Sözcüklerin kimilerinin karşısında dev, kimilerinin karşısında cüce oluyordum – Murathan Mungan

Yazlar eskittim, kışlar eskittim. Bir sürü kopuk kopuk imge yapıştı yakama. (Çoğunu ben de tanıyamadım) Bırakmadılar yakamı. Oraya, buraya dağılmışlardı, sık sık karşıma çıkıyorlardı, önümü kesiyorlardı. Hayatımın casusu olmuşlardı. Bütün bunlar ne demekti? Sonsuz bir anımsayıştı her şey. Sanki yaşamım durmuş, ancak anımsadıklarımla yaşamamı sürdürebiliyordum. Parçalanmış bir dünya karşısında yüreğimin duyduğu korkulan hiçbir yere sığdıramıyordum. Hiç kimseye anlatamıyordum. Nesnelerin büyütülmüş dünyasında yaşıyordum. Evet, evet şimdi fark ettim -yola çıkarken, tam da yola çıkarken- ben Gulliver’dim. (Daha önce bunu hiç düşünmemiştim. Ya da düşünememiştim) Kimi nesneler karşısında dev, kimi nesneler karşısında cüce olabiliyordum. Bu, ben miydim? Bu benzetme bana ansızın şeyi düşündürdü. Hani kendinden büyüklerin karşısında köpek; kendinden küçüklerin karşısında zorba olan, olabilen insanları. Bütün küçük adamları.
Onlar da bir çeşit Gulliver değiller miydi? Kişiliğimiz parçalandıktan, kimliğimiz bölündükten sonra ne önemi var? Elbette bu hiyerarşi merdiveninde bir basamak kapacağız kendimize. Düşünme. Çok düşünme. Bak gene çok düşünmeye başladın. Vıdı vıdı etmeye. İnce eleyip, sık dokumaya. Düşünme, çok düşünme. O bekleme odasının duvarındaki yazıyı anımsa: Neden herkes dünyayı değiştirmeyi düşünüyorda -DA BİTİŞİK- kendini değiştirmeyi düşünmüyor? Bu yazıyı okuyanlar hemen anlıyorlar hasta olduklarım ve çözümün dünyayı değiştirmek olmayıp, ona uymak olduğunu. O yazıyı kaç kez görmüş, ama üstünde düşünmemiştim. Ama bir gün üniversite öğrencisi bir genç -aramızda iki koltuk vardı. Kanıma dokunuyor şu yazı, dedi. Dönüp baktım. Anlamamıştım. Dünyayı anlayıp, yorumlamakla yetinmeyen; dahası bütün meselenin onu değiştirmek, dönüştürmek olduğunu söyleyenler hasta mı şimdi yani? Yüzüne alık alık bakmaya devam ediyordum. Yani marksistler? demek istiyorum. Hasta mı sayılmalılar? Siz marksist misiniz? diyorum. Evet, diyor marksistim. Ee, peki ne işiniz var burada? diyorum. Ne demek ne işim var? diyor. Ruhsal bunalım geçirmek yalnızca burjuvaların tekelinde mi? Bir marksistin ruhsal bunalımları olamaz mı? Olabilir elbet, diyorum. Ama sizi tedavi etmesini istediğiniz insan da böyle düşünüyor işte, diyorum. Ve duvarına bu yazıyı yazıyor: Neden herkes dünyayı değiştirmeyi düşünüyor da, kendini değiştirmeyi düşünmüyor? İlk kez yazının üzerine düşünmeye böyle başlıyorum.
Ansızın ardında bir ses: Hanımefendi, binmeyecek misiniz?
Hâlâ trenin basamaklarında.
Aa! Evet, evet, tabii bineceğim.
Şiirlerime ağlardım işte. Düpedüz ağlardım. Güzel olup olmadıklarını hiçbir zaman bilemedim. Bildiğim tek şey: onların beni anlattığıydı/ağlattığıydı. Oysa gözlerimin çevresinde kalın çizgiler -giderek koyulttuğum- uzun sürmeler bakışlarımı yalazlandıran; ruhumun karanlıklarından ötürü olsa gerek gözlerimdeki parıltılar… -artık o parıltılar tekin değil- delimsirek gözlerimde ışıltılar ve buzlu cam. Kendini yakan ve kendini koruyan. Buzlu cam.
Elbette benim Gulliver’liğim başka çeşit bir Gulliver’lik. Bu yüzden yaşamım boyunca küçük adamları anladım ve onlardan hep nefret ettim.
Demin, yani az önce “ruhumun karanlıkları” dedim kendim hakkında. Ruh, karanlık mıdır gerçekten? Yoksa karartılmış mıdır? Saklanmış mıdır? Saklatılmış mıdır? Kendimize mi saklatılmıştır? Bir süre sonra kendimiz bile bulamayız onu içimizde. Şeytan aldı götürdü, ben nerdeyim? satamadan getirdi? nerdeyim ben? Bu ben miyim? Şeytan aldı götürdü. Getirdiğinde artık ben, ben değilim. Kendimiz bile bulamayız onu içimizde, aranır dururuz. Sonra temizlik, titizlik, takıntılarımız, aşın düzenlilik, saplantılarımız, gündelik hayatı kendimize zehir etmek için bulduğumuz bir yığın ayrıntıyı bulur çıkarırız. Artık başkalarına gerek yoktur, şeytana gerek yoktur. Kendi başımıza bizi bırakmıştır. Nasıl olsa biz kendimizi gözleriz. Bir yığın ayrıntı, yaşantılarımızı bunlara çengelleriz, tuttururuz. Gerçekten yaşamayan, gerçeği yaşamayan insanların binlerce kuruntusu işte. Haksız mıyız?
Kimse, kimseye hayatını anlatmıyor ki.
Özlemlerini, düşlerini herkes birbirine kilitlemiş.
Haksız mıyız?
Peki diyorum. Tamara’ya niye kızıyorsunuz? Ona niçin öfkeleniyorsunuz? O da toplum dışına itilmiş. Onu da bu dünyadan saymıyorlar. O da ne dünyayı, ne kendini değiştiremeyenlerden. Sözümü kesiyor: Onu karıştırmayın. O başka. O durum başka. O, yozlaşmış burjuvazinin bir artığı. Burjuvazi bu aynım yapmıyor ama, diyorum. Bu kez de o, dediklerimi anlamamış alık alık yüzüme bakıyor. Sıram gelmiş, kalkıp doktorun odasına giriyorum.
Sırtında siyah tayyörü, başında siyah beresi, koltuğunun altında siyah çantası; her şey siyah ve eski bir Amerikan filmi. (Başka bir hayat sunulmadı ki bize, Hayatı filmler sandık) Her şey tasarlanmış, düzenlenmiş, yerli yerine yerleştirilmiş gibi burada. Kalabalığın hepsi birer figüran; düzenlenmiş, yoğunlaştırılmış, uygun yerlere yerleştirilmiş bir kalabalık. -YANİ KALABALIĞIN KULLANIMI BAŞARILI- (Hayatımızdaki bütün kalabalıkların kullanımı başarılı. Bazen hayatımızdaki, bazen yaşamımızdaki kalabalığın) Rastlantıymış gibi duran; “Hayatta da böyle olur zaten” diyerek beğenip, başarılı bulduğumuz bir yerleştirme düzeni bu; defalarca prova edilmiş… Oysa bir komplonun karşısında olduğumu anlıyorum. Hiçbir şeyin farkında değilmişim gibi davranıp bu Bette Davis halimi sürdürmeliyim. Kendimi sınırı geçmeye çalışan demirperde casuslarına benzetiyorum şimdi. Dehşeti ve sevinci aynı anda duyumsuyorum. En azından trene binip buradan uzaklaşıncaya dek bu serinkanlı halimi korumalıyım. Sonra yeniden filmin başına, masum kız olduğum zamanlara geri dönebilirim.
Az sonra bir yönetmen “motor” diyecek. Herkes rolüne, rolünün başına, kendi yaşamına dönecek. Yönetmen henüz yok ortalıklarda. Sete geç gelen, ya da hiç gelmeyen yönetmenlerden (Genç kızlığımın resimli artist mecmuaları) Bugün aranızdan biri ayrılıyor (Önemsiz biri, herhangi biri, herhangi bir “tarihi konuşmayı” ve bir “veda törenini” gerektirmeyen, hak etmeyen biri) Kaçıyor, terk ediyor. Kendi yaşamını hep kamera arkasından seyreden bir mutsuz aranızdan ayrılıyor. Kendi yaşamını hep başkalarına canlandırmış bir yönetmen… Bugün sizi terk ediyor, filmlerinizi terk ediyor, karanlık sinema salonlarınızı, kalabalık film setlerinizi terk ediyor. Sizler birer anekdotsunuz, birer kod, planlanmış, programlanmış, verili hayatlarınızı yaşıyorsunuz. Bense terk ediyorum, sizleri ve bütün filmleri…
Bu kadın ben miyim? Hani şu garın geniş ve derin yankısında, kalabalığın geometrik uzamında şaşkın şaşkın dönenip duran bu kadın ben miyim? Neden hep ilk gençliğimin siyah-beyaz filmleri? neden hep o filmlerin makaslanmış sahnelerini yaşamak istiyorum? Geç kaldım. Artık her şeye geç kaldım. Bütün matineleri, bütün suareleri, bütün seansları kaçırdım. Seyirciliğim de tehlikeli bir seyircilik halini almaya başlamıştı. Hakkını istemeye başlamış bir seyircilikti artık. Bu kadar tutkulu, bu kadar arzulu, bu kadar coşkulu olduğumu ben de bilmiyordum. Haklısınız gözlerimdeki buğulu camlar saklıyordu sizden duygularımı. Kimse yüreğime dokunmak istemiyordu. (Herkes tenime dokunmak, hatta tenimi örselemek istiyordu) Yüreğe dokunmak güçtü, zahmetliydi, emek istiyordu. Gözlerse ruhun aynasıydı. Benim aynamsa buğulu, ruhumsa karanlıktı. Yalnızca mektup yazıyordum. Eski okul arkadaşlarıma (çoğu beni unutmuştu), eskiden mahallemizde oturanlara (çoluk-çocuğa karışmıştı hepsi); Yaz tatillerinde tanıştıklarıma da yazıyordum. Onlar için yaz arkadaşlığıydı yalnızca, bir tek kumsalı paylaşmıştık, iş olsun diye adresler alınmıştı. Yılbaşları, bayramları, tebrik kartları… yaşamımdaki hiçbir şeyi kurtarmıyorlardı. Bir sayıklamaydım artık.
Bir sayıklamayım. Baştan aşağı bir sayıklama. Bir kekemenin sayıklamasıyla yol alıyorum. Bana yol aldıran sayıklamalarım. (Sayıklamaların önemi içeriklerinin kavranmasıdır, kendileri değil; kendileri, kendilerini ele vermek için gizlenirler) Bu gar, bu peron, bu tren korkutuyor beni. Ne de olsa hep o eski Amerikan filmleri. Üstelik filmlerin sürprizli sonlarına katlanacak kadar genç de değilim.
Ortayaşa geldiğimde küçük, kısa öyküler yazmaya başlamıştım. Düzyazı deniyordum. Bizim ülkemizde bütün okurlar yazardır. Biraz da yazardır. Yazmaya başlamak içindir okumaları. Öykülerimi okuyan yakın çevreden birkaç arkadaşım, öykülerimi hep bir iç dökme üzerine kurduğumu söylediler. Gerçi bir öykücülük iç dökme üzerine de kurulabilirdi ama değişik konaklardan geçerek buraya varmak ayrı; öykücülüğünü ta başından beri bunun üzerine kurmak ayrıydı. Oysa insan eğer tüm yaşa-| mini kuruntu üzerine kurmuşsa -ki birçok kişinin yaşama ilkele-f ri dediği şey birer kuruntudan ibarettir- yazdıkları da yalnızca : bir iç dökme olacaktır kuşkusuz. Benim de yaşama üzerine fey lesofça düşüncelerim, zengin görüşlerim vardı ama yaşamım ı yoktu, o ayrı konu. (Niye ayrı konu olsun canım?) Garın kalabalığını yarmış, peronda bekleyen trene binmiş, kompartmandaki yerini almıştı. Pencerenin kıyısındaydı. Bütün I pencerelerin kıyısında yaşamış biriydi. Bütün geçmişi (kendini) uğurluyor şimdi. Yüzlerce insan arasında bir tek tanıdık yüz seçmeye uğraştı. Eski bir okul arkadaşı örneğin; ya da bir süre aynı r; mahallede oturup, sonra uzaklara taşınmış biri. Her gün yolda, l otobüste, ya da sokakta rastgeldiği tanıdık bir yüz… Hiç kimse ama hiç kimse tanıdık değil, yalnızlığını alabildiğine büyültüyor bu ıssızlık. Sanki burada, bu kentte hiç yaşamamıştı, sanki kim-i sesi olmamıştı. Kendini kimsesiz, terk edilmiş bir çocuk gibi duyumsuyor. (Gerçekten kimsesizdi. Ama gibileme yaşamımızdaki bir duyarlığın adıydı artık. Gerçekten “öyle” olsak bile “gibi”yi yaşayarak sahiciliğimizi yitiriyorduk.) Hiç büyümemişti. Büyümeyecekti. Takılıp kaldığı yaşı ise hiç yaşamamıştı. O yaşı tüm ömrüne yaymalıydı. Ya da yaymıştı ama farkında değildi.
Kısacası içini saklamaktan, içini eskitmişti.
Bu kenti terk ediyor şimdi. Terk ettiğinin yalnızca bir kent olmadığını o da biliyor. Kolay olmadı bu karan vermek. Gözlerine inanamaması bundan. Her şeyi ardında bırakıyor, tüm geçmişi. ..
Koskoca peronda bir tek tanıdık bile yok. Bir tek uğurlayanı. Bunca yıl içinde insan, hiç olmazsa kendini uğurlayabilecek birini olsun edinemez miydi? Kimseye haber vermemişti ki gideceğini, hiç kimseye, buradan kaçıyordu. (Zaten kimsesi yoktu. Kimse, kimsenin kimsesi değildi) Düpedüz kaçıyor. Başka adı yok. Davranışına saygın bir tanımlama aramak da gereksiz.
(Hiç kimseye, hiçbir şeye borçlanmadan gidiyorum. Borçlanmadan öleceğim. Kupkuru…)
Tıklım tıklımdı tren. Boğucu bir hava, yağmur sıkıntısı… Kimsenin yüzüne bile bakmadan, bakamadan, herkesi ardında bırakarak… (bırakmak istiyor) Kompartımanımı aradım. (Yaşamım arayışlar içinde geçti. Ne ilgisi var bu durumla canım?) Otuz yedi yaşındayım. Genç değilim artık. (Bir sabah bakarsın ki artık genç değilsin) Son yıllarda çektirdiğin hiçbir resme inanmazsın. Yerim pencere kenarı. Öyle olsun istemiştim. Yarına ertelediğimiz onca şeyden habersiz, hiçbirini yaşamadan… Geç bunları, geç bunlar eski moda duyarlık, bütün hayatım boyunca bana en çok güven veren yer pencere kenarı olmuştur. Hep bizi beklediğini sandığımız şeyden, şeylerden hiçbiri karşımıza çıkmadan, çıkamadan, ya da çıkıp da bizi anlamadan, biz anlamadan… pencerenin kenarı hayatın içi gibi olan dışıdır, korunaklı ve güvenli bir seyircilik sağlar insana. Olayların dışında-sındır. Otobüste, trende, evde, hatta sinemada, tiyatroda sırabaşı… Yatağını duvar kenarına çek; yastığın, başın köşeye gelsin, kimseler ilişemesin sana. Bütün yaşamım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Herkes gözlerimin önünden geçiyor. Herkese ne oluyor ki? Niye yalnız bırakmıyorlar beni? Üstelik tüm yaşamım boyunca yalnız bıraktıktan sonra? Ne bayat bir benzetmedir bu! Benzetme olarak bayattır, ama gerçekte hep böyle olur: İnsanın tüm yaşamı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçer. Ümit etmenin de bir bedeli vardır. Dünyanın en anlamlı sözüymüş gibi geliyor bana. Nicedir bu sözün çevresinde dolanıyorum. Ümit etmenin de bir bedeli vardır. Ne var bu sözde o kadar derin bulunacak, acı verecek? Hiç, kocaman bir hiç! Belki acı da böyle kocaman bir hiçtir aslında. Aslında hiçbir şey aslında değildir. Hep başka bir şeydir. Dur düşün. Dur düşün. Nasıl başka bir şey? Başka bir şey işte. O başka bir şey… Hani tartışırken, hep haksız çıkacakmışız gibi olduğumuzda, durur keseriz karşı tarafın sözünü: O başka bir şey.
Ve sonra durup o başka bir şey olanı anlatmaya çabalarız.
Sözcük oyunları sanılan şeylerin aslındalarını anlatmakla geçti ömrüm. Daha fazla geçemezdi. Sözcüklerin kimilerinin karşısında dev, kimilerinin karşısında cüce oluyordum. Sözcükler de büyülüydü. İnsanların çoğu, sözcüklerden korkuyorlardı. Çoğu kez sözcüklerin kendisi, işaret ettikleri şeylerden çok daha korkutucu, çok daha ürkütücüydü.
Tren hareket etmişti.
Kendim ve bütün geçmişim, kırk vagonlu, kırk kompartmanlı bu trende sonsuza uğurlandık. Sonsuz, gelecekti. Kendi kendimi uğurladım. Kimsesizliğimi kendime hissetirmemeye çalışarak. Belleğimin zembereği bir kez kurulmuştu. Onu durduramıyordum. Tıkır tıkır işliyordu. Her an düşünüyordum, her an yargılıyordum, her an kendimi ve her şeyi gözetliyordum. Di dikliyordum. Her davranışımın nedenini bulmaya çalışıyordum. Bu kez de kendimi anlamakta güçlük çekmeye başlamıştım. Hayrettir kendimi tanımıyordum. Beynim bir saatli bomba gibiydi. Onu durduramıyordum. Gittikçe sonuma yaklaşıyordum. Bomba patlayacak ve ben binlerce parçaya dağılacaktım. Acı çekmenin ötesine geçmek istiyorum. Bu tren beni sınırdan geçirecek. Acının ötesine geçeceğim. Geçmişimden ve kendi hakkımdaki İmgemden sıkıldım. Cuma günleri gittiğim o kirli koridor, o koridorun sonundaki bekleme odası, o masanın karşısındaki yumuşacık koltuk… kendimi burada daha rahat hissediyorum, o koltuktakinden çok daha rahatım burada. İlk kez oluyor bu, ilk kez erinç duyuyorum. Orada da rahatsızdım. Cüce oluyordum. Küçülüyordum. Eşit değildik. Kişiliğim un-ufak ediliyordu.

Kırk Oda
Makas’tan bir bölüm

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz