurmayı önerdikleri olağandışı ve riskli toplumun zorlukları konusunda en küçük bir fikirleri bile olmadığı şeklindeydi.
Madison’ın makalelerini kaleme alışından iki yüzyıl sonra geldiğimiz nokta, demokrasinin otoriteye ilişkin tasavvurunun ne denli kırılgan olduğunu görmemiz oldu. Tüm otorite kaynağının halk olduğunu söylemek, otoritenin nasıl oluştuğu konusunda psikolojik olarak fazla bir fikir vermez: Karşılıklı tartışma ve karar verme sonucunda nasıl olup da bazı insanlardan diğerlerinin koruyucusu olmalarının istendiği, ancak onların efendileri olmalarının yasaklandığı anlaşılamaz. Bu kişilerin birer efendi olmalarını yasaklayan bir yasa çıkarılabilir belki ama bu insani açıdan nasıl mümkün olabilir? Aydınlanma demokratlarının öngördüğü periyodik altüst oluşa hoşgörüyle yaklaşım ve bunu bir zorunluluk olarak kabul ediş artık ne yasalarda ne de uygulamada görülmektedir. Demokratik ve özgür olarak anılan toplumlar kendilerini genellikle demokrasiyi “kurtarmak” amacıyla, ayaklanmalarla baş etmek için baskıcı yöntemler kullanma paradoksu içinde bulur.
Kendisine bağımlı olanlara duyarlı olan bir iktidar yapısı; gerginlik anlarında tartışılan ve yeniden oluşturulan iktidar zincirinin halkaları; sınırlı bir inanç duyulan güçlü kişiler —bunlar imkansız, ütopik birer düş olabilir; ancak çoğu Batı toplumunun sahte biçimde bağlılık gösterdiği ideallerden daha ütopik değildir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz