Tomris Uyar: Edip Cansever’i Turgut Uyar’dan daha çok severim

Tomris Uyar, 1999 yılının Mart ayında anlatıyor: İnsanların ve hayatın içinde olmayı çok seviyorum… Turgut Uyar’ı severim ama Edip Cansever’i daha çok severim… Cemal Süreya’yı şair olarak çok fazla sevmem… İstanbul’dan gitmek istiyorum ama nereye? Evden hızla çıkar, aşağıdan bir taksi çevirir, beni on kuruşluk dolaştır derdim. Sonra dolaşıp eve geri döner, yazmaya devam ederdim…

Gül Ersoy

Müjdat Gezen Konservatuvarı’nda Muzaffer Hiçdurmaz hocamız Sinema dersi için bir röportaj yapmamızı istedi. Sene 1999’du. Telefon rehberinden Tomris Uyar’ın telefonunu bulup, buluşmak için sözleştik. İlk defa Mecidiyeköy’deki evinde tanıştık. Sade, İskandinav tahta koltukları olan seksenler havasını yansıtan bir evdi. Pencerenin önündeki antika ahşap yazı masasında siyah beyaz bir Virginia Woolf resmi duruyordu. Karşılıklı oturup çay içtik ve sohbetimiz kendiliğinden gelişti. Görmüş geçirmiş ve ince bir mizah anlayışına sahipti Tomris Hanım. Hareketleri yumuşaktı. Geçmişi anarken dinç bir yüzü vardı…

Bu sohbetimizin üzerinden 20 yıl geçti. Yazarları, şairleri ve sinema filmleriyle Tomris Uyar…

İçinde yaşayıp ürettiğiniz evlerle ve yaşamla kurduğunuz ilişkiden bahseder misiniz?

Uzun süre kaldığım evler var, daha kısa süre kaldığım evler var. Ev sahibi olmak gibi bir tutkum hiçbir zaman olmadı. Büyükbabam öldüğünde kalan katlar satıldı. En son Tarabya’daki ev satıldı. Önce binalar katlara dönüştü, sonra katlar da gitti.

Yaşama açısından savurganlığım yoktur. Cömertimdir. Sakınmadan para harcamayı isterim. Ondan fazlasını yatırıma sokmayı ya da kar edip, büyütüp çoğaltmayı istemem. Sigara masrafım, sinemaya gidebilmek, güzel bir yerde birilerine bir şeyler ısmarlamak, hediyeler alabilmek önemli. Ev sahibi olmaktan ziyade evlerimin bu tarafları karşılayan yerler olmasına dikkat ettim. Söz gelimi çocuklarım küçük diye Etiler’de oturdum. Etiler’i hiç sevmem ama hiç değilse bahçesi var. Çocuk, bahçede eğleniyordu, sonra İstanbul Erkek Lisesi’ne gitti. O sırada ben de babasıyla Taksim’e taşındım. Evleri biraz da çocuk belirler. Tamamen özgür olamıyorsunuz hayatınızda.

‘İNSANLARIN VE HAYATIN İÇİNDE OLMAYI ÇOK SEVİYORUM’

Onu soracaktım, hem yazar hem de anne olmak zor muydu? Kitaplarınızdan birinde bulaşık yıkamakla ilgili çok sevdiğim bir kısım var…

Bulaşık yıkarken çok düşünürüm. Balık tutmaya benzer. Tuhaf bir şekilde yarısı boş, yarısı doludur. Oraya bir şeyler koyabilirsiniz. Çocuk sahibi olmak ve ev götürmekte de sorumluluk meselesi var. Bu sorumluluklar insanların büyüttüğü kadar, yaptıkları işten ayrı bir sorumluluk değil. Saat kaçta uyanırsınız, saat kaçta iş yaparsınız, yani günü değerlendirdiğiniz sürece çok uzun bir zaman birimi. Mesela çoğu insandan daha çok kitap okumaya zaman ayırıyorum. Bulaşık yıkamak on dakikalık iş, yemek yapmak da öyle. Yemeği kendim yaparım, ev işlerini de çok severim. Vazife şekline gelirse soğurum. Kimse yap demediği için yaparım. Evliliklerimde de kimse beni ev işlerinde mecbur hissettirmemiştir. Zorlanmadım o konularda. Kocam şöyle diyor diye yapmak zorunda kalmadım, bana kalmış bir şeydi. Çok da severim. Eğer o gün çok çalıştıysam, çevirim uzun sürdüyse, yemek yapamadıysam dışarıdan yemek isterim, o ayrı. Yani hayatımın belli yönlerine yardımcı olacak evler seçtim. Karaciğer rahatsızlığımdan sonra tesadüfen taşınmış bulundum. Daha merkezi ve gürültülü bir yerdi. Eski bir apartmandı, yüksek kattaydı. Zor oluyordu. Evlerimin her zaman merkezi olmasını isterim, tiyatrolara-sinemalara yakın olmasını isterim. Evde ışık çok önemli, sokağa bakması çok önemli. Bu evde içeride bir çalışma odası olarak düşünülmüş. Hiç gürültü yok ve çıt çıkmıyor, bir yere bakmıyor. Orada benim aklıma hiçbir şey gelmiyor doğrusu. Sokağa bakmayı daha çok seviyorum. Burada bir köpek geçiyor. Bir kediye gözüm takılıyor. Böyle yaşayan bir dünyada yazı yazmaya alışmışım. Sessiz bir odam olsun, oraya çekileyim yazayım diye bir şey yok. İnsanların ve hayatın içinde olmayı çok seviyorum. Kaç tane öğrencim varsa hayatın o bölümlerini biliyorum gibi geliyor. Genç kalmak değil ama, kendimi hiç yaşlı hissetmiyorum o başka da, yaşama çabası, günün eğilimlerini bilmek isterim. Günün sinemasını, tiyatrosunu, müziklerini bilmek isterim. O yüzden genç insanlara düşkünüm, gençlerin zevklerini merak ediyorum çünkü.

Son dönem sinema filmleri nasıl sizce?

Son dönemde hastalığım yüzünden dışarı çıkmam yasak ama bana anlatıyorlar. Çok parlak bir sinema yok şu anda. İyi öyküleri olmayan çok film yapılıyor. Televizyonda da yeni sinema filmlerine ve dizilere bakıyorum. Mutfağa gidip geldiğimde konuları kaçırabiliyorum ya da kanal değiştiğinde iki filmden biri polisiyeyse, “Hay allah bu nereden geldi” diyorum. Sağlam bir öyküleri yok genelde. Demek ki filmlerin sürükleyici olması için gereken konu bütünlüğü yok. İyi öyküler yok, bunu sadece ben değil Jack Nicholson da söylüyor. İyi bir öyküsü olmayan filmi kurtaran da daha çok ses efektleri, hareket, hız, reklam falan oluyor. Güzel bir film için o kadar büyük bir bütçeye falan gerek yok. Türk filmlerinde en büyük sorun zaman kullanımını bilmemekten geliyor. Konuyu bir öykü olarak ilk on beş dakikada anlatıyorlar, geriye kalan uzatıldıkça uzatılıyor. Saatinize bakıyorsunuz ne zaman bitecek, belli ki bitmiş o, artık sürünüyoruz. Türk sinemasında sinemaya uygun oyuncu çok az. Marilyn Monroe, James Dean iyi oyunculardır. Güzellikleri için demiyorum. Mesela Orson Welles yakışıklı değildir. Steven Mcqueen ve Jack Nicholson da yakışıklı değildir ama iyi oyuncudurlar. Böyle bir imaj olarak aklınızda kalan, bir an bile gözükse Romy Schneider ışığıyla gözünüzü kamaştırır. Sinema oyunculuğu kişisel ışığa dayalı bir oyunculuktur. Tiyatroda çok başarılı bir oyuncu olması şart olmayabilir, çok iyi oynayarak o işi yapabilir ama sinemada öyle değildir. Oyuncu ışığını ve kendini vermek zorundadır. O ışığı ben göremiyorum.

Eski filmlerden sevdikleriniz var mı?

O dönemi değişik buluyorum. Mesela Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”, bir Leyla ile Mecnun öyküsünün farklı şekilde işlendiğini, çabayı görüyorum. O çabayı şimdiki filmlerde göremiyorum. Bazı Türk filmlerini devrimci bir yapıda, Yılmaz Güney etkisinde görüyorum ama konuları değil. Böylece devrimci filmlere kalık, durağan, konuşan insanlar yerleştiriliyor. Böyle filmleri seyrettiğinizde çevre, oyunculardan daha çok rol sahibi. Bu olabilir değil, biraz zordur. Mesela geçen akşam aynı anda iki ayrı kanalda iki film vardı. Biri Türk filmi, yönetmenin adını vermeyeyim. Filmdeki satıcı aklınızda kalıyor ama o sırada kadın ve erkek ciddi ciddi tartışıyorlar. Diğer kanalda “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” vardı, Gary Cooper İspanyol devrimcilerin arasına karışıyor, çok çok güzel bir film değil ama diğer yanda bakıyorsunuz, kadın ve adam “Bu bağlamda bu tartışmayı daha fazla sürdürmenin anlamlı olduğunu sanmıyorum” diyor. Doğal insan konuşması olmayan bir konuşmaydı. Diğer kanalı çevirdim, ihtilal oldu, köprüler havaya uçtu. Diğer filmde kadın ve adam konsere gitmiş. Konserdeki parçanın bir bölümünü dinledik. Diğer kanala döndüm, üç dört yıllık bir zaman savaş zamanı dilimini anlatıyor, diğer filmde tek geceyi anlatıyor, o ihtilalden daha uzun sürdü. İnanılmaz bir malzeme harcaması vardı.

‘SİNEMAYA ÇOK BEL BAĞLAMASAM DA SİNEMA ÇOK ÖNEMLİ…’

Aslında eskiye göre filmlere daha çok para harcanıyor…

İşte çok uluslu, her ülkeye göre çok satar olması için, sadece bir ülkede değil, bütün dünyada çok izlenir olmak için film yapılıyor. O yüzden toplum dışı, vampir, cadı gibi türler deneniyor. Biraz uyuşturmak, göz boyamak, düşünmemeye yöneltmek için yapılıyor. Sinemaya çok bel bağlamasam da sinema çok önemli.

Son dönem popüler olan “Life is Beautiful”u (Hayat Güzeldir)’ nasıl buldunuz?

Sonuna doğru Holywood’a ayak uydurma var ama onun dışında iyi bir film olduğu anlaşılıyor. Başrolü kimse çok övmüyor. “Truman Show” daha iyi bir film. Fikri çok iyi. Günümüzün fikirleri içinde en etkili olabilecek bir fikir…

‘FİLM İSİMLERİNİ BİLMEKLE SİNEMA BİLMEK FARKLIDIR’

Siyah beyaz filmlerle aranız iyi sanırım…

Evet, en sevdiğim filmler siyah beyazdır. Filmden anladığın nedir deseler siyah beyaz derim. En sevdiğim rejisör Michelangelo Antonioni’dir. Yabancı filmleri daha çok severim. Film isimlerini bilmekle sinema bilmek farklıdır. Kendine hangi kısmı mal ettiğin önemlidir.

Televizyon dizilerini izliyor musunuz?

Özellikle izlemiyorum. Edebiyat okumamış insanlar da bu işi yapıyor, Anadolu’dan bir kız da yazabilir bunları. Neyi beğeniyorlar, içli ve anlaşılmayan bir kadın olacak ki seyirci özdeşleşsin, sonra kötü bir koca ya da adam olacak, sonra bu kadın başka bir anlayıştaki adama aşık olacak, bu arada parayla ilgili bir konu çekeceksen, moda defileleri, otel reklamları koyacaksın. Sonra kazık atılacak bir olay yaratacaksın. Hafif bir eleştiri, yolsuzluklar gibi… Sanki bunu yapmakla sen yolsuzluk yapmıyormuşsun gibi. Ya da daha da mütevazi bir diziyse, “İyi ki ben böyle yaşıyorum da param yok” dedirteceksin. Yani izleyen kadınlar “Evellallah kocam bana el kaldırmadı” diyecek hale gelecekler.

Tiyatro için fikriniz ne?

Sanırım Bernard Shaw’undu, bir laf var, onun öyle güzel lafları vardır, “Komedi oyuncularının işi dram oyuncularının işinden çok daha güçtür” der. Çünkü komedi oyuncuları yaşamın komik olmadığını bilir ama inanmış gibi gülünç bir oyunu oynayıp, inandırmak zorundadır. İnanmış gibi gülmek gerekir. İki tane oyun oynuyorsun yani.

‘ÖYKÜNÜN SİNEMAYA UYARLANIRKEN BİRAZCIK DEĞİŞME HAKKI VARDIR’

Öykülerinizden bir sinema filmi çekilmesini hiç düşündünüz mü?

Birileri düşündüler. Ama ben onlardan daha çok düşündüm. İyi anlaşamadıkları için çekim planında sadece açı çekmek kısmında kaldık. Öykünün sinemaya uyarlanırken birazcık değişme hakkı vardır, sonra şikayet edemezsin ama anlaşılamaması farklı. Bir mezarlık sahnesi vardı filmde. Bu mezarlık sahnesini oraya koymam sorunları anlatmak içindi. Güneş gözlükleri, son moda kıyafetler falan öyle bir sahne. Ama birden bu sahne ezanlar var, helvalar yapılıyor, o hale döndü. On dakika falan sürüyordu. Hikayenin şöyle bir geçtiği, bir dakika bile sürmemesi gereken bir sahneydi (gülüyor). Başka bir yerin altını çizmişsiniz, benim demek istediğim bu değildi, çekerken değiştirmiş değil öyküyü anlamamış oluyorsunuz dedim yönetmene. Herhalde anlayacak birileri vardır. Oyuncuların da Türkçelerine tahammül edemiyorum. Türkçe’yi yanlış kullanıyorlar ve diksiyonları çok kötü. O film öyle kaldı. Sonra Safa Önal bir film çekti. “Sarmaşık Gülleri” adı. İyiydi, eli yüzü düzgün çekilmişti ama başka bir şey olarak izledim. Artık öykü değildi. Bir de ders için bir film çekmişti, senin yaşlarında bir kız. Soyadı Kılıç’tı. Adını hatırlayamıyorum. Baya güzel bir filmdi, çok iyi anlamıştı öyküyü. Tahmin edemeyeceğim kadar iyi bir film çıkmıştı ortaya. Bir ödev için yapmıştı filmi. Oyuncular da öyküyü anlayarak oynamışlardı. Bir küçük kız vardı, genelde Türk sinemasında küçük kızlar kötü oynar, bu kız çok iyi oynuyordu. Film sinemada gösterilmedi, doçentlik ödeviydi.

Yalnız mı yaşıyorsunuz?

Bir İran kedim var, onunla yaşıyorum. Karakterli bir kedidir. Arka odada şimdi. Sen gelince gelip kim geldi diye baktı, yine odaya geçti. Salona pek gelmez… Bir oğlum var ama ayrı evde yaşıyor. Torunum yok.

Seyahat etmeyi sever miydiniz?

Eskiden Marmara Adası’na giderdik. Şimdi gitmiyorum, seveceğimi düşünmüyorum. Turist diye bir kategori olduğuna inanıyorum. Uluslararası bir sınıf. Kendi ülkesinde yapamadıklarını yapmaya çalışan, kendi ülkesinde göremediklerini görmeye çalışan bir sınıf. Bunlar o kadar çoklar ki, hemen belli oluyorlar. Türkü, İngilizi, Amerikalısı yok, ortak özellikler hepsinde var.

Gündökümü’nde yazmıştınız ülkedeki değişimle ilgili…

Evet, gittikçe de artıyor. Korkunç bir şey. O benim 1975’te yazdıklarım düşünsene, şimdi 1999’dayız.

Sizin kuşağınızın yine de bizim kuşağımıza göre daha şanslı olduğunu düşünüyorum…

Evet, sizin kuşağınıza göre daha şanslıyız…

‘EDEBİYAT BİR ŞEY ÖĞRENMEK İÇİN OKUNMAZ’

Popüler kitaplar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Pek çoğu psikiyatristleri ilgilendiren şeyler. Okuyucunun elinden bir şey gelmez bunlar için. Popüler yazar ve kitaplardan İrvin Yalom Nietzsche Ağladığında var, Hermann Hesse var, Simyacı var, Susanna Tamaro var. Aslı Erdoğan var. Orhan Pamuk var, onu okumuyorlar ama alıyorlar herhalde, ben bile zor okudum kitabı, sevmedim o başka… Susanno Tamaro hayret verici bir şeydir, kendi eski edebiyatı bilmiyor herhalde, İtalyan edebiyatında onun şimdi yaptığı şey, elli yıl önce yapılmıştı, onun da birden içine doğmuş. Demek ki yol gösterici. Bir de şöyle bir şey var, az okunuyoruz ama sahte okurla gerçek okuru ayıralım. Bir şey öğrenmek için okuyanlar var. Edebiyat bir şey öğrenmek için okunmaz. Mesaj öğrenmek için de okunmaz. Mesaj öğrenmek istiyorsan, solcuysan Kapital’i alırsın, sağcıysan Hitler’in Kavgam’ı alırsın, Mussolini’nin anılarını okursun derli toplu bir sağcı ya da solcu olursun. Ama bu böyle Alpaslan Türkeş’in söylediği üç lafla sağcı olunamayacağı gibi, benim ya da Adalet Ağoğlu’nun ya da Leyla Erbil’in söylediği üç tane sözle de solcu olunmaz. Edebiyat bunlara bir cevap vermez ama birtakım durumlarla karşı karşıya getirir. ‘Sen olsaydın ne yapardın’dan, yönünü çizebilirsin. Ama doyurucu bir cevap alamazsın. Doyurucu edebiyat yapmaya başladığın anda edebiyatın sınırları dışına çıkarsın, eğitici edebiyat yaparsın. İnsanlarla çok dikkatli şekilde birlikte olmak lazım. Benim birçok öğrencim benden daha iyi biliyor fiziği ve matematiği. Ben okuyalı çok oldu. Teknolojiyi de iyi biliyorlar. Şimdi ben onlara benim öğrendiğim Marksizm’i anlatamam. Benim öğrendiğim Marksizm üzerinden bir sürü düşünür geçti. Hepsini okudum ben. Yetinmedim ki onla. Bu noktadaysam, devamını ben de bilmiyorum yani. Marx der ki,  diye konuşamam ben. Onun üzerinden çok sular geçti, şimdi ne kalmış…

‘İSTANBUL’DAN GİTMEK İSTİYORUM AMA NEREYE?’

İstanbul’dan başka hangi şehir? İzmir mi, Ankara mı?

İzmir değil. Ankara’da hiç değilse bir başkent olma ukalalığı vardır. İstanbul için Bizans’tır falan gibi birtakım şeyler diyorlar, İstanbul’da ne Bizanslısı, İstanbul’da İstanbullu bile kalmamış ki, Sivaslısı, Vanlısı burada oturuyor. İstanbul’da deme; Türkiye’de de, Türkiye’dir İstanbul. Türkiye’nin dörtte biri burada. Ben gitmek istiyorum İstanbul’dan ama nereye… Eski filmleri bu yüzden seviyorum. Osman Seden falan, konuları sevmem ama o havayı, o eski Beyoğlu’nu, Belgin Doruk’u… Bir de daha ciddi bir şey var, sinema alanından ele alsan, diyelim Halit Refiğ’in güzel bir dizisi vardır “Aşkı Memnu”. Halit Refiğ yerine bir başkası anlatmak istese, o konak yok, o yer orası değil… Bir ulusun kendi hayatına kıydığı bütün geçmiş mimarisini, kültürünü silmesinden belli olur. Yoksa yeni bina yapmışsın kimsenin umurunda değil. Sen oraya gecekondu koymuşsan, o romanların geçtiği yerler hayal oluyor. Bunu yapamazsın tarihine. Tarihini ayakta tutacak birkaç şey koyarsın oraya. On sene sonra okuyan ‘amma atıyor’ der. Ben biliyorum geçmişi, gençliğimde denize girdim İstanbul’da. Bu da çok eski bir tarih değil, 1985. Rumelihisarı’nda Avcı Restoran’ın önünden denize girerdik. Önce bir iki girdik, boşver bize bir şey olmaz, dedik ama sonra baktık su kirli. Fenerbahçe’den  bir kez girdik. Ayağım girmez o suya. Girmek üzere olsam atlardım da, içinde böyle pis bir şey dolaşıyordu suyun. Mazot falan değil. Ondan sonra yok yani, denize girilmez… Kalan sağlar bizimdir…

En sevdiğiniz yazarlar?

Kafka, Camus, Katherine Mansfield, Çehov… Bizden Sait Faik, Sabahattin Ali, Halit Ziya, Melih Cevdet, bir de bizim kuşaktan Ferit Edgü, Leyla Erbil, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Nezihe Meriç. Nezihe Meriç gözümü açan yazarlardan. Tezer Özlü’yü kişi olarak çok önemli buluyorum. Yaptığı işi bütünüyle çok hoş buluyorum.

Tezer Özlü’nün kitaplarını Demir Özlü’nün yazdığı hakkındaki dedikodu için ne dersiniz?

Hiç alakası yok. Demir ve Tezer’in üslubu o kadar farklı ki, hiç alakası yok. Bir de Tezer kimseye bir şey yaptırmayacak kadar gururlu bir kadındı. Tezer’in yazını benim tarzımdan farklı, ben itirafçı yazın sevmem. Hep kendini anlatan yazı sevmem ama Tezer’in yazıları bir bütün olarak ele alındığında bir yere ışık tutuyor. Ben bu dedikoduya inanmıyorum, böyle bir şey olamaz….

Bilge Karasu ve Oğuz Atay’ı saymayı unuttum. Çok severim.

‘SEVGİ SOYSAL BANA DAHA YAKIN…’

Leyla Erbil mi Sevgi Soysal mı?

Leyla’yı özgün buluyorum ama Sevgi bana daha yakın, yazar olarak ve insan olarak da çok benzeşiriz. Çok daha yakın. Ama Nezihe Meriç, Türkiye’de kadınlığının altını çizmeden, ikisini birden, kendiliğinden ortaya koyabilmesi açısından çok önemlidir.

Şairlerden kimleri seversiniz?

Edip Cansever’i severim, Turgut Uyar’ı severim ama Edip Cansever’i daha çok severim. Mesela Cemal Süreya’yı şair olarak çok fazla sevmem. Tanıdığım insanlardan bahsediyorum, çok yakınlarım yani… Bir de İkinci Yenileri çok iyi anlamış olan şairler var. Haydar Ergülen kötü şiir yazamaz ya da Ahmet Erhan. Çünkü nasıl yazıldığını öğrenmişler. Biliyorlar yani. Ama ah, işte bu, ne kadar güzel yazmış diyeceğim biri yok, çok da arıyorum. Yüreğimi hoplatan bir üslup görmüyorum. Bir dergide bir şiir okudum, çok güzeldi. Ama bir başka şiirini okuduğumda o kıpırtıyı vermiyor bana. Demek ki okurken yanılmışım gibi geliyor. Seyir edebiyatı yapıyor gibiler. Öncesini merak etmiyorlar. Neyi devraldığını bilmiyor, sanki dünyaya gökten zembille inmiş, orijinal olacağım zannediyor. Orijinal olabilmek için daha önce ne yapıldığı bilmek gerek ki, sen neyi bozacaksın bil. Örneğin Picasso anatomiyi o kadar iyi bilmeseydi anatomiyi çarpıtamazdı ki. Çurpuk resim yapardı. Bilip değiştirmek var, bilip karşı çıkmak… Tabii ki Edip Cansever gibi şiir yazma mecburiyeti yok kimsenin, çıkarsın tamamen başka bir şiir yazarsın ama okumak zorundasın. Tamamen başka olduğunu nereden bileceksin çünkü… O zahmete katlanmadan, ben kendim orijinal bir şey yazacağım, zaten dünyada bulunmam orijinal bir şey demek komik. Yeni kuşağın bir kısmında “ben beğendiğime göre iyidir” özgüveni var. Ama bunun bir ölçüsü olması lazım. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir doçenti vardı, tanıyorum, ona her kitabından sonra telefon eder, şurasını çok beğendi, şuraya takıldı derdi. Ben de çok merak ediyorum ölüler okusaydı ne düşünürdü. Şimdiki insan için yazmıyorum anlamına gelmesin ama öncekiler ne derdi, yazarlıkta doğru dürüst bir yerde misin yoksa etrafında mı dolanıyorsun…

İlişkileriniz nasıldı?

İlişki yaşamak bizim kuşakta size göre daha zordu. Mesela eşlerimden biri beni çok kıskanırdı, korkunç boğulurdum. Ama yine de kalırdım onunla. Aşık olmuştuk birbirimize. Taksim’de duvarında kocaman bir delik olan, delikten sokak görülen bir evimiz vardı. Köhne bir yer ama belli bir hoşluğu da vardı, mimarisi belki… O bir yere gittiğinde, evden hızla çıkar, aşağıdan bir taksi çevirir, beni on kuruşluk dolaştır derdim. Sonra dolaşıp eve geri döner, yazmaya devam ederdim. Çünkü dışarıda olmama kızardı. O ilişki o yüzden fazla yürümedi…

gazeteduvar.com

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz