Ne hoş bir güzelliği vardır; Hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin. Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların. Onurlu bir yaşamı seçenlerin.
Bir ekim günü olduğunu söylemiştim, mevsimi değiştirip bahçe duvarlarının üzerinden sarkan leylakları, çiğdemleri, laleleri ve ilkbaharın öbür çiçeklerini betimleyerek saygınızdan yoksun kalmayı ve kurmacanın saygınlığına leke sürmeyi göze alamam. Kurmaca olgulara bağlı kalmalıdır, olgular ne kadar sahiyse kurmaca da o kadar iyi olur – bize böyle anlattılar. Bu nedenle, mevsim hâlâ sonbahardı, yapraklar hâlâ sararmıştı ve dökülüyorlardı, olsa olsa daha hızlanarak, çünkü akşam olmuştu (kesin söylemek gerekirse yediyi yirmi üç geçiyordu) ve rüzgâr çıkmıştı (kesin konuşmak gerekirse güneybatıdan). Bütün bunlara rağmen tuhaf bir şeyler oluyordu:
Kalbim şakıyan bir kuş gibi
Su verilmiş bir sürgünde yuva kuran;
Kalbim bir elma ağacı gibi
Dallarını güdük meyvelerin eğdiği –
Hayal gücümün böyle çıldırmasının sorumlusu kısmen Christine Rossetti’nin sözcükleri olabilirdi –çünkü bütün bunlar birer yanılsamadan başka bir şey değildi– leylakların çiçeklerini bahçe duvarlarının üzerine dökmesi, kükürt renkli kelebeklerin şuraya buraya kaçışması, polen tozlarının havada uçuşması filan. Nereden geldiğini bilmediğim bir rüzgâr esti, körpe yaprakları havalandırdı, havada birden gümüşsü bir grilik parladı. İki ışık arası zamandı, renklerin yoğunluklarını yitirdiği ve morların ve altın sarısının heyecanla atan bir yürek gibi pencere camlarında zonkladığı zaman; nedense dünyanın görünen ve az sonra kaybolacak güzelliğinin (bu noktada bahçeye daldım, çünkü, akılsızca bir iş yapılarak kapı açık bırakılmıştı, etrafta hademeler de yoktu), ne yazık ki dünyanın az sonra kaybo-
lacak güzelliğinin iki ucu olduğu zamandı, biri kahkaha, öteki ıstırap, insanın yüreğini ikiye bölen. İlkbaharın alacakaranlığında Fernham’in bahçeleri önümde açılıyordu, yabanıl ve geniştiler, uzun otların arasına serpiştirilmiş, özensizce savrulmuş, belki en güzel havada bile düzenli değilken şimdi rüzgâra kapılmış, köklerini koparırcasına çırpınan zerrinler ve çan çiçekleri gördüm. Binanın, cömertçe kabaran kırmızı tuğlaların arasında gemi camları gibi kavislenen camlarının renkleri, hızla kaçışan ilkbahar bulutlarının altında limon renginden gümüşe dönüştü. Hamakta biri vardı, biri, ama bu ışıkta herkes birer hayalet gibiydi, kim olduklarını yarı tahmin ettiğim, yarı gördüğüm insanlar çimenlerin üzerinde koşuyorlardı –kimse durdurmayacak mıydı o kadını?– ve sonra, sanki hava almak, bahçeye bir göz atmak için dışarı fırlamış gibi kamburu çıkmış bir kadın geldi terasa, heybetli ama mütevazıydı, bu geniş alınlı, perişan kılıklı kadın – o ünlü bilgin olabilir miydi, J. H.’nın ta kendisi? Her yer loş ama aynı zamanda dolu doluydu, alacakaranlığın bahçenin üzerine serdiği örtüyü bir yıldız ya da kılıç ortadan ikiye bölmüştü sanki – ilkbaharın kalbinden dışarı korkunç bir gerçeğin ışığı fışkırıyordu, hep yaptığı üzere.
Çünkü gençlik– İşte çorbam gelmişti. Akşam yemeği büyük yemek salonunda veriliyordu. İlkbahar bir yana, aslında bir ekim akşamıydı. Herkes büyük yemek salonunda toplanmıştı. Yemek hazırdı. Çorba gelmişti. Basit bir et suyu çorbasıydı. Çorbada insanın hayal gücünü harekete geçirecek hiçbir şey yoktu. Saydam sıvının arasından bakınca çorba tabağının üzerindeki bütün desenleri görebilirdiniz. Ama tabakta desen yoktu. Sade bir tabaktı. Çorbadan sonra sığır eti geldi, yanında yeşillik ve patatesle – gösterişsiz bir üçlü, çamurlu bir pazar yerindeki sığır butlarını getiriyordu akla, kenarları kıvrılıp sararmış olan Brüksel lahanalarını, pazarlıkları ve ucuzlatmaları ve pazartesi sabahı ellerinde filelerle kadınları. İnsan doğasının günlük gıdasından yakınmak için neden yoktu, çünkü önümüzdeki malzeme yeterliydi, madenciler kuşkusuz daha azı için oturuyorlardı sofraya. Arkadan kremalı erik sunuldu. Kremayla yumuşatılmış olsa da kuru eriğin sert bir sebze (çünkü meyve sayılmaz) olduğundan, pintilerin yüreği gibi tel tel olduğundan ve seksen yıldır şarap ve sevgiden uzak duran ama yoksullara da bir şey vermeyen pintilerin damarlarında akacak türden bir sıvı salgıladığından yakınan çıkarsa, kuru eriği bile sadaka sayan bulunduğunu düşünmeli. Sonra kurabiye ve peynir geldi, su sürahisi elden ele geçirildi, çünkü kurabiyelerin doğasında kuru olmak vardır, bu gelenler de tam birer kurabiyeydi. Hepsi buydu. Yemek sona ermişti. Herkes sandalyesini gıcırdatarak geriye itti; sallanır kapılar sertçe açılıp kapandı; çok geçmeden salonda yemeğe dair en ufak bir iz kalmadı, kuşkusuz ertesi sabahki kahvaltı için hazırlandı. İngiltere’nin gençleri şamatayla, şarkılarla koridorlardan geçip merdivenleri tırmandılar. “Yemek pek iyi değildi”, ya da (şimdi Mary Seton’la ben onun oturma odasındaydık) “Burada kendi başımıza yiyemez miydik?” demek bir konuğa, bir yabancıya (çünkü Trinity’de, ya da Somerville’de ya da Girton’da ya da Newnham ya da Christchurch’te olmadığı gibi burada da herhangi bir şeye hakkım yoktu) düşer miydi, çünkü eğer bu türden bir şey söylemiş olsaydım, yabancılara karşı incecik bir neşe ve cesaret maskesi taşıyan bir evin saklı tutulan yönetimine gizlice bakmış, içerisini araştırmış sayılırdım. Yo, böyle bir şey söyleyemezdim. Nitekim sohbet bir an yavaşladı. İnsan böyle şekillenince, kalp, beden ve beyin, bir milyon yıl sonra kuşkusuz olacakları gibi ayrı bölümlerde değil de birbirine karışmış durumda olunca, lezzetli bir yemek iyi bir sohbet için büyük önem taşır. İyi bir yemek yememişseniz iyi düşünemez, iyi sevemez, iyi uyuyamazsınız. Belkemiğinizdeki ışığı sığır eti ve kuru erikler yakmaz. Herhalde hepimiz cennete gideceğiz, umarız ki Vandyck de bizi köşede bekler – işgünü sona erdiğinde sığır etiyle kuru erikler aralarında böyle kuşkulu ve kısıtlayıcı bir ruh durumu geliştirirler. Bereket fen dersi veren arkadaşımın dolabında küçük bir şişeyle küçük kadehler vardı da – (ama başlangıç olarak dilbalığıyla keklik bulunmalıydı)– şöminenin karşısına yerleşip günün verdiği hasarın bir kısmını giderebildik. Bir-iki dakika sonra, belli bir kişinin yokluğunda aklımızda biriken ve yeniden bir araya gelindiğinde doğal olarak üzerinde konuşulan, merakımızı ve ilgimizi çeken bütün konulara rahatça dalıp çıkmaya başlamıştık bile – tanıdığımız birinin nasıl evlendiği, ötekininse evlenmediği; birimiz şunu düşünüyordu, ötekimiz başka bir şey; biri umulmadık biçimde ilerlemişti, öteki şaşılacak kadar kötülemişti – insan doğası ve içinde yaşadığımız şaşırtıcı dünyanın niteliği hakkında bütün o düşünceler doğal olarak bu tür başlangıçlardan çıkıyordu. Ancak bütün bunlar konuşulurken, kendi kendine ortaya çıkan ve her şeyi alıp kendi hedefine doğru sürükleyen bir akıntının farkına vardım, utanarak. İspanya’dan ya da Portekiz’den söz ediyor olabilirdik, kitaplardan ya da yarış atlarından, ama ne konuşulursa konuşulsun, gerçek ilgi alanı bunlardan hiçbiri değildi, beş yüzyıl kadar önce yüksek bir çatıda çalışan duvarcıların olduğu sahneydi. Krallarla soylular koca koca çuvallarda getirdikleri hazineleri toprağın altına boşaltıyorlardı. Bu sahne zihnimde sürekli canlanıyor, sıska ineklerin, çamurlu bir pazar yerinin, sararmış otların ve pinti ihtiyarların yer aldığı başka bir sahnenin yanına yerleşiyordu – bu iki tablo, ne kadar birbirinden uzak, ayrı ve önemsiz olsa da, bir araya gelmeye, birbiriyle çatışmaya devam ediyorlardı ve beni ellerine geçirmişlerdi. Bütün sohbetimizin bozulmasını istemiyorsam yapacağım en iyi şey, aklımda ne varsa sözcüklere dökmekti, şansım rast giderse hepsi silinip gider, Windsor Şatosu’nda açılan mezarda bulunan ölü kralın başı gibi ufalanıp dağılırdı. Miss Seton’a, şapelin çatısında yıllarca çalışan duvarcıları kısaca anlattım, sırtlarında getirdikleri çuval çuval altını ve gümüşü toprağa boşaltan kralları ve kraliçeleri ve soyluları da; sonra günümüz finans dünyasının kodamanlarının gelip, ötekilerin altın külçelerini ve işlenmemiş topak topak altınları bıraktıkları yerlere çekleriyle senetlerini nasıl koyduklarını anlattım. Bütün bunlar oradaki üniversite binalarının altına gömülü, dedim; ama şimdi bulunduğumuz bu fakültenin altında, onun gösterişli kırmızı tuğlalarının ve bahçesindeki vahşi, bakımsız otların altında neler var? Yemek yediğimiz sade porselen tabakların ve (bu noktada engel olamadan dudaklarımdan fırladı) sığır etinin, kremanın ve kuru eriklerin altında hangi güç gizli?
Bak, dedi Mary Seton, 1860 dolaylarında –Aa, ama sen biliyorsun bu hikâyeyi, dedi sonra, sanırım tekrarlamaktan sıkılmıştı. Ve şunları söyledi: Odalar kiraya verilirdi. Komiteler toplanırdı. Zarflara adresler yazılırdı. El ilanları hazırlanırdı. Toplantılar yapılırdı; mektuplar okunurdu; filanca kişi şu kadar vaat etmiş; tam tersine, Mr… tek kuruş vermeyecek. Saturday Review gazetesi pek kaba davranmış. Büroların kirasını ödeyecek parayı nasıl toplayacağız? Kermes mi yapsak? En ön sıraya oturtacağımız güzel bir kız bulamaz mıyız? John Stuart Mill’in bu konuda neler dediğine bir bakalım. Bir mektubu yayınlaması için … gazetesinin yayın yönetmenini ikna edebilecek biri var mı? Lady…’ye bu mektubu imzalatabilir miyiz? Lady… şehir dışında.
Altmış yıl kadar önce sanırım böyle yapılırdı bu işler, muazzam bir çaba gösterilirdi, büyük zaman harcanırdı. Otuz bin pound ancak uzun mücadelelerden, büyük güçlüklerden sonra sağlanabilirdi.2 Görülüyor ki, şarabımız, kekliklerimiz ve başlarının üzerinde kalaylı tepsiler taşıyan uşaklarımız olamayacak, dedi. Sedirlerimiz ve ayrı salonlarımız da. Bir kitaptan alıntı yaparak, ‘Hayatın keyifli yanlarının beklemesi gerek,’ dedi.
Virginia Woolf
Kendine Ait Bir Oda
Çeviren: İlknur Özdemir
Kırmızı Kedi Yayınevi