Öldüğümüz zaman dünyanın herkes için sonunun gelmiş olacağının kesinleşmesi durumunda ölüme karşı tavrımızın hangi ölçüde değişeceğidir. Yani mutlak olarak yitireceğimiz hiçbir şey yoktur.
(…) Hiçbir egzistansiyalist, ölüm karşısında tüm farkı getiren ayrımı ele almış değildir. Nietzsche “The Gay Science”ın 290. kısmında demiştir ki: ” Bir tek şey için gereklidir. Bir insanın kendi kendisiyle hoşnutluğu elde etmesi için şiir ve sanatla ancak ondan sonra görmeyi tümüyle hakeden insan olur. Kim ki kendisinden hoşnut değildir, hep intikama hazırdır, dolayısıyla biz diğerleri onun çirkin bakışları bulunduğumuz sürece onun kurbanı olacağız. Çirkin bakışlarsa insanı kötü ve iç sıkıntılı kılar”. Veya Hölderlin’in söylediği gibi “Yaşayan Kendi Göksel Doğrusuna Ulaşmamış Ruh. Aşağıdaki Dünyada Rahat Etmez”. Fakat yaşamını birşey kılmış insan, ölümü endişesiz karşılar.
Varoluşçuluk ve Ölüm II
David Hume’un, bir ölüm döşeği konuşması bekleyen Hıristiyan arkadaşlarının canını sıkan, hepten endişe yokluğunu ele alın. Veya Sokrat’ın ölüm karşısındaki sakinliğini. Veya Sokrat hayranı stoik bilgelerin ondokuz yaşında sakin intiharlarını.Veya eski Romalıları. Heidegger’in endişe üzerine konuşmaları insanların korktuklarının kabulünün birden bir moda haline geldiği 1920 lerin Almanyasının bir belgeseli olarak okunmalıdır. Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Vo/c’unda (1929) bu yeni dürüstlüğün anti militarizmi amaçladığı açıkça gözükür ve aynı amaçla Arnold Zvveig’in büyük hikayesinin sonunda; “Çavuş Grischa (1928) “bağırsakları bok çıkardı diye bağırır. Kalıplaşmış olanı görmezden gelmek ve bazılarının ölümle karşılaştıklarında korktuklarını ve bunların bir kısmının vurulduklarında pantolonlarına doldurduklarını kabul etmek cesaretse de Heidegger’e bu tür gözlemleri genel doğrularmış gibi şişirmek düşmüştür.
Şeyleri o kadar saldırgan bir dil şekline sokmuştur ki, ivedilikle kesin karşıt örneklerle çürütülememiş, mısralarına karşı alınan tavırlar aşağıdaki dört ana tipten biri olmuştur.
1. İnsanların çoğunun yaptığı gibi bazıları onu hiç okumamış ve tanımamıştır.
2. Bazıları onu biraz okumuş aşırı zor bulmuş, ve kabahati kendisinde bulmuştur. Ve doğaldır ki ileri sürdüklerinin insanların değil varlığının (kendisinin de sık sık vurguladığı gibi) antropolojik değil varlıkbilimsel gerçekleri olması söylediklerinden abartılmasına yolaçmıştır.
3. Bazıları onu okur.zor bulur.direnir, öğrenmeye yıllarını harcar .Bu tür yıllar süren incelemeden sonra kim ne yapabilir?
Felsefe öğretmeni olur, yatırımını öğrencilere Heidegger’i anlatarak korur, “benim de anlamadığım daha çok şey var, ama hayatımı biraz daha fazla anlamaya vereceğim” türü yorumlarla olası itirazları engeller.
4. Amerikan entelektüelleri arasında şimdilerde çoğalmaya başlayan başka bir tip, Heidegger’i okumamış fakat onun hakkında bazı şeyler ve etkilerini duymuştur; dolayısıyla onun büyük biri olduğunu kabullenmiştir.
Eğer varsa onun yapıtlarını okuyan çok az kişi vardır, onlar da ona saygı duymazlar çünkü eleştiricil okuyucuların çoğu onu okumak için anlarını harcamaya değmediğini hemen keşfederler.
Sartre “Varlık ve Hiçlik” de ölüm üzerine kendi kendisiyle yaptığı tartışmada Heidegger’e önemli bir eleştiri getirmiştir. Heidegger sadece kendi ölümüne doğru koşmanın kendi azamisine, özgün varoluşuna yolaçacağını savunmuştur. Çünkü ölüm “kimsenin başkası yerine yapamayacağı bir şeydir… ölme göstermiştir ki ölüm ontolojik olarak her zaman bensizden ve varoluştan oluşmuştur.” Ve aynı anlamda daha başka cümleler Sartre’ın haklı olarak gösterdiği gibi bu ölümü farklı kılmamaktadır. Kimse benim yerime uyuyamaz, kimse benim yerime nefes alamaz. Benim olarak kabul edilen her türlü deneyim “kimsenin benim yerime yapamayacağı bir şeydir. Yaşantımın büyük bir kısmını özgün olmayan bir kipte geçirebilirim, bu durumda bunu veya şunu yapan kimsenin ben olup olmaması kesinleyici bir farklılık yaratmaz; bu kipte kurşunun bana mı veya bir başkasına mı isabet ettiği ilk onun mu, benim mi öldüğüm farketmez. Fakat farkeder tavrını benimsersem; bu, dünyadaki tüm farklılıkları bana anlamlı hale getirir, bu durumda bu tavrı ölüm için benimsediğim tavırdan daha az olmamak üzere.şu tekil kadına olan sevgi deneyimim bağlamında da,yazdığım şu tekil kitap bağlamında da, kendi görüşüm, işitişim, duyuşum veya tanıklığım bağlamlarında da sürdürürüm. Sartre’ın dediği gibi “Kısaca, benim ölümümü özel kılan kişileştirici hiçbir hassa yoktur. Oldukça çelişik olarak.ancak ben, kendimi öznelliğin perspektifine oturttuğum zaman benim ölümüm haline dönüşür.”
Sartre Heidegger’in “Ölüme doğru olma” kavramının tümünü eleştirerek devam eder. Kendimizin öleceğini bilsek bile bunun ne zaman olacağını asla bilemeyiz; halbuki yaşamın anlamı sözkonusu olduğunda tüm farkı yaratan ölümün zamanıdır.
Gerçekten bir yandan görevimizi tamamlamadan ölme veya öbür taraftan gerektiğinden fazla yaşama gibi her türlü olumsallığımız vardır.Bundan dolayı azimle kurulmuş bir akord örneği, Sofokles’e sunulduğu gibi, ölümümüzün bize sunulması çok zayıf bir olasılıktır. Böylece ölümümüzün ve buna bağlı olarak yaşamımızın karakterini sadece olumsallık belirler, bu durumda ölüm en fazla.en sonuna kadar beklenilmeyen bir melodinin sonuna benzer: onu kendim için belirlerkenki şans faktörü ondan her türlü armonik son özelliğini uzaklaştırır…Bu durumda Sofokles’in ölümü gibi bir ölüm azimle kurulmuş bir akorda benzeyecek, fakat birşey olmayacaktır, aynen bir alfabeden dökülen ve bir kelime oluşturmayan harfler gibi. Bu durumda projelerimin göbeğinde sürekli olarak olumsallığın ortaya çıkması benim olanağım olarak değil.ancak tersine tüm imkanlarımın yoksanması, artık kendisi benim olanaklarımın bir parçası olmayan bir yoksanma olarak algılanabilir.
Balzac’ın Les Chouans’ı yazmadan önce öldüğünü varsayalım; bazı melun entrika romanları yazarı olarak kalacaktı. Bu durumda bu genç adamın tüm beklentisi, büyük bir adam olma beklentisi anında her türlü anlamını yitirir; ne inatçı ve kendini beğenmiş körlüğü.ne de kendisinin gerçek değeri.çünkü karar verilecek bir şey yok…Bu tavrın nihai değeri her zaman belirsiz kalır;hatta eğer tercih ederseniz.bütün (tavrın bazı özel türleri, beklentiler, değerler)hepsinin aniden saçmalığa dönüştüğünü düşünebilirsiniz.Böylece ölüm hiçbir zaman yaşama anlamını veren bir şey değildir; tersine, prensip olarak ondaki tüm anlamları götüren bir şeydir.
Bitmiş bir yaşamın tek karakteristiği bir başkasının kendisini ona bekçi kıldığı bir yaşam olmasıdır.
İntihar da bir çıkış yolu değildir, demektedir Sartre. Anlamı geleceğe göre değişir. “Eğer isabet ettiremezsem” daha sonra intiharımı korkaklık olarak yargılamayacak mıyım? Olaylar bana başka çözümlerin mümkün olduğunu göstermeyecek mi? İntihar yaşantımın saçmalığa batmasına yolaçan bir saçmalıktır.
En sonunda Sartre sorar: Heidegger’in ölüme doğru olma kavramını yadsıdığımız zaman,kendisinden sorumlu olduğumuz varlığımıza özgürce anlam verme imkanını sonsuza dek terketmiş mi oluyoruz? Tam zıttı. Sartre Heidegger’in ölüm ve sonun kesin özdeşliğini yadsır ve derki:
…Eğer ölümsüz olsaydık bile insan gerçeği sonlu olacaktı, çünkü insan kendisini insan olarak seçerken kendisini sonlu kılar. Gerçekten sonlu olmak, kendini böyle seçmek demek başkalarını dışlayan tek olanağa doğru kendini yansıtarak kendini kendine tanıtmak demektir. Özgürlüğün gerçek eylemi, bu durumda sonluluğun kabulü ve yaratımıdır. Eğer kendimi kılıyorsam, kendimi sonlu kılarım ve böylece yaşantımı da tekil kılmış olurum.
Keza, Sartre ayrıca birçok oyununda ve benim Dostoyevski den Sarîre’a Varoluşçuluk adlı çalışmamda da yeralan ve tartışılan Duvar adlı yapıtında insanların ölüme karşı tavırlarını ele almıştır. Fakat bu çalışmanın küçük hacminde onun çoğunlukla beğeniyedeğer oyun ve öykülerini ele alamayız. Yukarıdaki düşüncelerin değerlendirmesine geçmeden, öncelikle Camus’ü ele alalım.
Nobel ödül komitesince Camus ‘ün politikasının daha fazla kabul görmüşlüğüne ve Sartre’ınkinden daha çekici olarak yorumlanmasına, ve muhtemelen onun kadar nezaket ve namusluluğu ve duru kararlılığı cezbeden başka hiçbir yazar olmamasına rağmen, Henri Peyre, Camus’ün kitapları ve onun hakkında yazılanlar üzerinde yaptığı incelemede Sisifos Mitini ve Başkaldıran İnsanı “için sadece çelişik değil, aynı zamanda zihin karıştırıcı ve kanımca sığ ve ham” derken çok haklıdır.
Camus iki felsefik eserinden birincisine, Sisifos Mitine fevkalade kahince bir ifadeyle başlar “Gerçekten ciddiye alınabilecek tek felsefik sorun vardır, ve o da intihardır”. Ardından dünyanın saçma olduğunu söyler. Biraz sonra da ” dünyanın saçma olduğunu söyledim ama fazla acele ettim.Dünya hiç mantıklı değil.tüm söylenebilecek budur.Fakat saçma bu akıldışılıkla insan yüreğinde yankılar yapan açıklığa karşı duyulan özlemin çarpışması değil midir? Saçma, dünyaya olduğu kadar insana da bağlıdır”. Bu nokta daha deyimsel ve sağlıklı bir hale bütün şeyleri anlaşılır kılmak için duyulan açlık gerçekten saçmadır veya daha hassasça kiçotçadır, diyerek getirilebilir. Fakat Camus “bildiklerimle ve sadece onlarla yaşayıp yaşayamayacağımı merak ediyorum” demesine rağmen saçmayı rapsodik bir coşkuyla ele alır. Bu “saçma mantık’tan tabii ki bu saçma üzerine sözeden özel mantıktan, eğer böyle bir söylemin özel mantığı olabilirse sözaçar. Ardından dünyanın saçmalığına inanmış veya daha doğrusu insan eylemlerinin saçmalığına veya kişotçalığına inanmış anlamına gelen saçma akıldan ;özellikle ” Chestov için mantık yararsızdır, fakat mantığın ötesinde başka bir şey vardır. Saçma bir akıl [yani Camus] için mantık yararsızdır ve mantığın ötesinde hiçbir şey yoktur.” diyerek sözeder. ‘Yararsız” sözcüğü de “sınırlı” veya “mutlak olmayan” anlamına kesinlikten yoksun olarak kullanılmıştır. Biraz ötede: “Saçma Tanrıya götürmez. Belki bu kavram şu şaşırtıcı ifadeyi kullanma tehlikesini göze alırsam daha açık hale gelebilir: Saçma Tanrısız bir günahtır.” Stilindeki ve düşünüş şeklindeki gevşeklik şaşkınlık vericidir. “Günahın ne anlama geldiği hakkında hiçbir açıklama yapmamıştır, ve Camus, her ne kadar bizi şaşırtamadıysa da içboşaltıcı olan bu müphem cümlesinden açıkça çok hoşnuttur. Bu kitabında -ve Başkaldıran İnsan’da- Nietzsche’den bu kadar sık alıntı yapan bir yazar olarak, Camus’den en azından Tanrıyı dünyamızın resmine dahil etmemekle, Nietzsche’nin iddia ettiği gibi insanın “saflığını”geri verip vermediğimiz, günahı ardımızda bırakıp bırakmadığımız sorusunu ortaya getirmesi beklenirdi.
Kierkegaard, Jaspers, ve Chestov sözkonusu olduğunda, Camus mantıkdışının teması varlıklar [sic (sic aykırılığa dikkat çekmek için kullanılan bir deyim.)] tarafından kavrandığı şekliyle, kendini yadsırken bulunan ve kaçıran akıldır derken çok haklıdır. Fakat,”saçma limitlerini kateden berrak bilinçtir” diye eklerken saçma üzerine tüm bu kahince tartışmaların vazgeçilebilir olduğu açık hale gelir ve Camus, dinin özünün mutlak bir bağımlılıktan oluştuğu düşüncesine karşı Freud tarafından yapıları iki tümcelik eleştiriye açıklık yerine karışıklık getirir: “Dinin özünü oluşturan bu duygu değil, ona tepki olan, bu duyguya bir çare arayan bir sonraki adımdır. Kim daha ileri gitmez, kim daha alçak gönüllüce insanoğlunun evrende oynadığı rolün anlamsız bölümüne çekilirse, tam zıttına sözcüğün en gerçek anlamında dinsiz olan odur. Aynı zamanda Nietzsche’nin kitaplarına da nüfuz etmiştir.
Ancak Nietzsche özellikle Zarahusra’nm birinci bölümünün sondan bir önceki kısmında ve “İdollerin Alacakaranlığı” nda “Özgür ölümü” kutlamaya kadar gitmiştir:
“…genellikle özgür olmayan bir ölüm, uygun olmayan zamanda bir ölüm, korkağın ölümü genellikle en rezil koşullardaki ölümlerdir. Yaşam sevgisinden dolayı değişik bir ölüm arzulanmalıdır: Özgür, bilinçli vetuzaksız.” Nietzsche’nin düşünceleri açıktır. Fakat akrabaları onu bir yıl taşıdıklarında ayakta ölmediyse bile çökmüştür.
Camus’ün intihara karşı olan delilleriyse sık ve bulanıktır. “İntihar zıplayış gibi uç noktanın benimsenmesidir. Herşey biter ve insan kendi esas tarihine döner. İntihar bir anlamda saçmayı sona erdirir. O saçmayı aynı ölüme gömer…Esas olan uzlaşmadan kişinin arzusu dışında ölmesidir. İntihar bir yadsımadır. Camus “meydan okuma” istemektedir.Camus daha sonraki çalışması “Başkaldırı” dakinden ki oradaki başkaldırı yazınsal anlamda biz yerine geçmektedir daha az olmamak üzere tam anlamıyla vazetmekte ve öğütlerini edebi açıdan hatalı genellemeler şeklinde sunmaktadır. “Başkaldırı x’i yapar” demek, “ben x’i yaparım, senin de yapmanı isterim.” demektir. Sisifos Mitinde de Camus aynı şekilde” saçma akıl” ve “saçma mantıken arkasına sığınmaktadır.
İntihar kah “boyuneğme”, kah yadsıma”dır.Gerçekte bazen boyuneğme, bazen yadsımadır.arasıra da ikisi birden meydan okumaya oyuneğme,umutların yadsınmasıdır. Nietzsche’nin “özgür ölüm”ü; yolların olumlanması, herhangi bir insanın kendi yaşamını ve onunla birlikte bütün dünyayı kabullenmesi, kendini
oluşturmanın şenlikli gerçekleşmesiyle birlikte bu güne kadar sürdürdüğümüz fakat bugün tüketmiş olduğumuz yaşamın daha fazla yapacak hiçbir şeye ve ek güne ihtiyaç duyulmayacak kadar kabullenilmiş olduğu,buna rağmen sonsuza dek aynı olayların dev aralıklarla yeniden meydana gelmesi durumunda tekrar ve tekrar neşe içinde yaşanacağı anlamına gelir.
Camus’ün Sisifos Mitin’vn birinci kısmı çok anlamlı ve uygun bir biçimde “Saçma Mantıklama” başlığını taşır. Kötü kehanet sona doğru açıkça ortaya çıkar; “Saçma bu noktada aydınlatmaktadır, gelecek yoktur”. “İnsanın hiçbir yere sığınmadan yaşayıp yaşayamayacağı, işte beni ilgilendiren tek şey bu”. Çağdaş yaşam koşulları insanların çoğunluğuna aynı deney inceliğini ve aynı derin deneyi kabul ettiriyor.Bireyin doğuştan katkısını,kendisine “verilmiş olanı” da gözönünde bulundurmak gerekir elbet. Ama bu konuda bir yargıya varamam ve bir daha burada kuralımın dolaysız açıklığa uymak olduğunu söylemeliyim”. Özetle, doğal olarak insanlar aynı derin deneyimlere sahip değildir, gene de basit dürüstlük adına bunun böyle olduğunu varsaymak zorundayız.
Aşırı antipatik gözükmesine rağmen, Camus’ün daha sonraki sayfada ne söylediğine bakalım!
…Burada aşırı basitleyici olmak gerekir. Yaşadıkları yılların sayısı aynı olan iki insana, hep aynı deneyler toplamını sağlar dünya. Bunun bilincinde olmak bize düşer. Yaşamını, başkaldırısını, özgürlüğünü duymak, elden geldiğince fazla duymak fazla yaşamaktır. Açıklığın egemen olduğu yerde, değerler ölçeği gereksiz hale gelir. Daha da basitleştirici olalım.
Allah aşkına neden “aşırı basitleştirici” olalım, “neden daha da basitleştirici”? Aynı sayıda yıl yaşamış iki insan her zaman aynı miktar deneyime sahip olmaz, birisi olanların daha da farkında.diğeri kısmen kör olabilir. Yaşam önümüzden kayan, bazen seyrettiğimiz bazen uyuduğumuz bir film değildir. Kimisi hastalıkların ızdırabını yaşar, görür, sever, umutsuzluğa düşer, çalışır, başarısızlık ve başarıyı tadar; kimisi sefaletin sessiz sessiz alaca karanlığında, eğitimsiz bilinciyle öldürücü rutine zincirlenmiştir. Keza Camus, Nietzsche’nin deyimini kullanırsak, insanın kendini bir ölçüde deneyimlerin içinde oluşturduğunu,kiminin güvenceyi, kiminin tehlikeyi seçtiğini gözardı eder. Ve sonuçta Camus deneyimin ve aklın kovasına düzgün bir hızla saniye saniye diyelim akıtılan damlalara benzediğini, ve sanki sekans önemli değilmiş gibi yazar; sanki Kral Lear’ı on yaşında görmeyle otuz yaşında görme birmiş gibi.
Kaldığımız yerden alıntımızı sürdürelim.
…Tek engelin, tek kazanamamanın erken ölüm olduğunu söyleyelim. Böylece de saçmayı kavramış insanın gözünde (bunu istese bile), hiçbir coşkunluk, hiçbir tutku, hiçbir özveri, kırk yıllık bilinçli bir hayatla altmış yıl üzerine serilmiş bir duru görüşlülüğü eşit kılamaz. Delilik ve ölüm bunlar onun onarılmaz durumlarıdırlar… Yirmi yıllık yaşamın ve deneyimlerin yerini hiçbir şey dolduramaz. Sürekli olarak bilinçli kalan bir ruhun önünde şimdiki zaman ve şimdiki zamanların birbirini kovalaması, saçmayı kavramış insanın ülküsü budur işte
Camus kendi saçma .gerçekten saçma insanına; deneyimleri emmeyi, toplamayı, istif etmeyi arzulayan ve bir yığın oluştursun da ne olursa olsun-ne kadar fazla o kadar iyi- diyen insanına kucak açıyor. Keşke kendisini düşüncelerinin niteliği hakkında bu denli kandırmasa ve kitabının ikinci denemesinde kendisini “berrak gören ve umudu bırakmış biri” olarak tanımlamasaydı. Sonuç olarak Camus’ün hayran olunacak “Yabancı” ve “Düşüş’ü “Başkaldıran İnsan’dan ve burada tartışılandan üstündür. Camus çok ince bir yazardır, fakat felsefeci değildir.
Camus’ ün bulanıklığı Hölderlin’in bir şiirini çağrıştırmaktadır:”Nur einen Sommer”. Heidegger bu şair için deneme üzerine deneme yazmış olup.sonunda bu desteyi de kitap haline getirmiş, fakat şairin düşüncelerini Heidegger’in sevdiklerinden, hem daha iyi hem daha açık anlatan bu şiir üzerine bir denemesi yoktur.
Bir tek yaz büyük güçler bahşet bana ve Tam olmuş bir şarkı için bir tek güz ki, doymuş olsun, oyunum tatla, yüreğim daha arzulu ölebilsin. Bir ruh yaşar, ilahını yakalayamaz Doğru, aşağı dünyada dinlenemez. Fakat bir kez önünde eğildiğim, nedir.
Kutsal şiirim tümlendi, o halde Hoşgeldin gölgeler dünyasının sessizliğine! Ben hoşnutsam da lirim değil, Bana eşlik et, aşağıya. Bir kez, ben Yaşadım Tanrılar gibi, fazlası gereksizdir.
“Uyumsuz İnsan”da gördüğümüz gibi Camus “Delilik ve ölüm birbirinden ayrılamaz” der. Hölderlin bu şiiri yazdıktan kısa bir süre sonra delirmiştir. Şiirin anlatmak istediğini, bir başkası değilse bile.Camus tutmamıştır.Sözkonusu olan: sadece yaşamın yirmi yılının ikamesi değil,ondan öte birşeydir; “Bir kez ben yaşadım Tanrılar gibi, fazlası gereksizdir.”
Bu nokta Sartre tarafından da gözardı edilmiştir. Doğrusu, ölümün bir insanın yaşamına bir anlam verebilme şansını ortadan kaldırdığını, ve -hatalı bir şekilde- ölümün “tüm olanakların yoksanması” olabileceğini düşünüyordu. Çocuklukta değilse bile.çok sonraları herkes ölümün amanına bağlı olduğu duygusu taşır. “Fakat bir kez önünde eğildiğim nedir, kutsal şiirim tümlendi”, bir kez ölümün karşısında, ölümle yarışta benim olan ve bir başkasının bu kadar iyisini gerçekleştiremeyeceği bir projeyi başardım mı, görünüm değişir; yarışı ve ölüme karşı zaferi ben kazanmış olurum. Ölüm ve delilik için artık çok geçtir.
Şiirin ışığı altında şairin daha sonraki çıldırışını görürüz. Nietzsche gibi Hölderlin için de ölümün kendilerini alıp götürmesinden önceki bir kaç yıllık delilik fazla birşey ifade etmez; işi tamamlamışlardır. Kesinlemek için şöyle diyelim; diğerleri kendilerini ölü bir yaşamın bekçisi kılmışlar ve onu kendi ışıklarına göreyorumlamışlardır; fakat biz yaşarken aynısını yapmaya başlarlarsa bizim savunmamız yokolur. Bu sonlu yaşamlardan daha az olmamak üzere sonluluğun, sonlu çalışmaların bedelidir diyemeyiz. İnsan Tanrının ebedi olduğunu söyler, fakat teologlar ve inananların kendilerini sonsuzun bekçisi kıldıklarını ve O’nun arkasından değilse bile yüzüne karşı yorumlarını sunduklarını zor inkar eder.
Ve Heidegger? Gerçekten eksik mi söylemektedir? Daha önce ve daha kapsamlı olarak, Freud tarafından daha veciz ve insani bir şekilde, Tolstoy tarafından çok daha canlı bir şekilde ifade edilmiş olan,bir çok insanın ölümün kesinliğine karşı çıkamayacağı.ergeç öleceği basmakalıp sözünü anımsatır. 1.Dünya Savaşı bitmeden önce açıkça ölümden veya ona ilişkin birşeyden korkmak bir cesaret olarak algılanabiliyordu, fakat 1920’lerden beri Angsf’ı(endişe)kabul etmek modadır. Ki ölümünü, endişe kabul eden bir insan, deneyiminde yaşamından birşey yapmak için güçlü bir istek bulsun, bazı gerçekleştirrneleriyle kendini ölüm korkusundan sıyırsın ve Heidegger’in onaltı kitapta söylediğinden daha iyi bir şekilde Hölderlin’in söylediği gibi “o halde hoşgeldin” deme iznini kendisine sağlasın.
Kierkegaard ve Nieztsche çağlarına meydan okudular ve Nietzschevari bir deyimle “zamansız” ve “yetim” doğmuştular. Heidegger’in ünüyse tam aksine onun büyük zamancılığına dayanıyordu. Kendi kuşağının büyük felsefecilerinden çok önce çağının ilgi alanı konularına el atmıştı. Nesrinin aşırı güçlüğü açısından bakıldığında, yazarın özgün deneyiminin açıkça ortaya koyamadığı bilgisine -insanın bu dünyadaki tümden yalnızlığının bilincine varması denebilir- nüfuz edebilen bir okuyucu Heidegger’de “hepsi saçma” diye omuz silkmiş olduklarından daha fazasının olduğunu duyumsar.Fakat sorun üzerine konuştuğu olguyu aydınlatıp aydınlatmadığı veya ondan önce yapmış olanlardan daha iyi yapıp yapmadığıdır. Yanıtıysa kesin bir şekilde öncellerinden daha iyi bir şekilde yapmak bir yana hiç de aydınlatıcı olmadığıdır.
Son bir örnek vermek gerekirse, Danton’un Ölümü ve VVoyzeck adlı oyunların yazarı George Büchner (1813-1837) ve ünlü Alman oyunlarından biri olan Prens Friedrich von Homburg da, Heinrich von Kleist sadece Heidegger’i öngörmemişler, içebakış açısından onu çok aşmışlardır. 1.Dünya Savaşından, bir yüzyıl önce, Prusya ordusunda subay olan Kleist, prensin ölüm karşısında korkusunu betimleme ve sahneye getirme cesareti göstermiştir -prens ölüme mahkum edilmiş bir generaldir-. Fakat aynı oyunda prensin endişeyi yenisini gösteren son sahnede prens en ufak bir endişe taşımaksızın kurşuna dizilmeye hazırdır. Gözleri bağlanır, Dostoyevski’yi ve Sartre’ın Duvar adlı hikayesinin sonunu çağrıştıran bir şekilde bağışlanır.
Ölüm karşısında insan davranışları hakkında daha iyi bilgi sahibi olmak isteyenler Hölderlin, Kleist, Büchner ve egzistansiyalist felsefe alıştırmalarından daha çok şey öğrenirler. Gerçekte Heidegger ve onun dümen suyunda gidenlerin korku verici terminolojisi çok sayıda önemli ayrımı gözden uzaklaştırmıştır. Bunların dördünden sözedeceğim.
Birincisi, dünyanın belli başlı dinleri ölüme karşı değişik tavırları yüreklendirmişlerdir. ilk Hıristiyan şehitlerinin bir kısmı korkusuzca, ebedi mutluluk umuduyla ölmüşlerse de, Hıristiyanlık genelinde büyük etkisini insanları ölümden korkutma yolunda kullanmıştır. Budha’nın tavrı tümüyle değişiktir.Aydınlanma deneyiminden sonra bütün endişe aşılır ve Hıristiyanlığın korkunç ölüm hikayelerine karşı açık bir antitez oluşturur.
İkinci olarak,hayatiyet ölüme karşı tavrı nereye kadar etkiler; egzistansiyalistler hastalar ile askerler arasındaki farkı veya yorgunluğun etkisini ele almamışlardır. Bu bakış açısından, Malraux’nun “İnsanlık Durumu” Heidegger’den daha ilginçtir. Son bölümü ölüme karşı değişik tavırların incelenmesinden daha başka birşey değildir.
Üçüncüsü öldüğümüz zaman dünyanın herkes için sonunun gelmiş olacağının kesinleşmesi durumunda ölüme karşı tavrımızın hangi ölçüde değişeceğidir. Yani mutlak olarak yitireceğimiz hiçbir şey yoktur.
Sonuncu olarak, hiçbir egzistansiyalist, ölüm karşısında tüm farkı getiren ayrımı ele almış değildir. Nietzsche “The Gay Science”nin 290. kısmında demiştir ki: “Bir tek şey için gereklidir. Bir insanın kendi kendisiyle hoşnutluğu elde etmesi için şiir ve sanatla ancak ondan sonra görmeyi tümüyle hakeden insan olur. Kim ki kendisinden hoşnut değildir, hep intikama hazırdır, dolayısıyla biz diğerleri onun çirkin bakışları bulunduğumuz sürece onun kurbanı olacağız. Çirkin bakışlarsa insanı kötü ve iç sıkıntılı kılar”. Veya Hölderlin’in söylediği gibi “Yaşayan Kendi Göksel Doğrusuna Ulaşmamış Ruh. Aşağıdaki Dünyada Rahat Etmez”. Fakat yaşamını birşey kılmış insan, ölümü endişesiz karşılar. “Bir kez ben yaşadım Tanrılar gibi fazlası gereksizdir”.
Walter Arnold Kaufmann
(Alman yazar, filozof, çevirmen ve şair)