Kadınların, erkeklerle birlikte insanlığı temsil ettiklerini ifade etme mücadelesinde Fransız Devrimi bir dönüm noktasıdır. Kadın erkekten daha az insan ve erkekten daha az yurttaş olmadığını Devrim sürecinde göstermiştir. Kadın hem kendisi hem sınıfının tanımı bağlamında halkının özgürlüğü hem de sınıfı için savaşmıştır. Bu bağlamda, “Fransız Devrimi kadınların tarihinde yeni bir sayfa açmıştır” demek yanlış olmayacaktır. Bu çalışma ile açılan yeni sayfa okunmaya çalışılacaktır. Böyle bir okuma yapmaktaki amaç, dönemin özellikleri, dönemde şekillenen felsefi düşüncelerin gelişme çizgisinin yol göstericiliğinde, kadının tüm zaman ve mekanlarda var olma mücadelesinin bir örneği olan Devrim içindeki konumunu tam da Devrim içinden göstermektir. Çalışma üç kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda Devrimde kadının rolü, ikinci kısımda Devrimde kadın hakları formülasyonlarının nasıl yapıldığı incelenecek ve üçüncü kısımda ise Devrimde öne çıkan kadın portrelerine birer sınıfsal portre olma özellikleri öne çıkartılmak suretiyle (bu yazının devamı olarak) yer verilecektir.
DEVRİMDE KADININ ROLÜ
Fransız Devrimi’nde eşitsiz bir rol dağılımı olduğunu söylemek mümkündür. Bu eşitsiz rol dağılımını tüm siyasi gruplarda görmek mümkündü. Hem Devrim yanlısı hem de Devrim karşıtı kadınların(1) erkeklerle eşit bir statüye sahip olmamaları bir yana, erkekler nezdinde kötü bir imaja sahiptiler. İkiyüzlülük ve diğer tüm erdemsizliğe dair özellikler kadınlara atfedilirdi. Öyle ki hem Montesquieu(2) hem de Rousseau(3)ya göre erkeklere ikiyüzlülüğü bir diğer deyişle istediğine ulaşmak için gerçek duygularını gizlemeyi kadınlar öğretmiştir.
Kadının kamusal alana girme çabaları en belirgin olarak salon sahipliğinde görülmekteydi (Landes,1990:24). Devrimden önce ve devrim süresince üst sınıf kadınları kamu alanına girmek için edebiyatın, sanatın ve gündemdeki siyasi ve sosyal konuların konuşulduğu salonları kullanmışlardır. Ancak bu salonlar, birçok erkeğe göre erdemin çiğnenmesiydi. Erdemin galip gelmesi için kadının ait olduğu özel alanda kalması gerekmekteydi. Nitekim Rousseau, bu konudaki düşüncelerini “Mösyö d‟Alembert‟e Tiyatro Üzerine Mektup” (1758) isimli eserinde şöyle açıklamıştır: “Aslında onu koruyacağımız yerde kadına hizmet etmekteyiz. Onun emrine girerek onu aşağılıyoruz. Paris‟teki her kadın etrafına kendinden daha kadınsı erkeklerden oluşmuş harem toplamıştır. Hepsi kadının etrafında ona kul köle oluyorlar. Oysa kadının ancak kalbine hizmet edilir.” Rousseau şöyle devam eder: “Ayrılığa dayanamayıp kendileri de erkek olamayacaklarına göre kadınlar bizleri kadınsılaştırmaktadırlar (Hunt,1996:147).”
Bu bağlamda, Devrimin başından itibaren tüm sınıflardan kadının karşı karşıya kaldığı bir bölünme ve bu bölünmenin getirdiği eşitsiz rol dağılımı olduğunu söylemek mümkündür. Erkek kamusal alanda siyasetle, kadın ise özel alanda ailesiyle ilgilenecekti. Tabi ailenin reisi erkek olduğundan, kadının görevi asli olarak erkekle ilgilenmek olacaktı. Proudhon, kadının erkeğin sadece 8/27‟si olduğunu iddia ediyordu (Bendason,1990:56). Erkeğin dörtte biri etmeyen bir varlığın kamusal alanda siyasetle ilgilenmesi beklenebilir miydi? Tabi, Condorcet, Saint-Simon ve Leclerc gibi, kadınlar ve erkeklerin eşit olduğunu savunan erkekler de vardı. Yüzyıllardır kadın, erkeğin tamamlayıcı parçası rolünü üstlenmişti, Devrimle birden bunun değişmesi beklenemezdi. Öte yandan bunun değişmesine en çok katkı sağlayanların Devrim yanlısı kadınlar olduğunu söylemek mümkündür.
Hem Devrim yanlısı hem de Devrim karşıtı kadınlar, ayaklanmalarda eylemciler ile halk arasında hep köprü vazifesi görmüşlerdir. Ancak kadınların tamamının siyasi kaygılarla faaliyet yürüttüklerini söylemek mümkün değildir. Öyle ki sadece yiyeceklerdeki fiyat artışlarına karşı tepkilerini ortaya koymak için isyan eden kadın kalabalıkları da vardı. Siyasi kaygılarla varlık gösteren kadınlar eylemleri ve sözleriyle önce halkı harekete geçirirler, böylece isyan ateşi için kibrit çakarlar (Godineau,1990:75), isyan başladıktan sonra ise erkeklerin gerisinde yer alırlar ve erkek gruplarına müzaheret ederlerdi. Fakat kimi hallerde, örneğin bir mahkumun serbest bırakılması gibi özel bir amaç olduğunda kadınlar mücadelenin hep ön saflarında yer alırlardı. Kadınlar genellikle önce isyanı başlatır hatta eyleme gelmeyen erkekleri korkaklıkla suçlardı. Daha sonra erkekler kadınlara katılır, ardından kadın ve erkeklerden müteşekkil kalabalıklarda kadınlar erkeklerin arkasına geçer ve erkekleri destekler bir rol oynardı.
Devrim yanlısı kadınlar; 14 Temmuz 1789 tarihinde Bastille Sarayı‟nın işgali, kralın İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi‟ni onaylamaması üzerine 1789 Ekim direnişleri, 17 Temmuz 1791 tarihinde Champ de Mars Kıtali, 1792‟de kralın tahttan indirilmesi ve monarşinin tamamen kaldırılması talebiyle 10 Ağustos hareketi, Mayıs-Haziran 1793‟te Jakoben-Jironden çatışması ve Mayıs 1795 ayaklanmaları gibi tüm direniş ve ayaklanmalarda hep varlardı. Özellikle Sankülot kadınların 1793 yılında halk hareketleri içindeki ağırlığı belirgin bir şekilde hissedilir. Örneğin 1789 Ekim direnişinde 5 Ekim sabahı ilk önce kadınlar toplanıp Versailles‟a yürüdüler, onları öğleden sonra Ulusal Muhafızlar izledi. Tüm direniş ve ayaklanmalarda kadınların ağırlığı tehlikeli bulunmuş olacak ki , 23 Mayıs 1795 tarihinde, kadınların beşten fazla kişiden oluşan gruplar halinde toplanmaları yasaklanmış ve aksine davrananların tutuklanacağı duyurulmuştur.
Kadınların tüm bu direniş ve ayaklanmalarda hareketi başlatıcı rol oynamış olmalarına rağmen, devrimci örgütlenmelerin harekete hakim olmalarıyla, kadınlar saf dışı kalmışlardır. Çünkü devrim örgütlü bir yapıyı gerektirmekteydi, oysa ki kadınlar Fransız Ulusal Muhafızları, tartışma meclisleri, siyasal gruplar gibi devrimci kurumların hiçbirinin içinde yer alamıyorlardı. Devrim karşıtı kadınlar da kimi zaman yerel papazları korumak, kimi zaman kilise çanlarının kaldırılmasını önlemek ya da kiliselerin yeniden açılmasını istemek için isyan başlatıyorlar ancak isyan başladıktan sonra erkeklerin gerisinde yer alıyorlardı.
Yurttaşlık haklarından yoksun olan kadınlar mevcut siyasal kulüplerin çoğuna üye olarak kabul edilmiyorlardı. Ancak bu durumun istisnaları da vardı. Örneğin Nicholas Bonneville, Jacques-Pierre Brissot, Jacquas Godard, François Lanthenas, Condorcet‟nin üyesi bulunduğu “Hakikat Dostları Derneği” kadınları üyeliğe kabul etmiştir. Öte yandan söz konusu derneğin siyasi kulüp olmadığını, edebiyat ve sanat derneği olduğunun altını çizmek gerekir. Derneğin dikkat çeken kadın üyeleri arasında Etta Palm D‟Aelders de vardır. Derneğin kadınlar biriminin kurucusu Etta Palm D‟Aelders dır. Kadınlar ilk toplantılarını 25 Mart 1791‟de yapmışlardır, daha çok kadınların boşanma ve miras hakları gibi medeni haklarıyla ilgili konulara eğilmişlerdir. Dernek toplantılarına devam edenler arasında Bay ve Bayan Roland da vardır. “Hakikat Dostları Derneği”nin kadınlar biriminin, zengin kadınlar tarafından yönetilen yardım kuruluşu görevi gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır (Kates,1990:174)
Devrim yanlısı kadınların birçoğu, edebiyat ve sanat faaliyetleri altında siyasal mücadele vermek yerine kendi siyasal kulüplerini kurma yoluna gitmişlerdir. Bu noktada şu hususun altını çizmekte fayda vardır: 1791 Anayasası ile getirilen “aktif yurttaş” ve “pasif yurttaş” ayrımından kaynaklı erkeklerin de hepsinin siyasi kulüplere üye olmaları söz konusu değildir. Dolayısıyla siyasal kulüp kurma yoluna giden kadınların aynı zamanda sınıf mücadelesi de verdiklerinin belirtmek yerinde olacaktır. Kadınlar bu kulüplerde kanunları değerlendirmekte, gazete yazılarını tartışmakta ve karşılıklı yardım faaliyetlerinde bulunmak için bir araya gelmekteydiler. Bu kulüplerin başlıcaları Yasa Dostları Kulübü ve Devrimci Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Derneği idi. Yasa Dostları Kulübü ise Thèroigne de Mèricourt tarafından kurulmuştur. Kadınlar burada kitap okuyor, ülke gündemindeki meseleleri tartışıyorlar ve toplumsal işlerle meşgul oluyorlardı. Devrimci Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Derneği ise Pauline Lèone başkanlığında ve Claire Lacombe sekreterliğinde kurulmuştur. Dernek üyeleri cumhuriyeti simgeleyen üç renkli kokart takıyorlar, kadınların silah taşıması yasak olduğu halde hançer ya da tabanca taşıyorlardı. Derneğin başlıca talepleri, sabit fiyat yasası, eşitlik ve özgürlüktü.
Ne Yasa Dostları Kulübü ne Devrimci Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Derneği ne de diğer siyasal kulüpler erkekler tarafından hoş karşılanmıyordu. 1793 yılı Ekim ortasında Jakoben Konsey Üyesi Fabre d‟Eglantine şöyle diyordu: “Bu kulüpler aile analarının, aile ile kızlarının, kardeşleriyle ilgilenen kızların bir araya gelmesinden oluşmamakta, macera düşkünü, serseri, özgürlüğü seçmiş amazonlardan oluşmaktadır” (Hunt,1996:161).
Bu kulüpler 30 Ekim 1793 tarihinde bir kararname ile Konvansiyon tarafından doğal düzeni yeniden kurma gerekçesiyle yasaklandılar ve kapatıldılar. Kulüpleri kapatan kararnameyi tanıtan raporda Amar, cinsiyetler arasında siyasal ve sosyal rol ayrımı sorununu gündeme getirerek, şu sonuca varıyordu: “Kadınların siyasal haklarını kullanmaları olanaklı değildir” (Godineau,2005:27). Amar, Güvenlik Komitesi adına şöyle diyordu: “Kadının kaderi, doğası gereği özel işler için yaratılmış olmaktır. Bu toplumun genel düzeni gereğidir. Bu toplumsal düzen kadınla erkek arasındaki farkların bir sonucudur. Her cins kendine uygun amaçlar içindir. Erkek güçlü ve diridir; doğuştan enerjik, cesur ve atılgandır. Kadınlar genelde yüksek fikirlere ve ciddi düşüncelere uygun yapıda değildir. Eski çağlarda doğal korkaklığı ve utangaçlığı nedeniyle ailenin dışına çıkamamış olan kadınların Fransız Cumhuriyeti‟nde politik toplantılara katılmasını istiyor musunuz?” (Landes,1990:145) Kadın kulüplerinin kapatılması kadının özel alan dışına çıkmasını engellemeye yönelik bir diğer deyişle kadının özgürlüğünün yok edilmesine dair bir girişimdi. Devrim yanlısı kadınlar söz konusu karara tepki göstermekte gecikmediler.
Söz konusu karardan iki hafta sonra bir grup kadın Paris Kent Konseyine kırmızı şapkalar giyip geldiler. Bunun üzerine Chaumette Konsey üyelerine şöyle seslenmiştir: “Bir kadının kendini erkekleştirmeye çalışması tüm doğa yasalarına aykırıdır. Bu sapık kadınların, bu erkekleşmiş kadınların özgürlüğün simgesini kirletmek amacıyla pazarlarda kırmızı şapkayla dolaştığını Konseye hatırlatırım. Cinsiyet değiştirmek ne zamandan beri serbest? Ne zamandan beri kadınların ev işlerini, çocukların beşiklerini terk edip kamu alanlarına, galerilerde nutuk atmaya, Senatoya gelmeleri kabul edilmekte?” Kadınlara ise Chaumette şöyle haykırmıştır: “Erkek olmak isteyen siz küstah kadınlar! Neyiniz eksik? Başka neye gereksiniminiz var? Bizim gücümüzün yok edemediği tek despotizm sizinki, çünkü sizin despotizminiz aşk ve doğanın eserinin bir sonucu. Doğa adına ne olduğunuzu hatırlayın ve fırtınalı yaşantımıza imreneceğinize bize bu fırtınaları unutturmakla yetininiz. Yaşadığımız tehlikeleri aile kucağında unutalım; sizin bakımınızla güzelleşen yavrularımıza bakarak sıkıntılarımızı unutalım.”(Hunt,1996:162)
Devrim yıllarında, devrim yanlısı kadınlar kendi siyasal kulüplerini kurmadan önce ve bu kulüplerin kapatılması sonrasında da, yerel ve ulusal siyasi konularda tartışmaktan hiç vazgeçmediler. Öyle ki yurttaş olarak kabul edilmediklerinden siyasi organların tartışmalarında yer alamasalar dahi, halka açık Meclis balkonlarında –ki Meclis balkonları seçilmişlerin faaliyetlerinin denetlenmesi bağlamında önemli bir işleve sahipti- hep yerlerini aldılar. Ayrıca Devrim hakkında söyleyecek sözü olan her kadın dilekçe yoluyla görüşlerini kamuoyu ile paylaştı. Bilindiği üzere, dilekçe, devrim sırasında hem erkekler hem de kadınlar tarafından çok kullanılmıştır. Hatta bazı dilekçeler, bizzat dilekçe sahipleri tarafından okunabilirdi.
Kadınlar tarafından kullanılan dilekçelerden en önemlisi Pauline Lèone‟un dilekçesidir. 6 Mart 1792 tarihinde Pauline Lèone, Ulusal Meclise, üzerinde 300‟den fazla Parisli kadının imzası bulunan, Ulusal Muhafızların bir birimi olarak askeri kadın birliği kurulması talebini içeren bir dilekçe sundu ve dilekçeyi kendisi okumak istedi (Levy & Applewhite,1990:89). Dilekçe çok önemliydi çünkü halkın silahlı örgütünün bir parçası olmak vatandaşlığın temel ögelerinden biriydi ve kadınlar söz konusu dilekçe ile aslında vatandaş konumlarının tanınmasını istiyorlardı. Ancak Meclis başkanı “Doğanın düzenini bozmayalım” (Levy & Applewhite,1990:89) diye çıkıştı ve dilekçedeki talep reddedildi. Söz konusu talep 1793 yılında birçok kez yinelenmiş ve reddedilmiştir.
Kadınlar bu dönemde erkeklerle kamusal alanda eşit olma mücadelesi vermekten vazgeçmediler. Öyle ki Eylül 1793‟te bir grup Sankülot kadın, tüm kadınları üç renkli kokart takmaya zorlayan bir yasa lehine kampanya başlattı. Çünkü Temmuz 1789‟dan itibaren üç renkli kokart, vatandaşlığın simgelerinden biri olmuştu. Konvansiyon kampanyanın ajitasyon boyutundan endişelendiğinden, söz konusu yasayı onayladı, kadınlar artık erkekler yurttaşlar gibi üç renkli kokart takabileceklerdi. (Godineau,2005:33).
Devrimde “kadın militanlık” Parisli bir militanlıktı. Devrimde, her direniş veya ayaklanmaya katılan veya fikrini beyan eden her kadın, militan değildi. Karşıt görüşlü kadınların davaları için Paris‟in mahalle aralarında ve sokaklarında çatıştıklarına rastlanabiliyordu. Kırsal kesimdeki kadınlar ise destekledikleri siyasi gruplara hediyeler göndermek suretiyle bağlılıklarını ifade ediyorlardı. Kadın militanlar ya 30 yaşını geçmeyen ya da 50 yaşının üzerinde kadınlar oluyorlardı. Dolayısıyla davalarının başarısı için mücadele eden kadınlar, genellikle bakacak çocukları olmayan kadınlardı (Godineau,1990:64). Oysa ki militan bir erkek 40 yaşında, çocukları olan bir baba olabiliyordu. Bu da Devrimde eşitsiz rol dağılımını ortaya koymaktaydı. Öyle ki devrim sürecinde ideal kadın, Cumhuriyetçi anne kimliğini taşıyan kadındı. Kadının rolü, çocuklarını “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” ilkelerine sahip çıkan cumhuriyetçi olarak yetiştirmeliydi. Dolayısıyla kadın ulusal meselelerin tartışılmasında yer almamalı ancak çocuklarına benimseteceği devrimci ilkeleri öğrenmek için de siyasi toplumun dışında kalmamalıydı.
Devrim karşıtı erkeklerin kadın algısı, devrimci erkeklere göre daha da kötüydü. Öyle ki monarşist teorisyen Bonald, kadını uşak ruhlu olmakla itham etmekteydi. Ona göre Devrim, doğal durumu yani erkeğin uyruk ve iktidar olduğu durumu yıkmıştı (Sledziewski,2005:41). Bonald, bir kadının isteklerini yerine getiren erkeğin Tanrıya ve krala karşı görevlerine yerine getiremediğini iddia ediyordu. İngiliz Edmund Burke‟e göre ise Devrim, evlilik bağını gevşetmiş, cinsel işbölümünün değişmemesi gereken yasalarını ihlal etmiş, evliliği yurttaşlar arası bir sözleşmeye indirgemiştir (Sledziewski,2005:41) .
Fransız kadınları kamusal ortak iyiye aktif bir biçimde katkı sağlamak istiyorlardı. Kendilerini özgür bir halkın üyesi olarak görüyorlardı ancak erkeklerin despotizmini aşmak onlar için hiç de kolay görünmüyordu. Kendilerinden vatandaşlık hakları esirgeniyordu ama aynı zamanda “citoyenne” olarak isimlendiriliyorlardı (Godineau,1990:68). Aslında kadınlar Devrim yıllarında verdikleri mücadelelerle pek çok hakkı kazanmışlardı. Örneğin, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi sonrasında, kız evlatlar mal paylaşımında erkek evlatlarla aynı haklara sahip olmuştu. Mart 1791‟de vasiyetname bırakmadan ölen kişilerin mallarının eşit paylaşımını garanti altına alan bir yasa kabul edilmişti. 1791 Anayasası erkeklerle kadınların olgunluk yaşını aynı terimlerle tanımlamıştı. 1792‟de kadınların kamusal belgelerde tanıklık yapmaya ve uygun gördükleri taahhütlerde bulunmaya yetecek akla ve bağımsızlığa sahip oldukları kabul edilmişti. 1793‟te komünal mallarda pay sahibi olmalarına izin verildi. (Landes, 1990:122) Ancak söz konusu haklar medeni haklardı, siyasal haklar değildi. Kaldı ki kadınlar Napoléon döneminde hazırlanan Medeni Kanunla, Devrim yıllarında kazandığı bu medeni hakların gerisine düşeceklerdir. (Tanilli, 2003:187) Bu bağlamda Devrim yıllarında kadınların “eksik yurttaş”(4) olarak var olduklarını söylemek yerinde olacaktır.
DEVRİMDE KADIN HAKLARI
Devrim herkese “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” vaat ediyordu. Ancak bu herkes içinde kadınlar var mıydı? Devrimci erkeklere göre, kadınlar, özel alanda kalarak, siyasi haklar talep etmeden sadece medeni haklarını kullanarak, bu herkes içinde yer alabilirlerdi. Peki kendi kocasını seçme hakkına sahip olan veya kocasını boşama özgürlüğüne sahip olan kadın, kendi yönetimini seçme hakkı olduğunu düşünüp, bu hakkı alıp kullanmak istemeyecek miydi? Devrimci erkeklere göre, erdemli Cumhuriyet kadınının siyasi bir özne olmayı talep etmesi beklenemezdi. İşte bu ahval içinde kadın haklarının formülasyonunu yapan üç isimden: Condorcet, Olympe de Gouges ve Mary Wollstonecraft‟dan bahsetmek yerinde olacaktır.
Kadın hakları bağlamında; Condorcet kadınların hukuki statüsü, Gouges kadınların siyasal rolleri ve Wollstonecraft ise kadınların sosyal varoluşuyla üzerine çalışmıştır. Kadın haklarının anlamı üçünde de birbirinden farklıydı. Kadın haklarını; Condorcet, siyasal rasyonalitenin gerektirdiği ve Anayasanın geometrisinde talihsiz bir asimetriyi düzelten bir şey olarak; Gouges, kadınların tarihsel seferberliğinin amacı olarak ve Wollstonecraft ise üzerinde ısrarlı olunarak “ezilen cins”in kendini dönüştürebileceği bir şey olarak görmekteydi (Sledziewski,2005:46). Condorcet‟nin görüşleri saf ve teorikti ve kadınların siyasetten dışlanmasına son vermeye yönelik herhangi bir yasa önerisi içermemekteydi. Gouges, kadınları erkek tiranlığından kurtuluş mücadelesine çağırmak suretiyle pragmatik olmayan öneriler getiriyordu. Wollstonecraft ise kadınların ezilmişliğine ve haklarının kültürel boyutuna dikkat çekerek daha pragmatik bir kavrayış ortaya koyuyordu.
Condorcet, kadınların siyasi alandan dışlanmasını, diğer ayrımcılık biçimleriyle eş değer tutmaktaydı. Tüm ayrımcılık biçimlerine karşı çıkan Condorcet, kadınlara yönelik ayrımcılığı eşitsizliğin bir başka biçimi olarak görüyordu. Her türlü eşitsizliğin kalıcılığını hiç bir hukuki merciin meşrulaştıramayacağını bir diğer deyişle kadınlara erkeklerle eşit haklar tanınmamasını gerektirecek bir neden gösterilemeyeceğini iddia eden Condorcet, kadın hakları sorunun genel olarak eşitsizlik sorunu çözüldüğünde ortadan kalkacağını savunuyordu. Condorcet, 3 Temmuz 1790 tarihinde “Journal de la Sociètè”ın beşinci sayısında yayımlanan çözümlemesinde, kadınların yurttaşlık haklarından dışlanması sorununa değinirken şöyle diyordu: “Ya insan türünün hiç bir bireyinin sahici hakları yoktur, ya herkesin aynı hakları vardır ve başka birinin haklarının aleyhine oy kullanan kişi, o kişinin dini, rengi ya da cinsiyeti ne olursa olsun, bu şekilde kendi haklarından vazgeçer.” (Landes,1990:114) Condorcet‟nin kadın hakları sorununu gündeme taşıması kayda değer olmakla birlikte, kadın-erkek eşitliğini hukuki bir mantık sorunu olarak genel eşitlik ilkesinin içinde ele alması, kadın-erkek eşitsizliği sorunun derinliğinin gözden uzaklaştırılması tehlikesini de doğuruyordu (Sledziewski,2005:47). Öte yandan onun, o dönemde, kadın haklarının formülasyonunu yapmaya girişmiş olmasının önemli olduğunun altını çizmek gerekmektedir.
Olympe de Gouges, erkeklerin kadınlar üzerindeki tiranlığının tüm eşitsizlik biçimlerinin kaynağı olduğunu düşünmekteydi. Ona göre, Devrim, Bastille‟in köklerine saldırmamış, despotizmi olduğu gibi bırakmıştı. Ona göre Devrimle tiranlık sadece yer değiştirmişti, dolayısıyla kadınların yapması gereken, erkeklere karşı yeni bir cephe açmak ve hakları için erkeklere karşı mücadele etmekti. Gouges, şöyle diyordu: “Ey kadınlar! Kadınlar gözlerinizi ne zaman açacaksınız? Bu Devrimden ne kazandınız? Daha pervasız bir aşağılanma, daha aleni bir küçümseme. Yozlaşma yüzyıllarında sadece erkeklerin zayıflığına hükmettiniz. İmparatorluğunuz yıkılıyor, geriye ne kalıyor? Erkeğin adaletsizliklerinin mahkumiyeti. Doğanın bilge kararlarına dayandırılan, irsi mülkiyetin üzerinde hak talebi.” (Landes,1990:114) Gouges, İnsan ve Vatandaş Hakları Evrensel Bildirisi‟nin bir aldatmacadan ibaret olduğuna işaret etmek ve bildiride geçen “insan” kelimesinin sadece erkekleri kastettiğini ortaya koymak için 1791 Anayasası‟nın yayınlanmasından birkaç gün sonra “Kadın ve Kadın Vatandaş Hakları Bildirgesi”ni yazdı. Yazdığı bildirgenin 10. maddesinde şöyle denilmekteydi: “Kadının darağacına çıkma hakkı vardır. Mecliste yer alma hakkı da olmalıdır.”(5) Gouges, insan ve yurttaş haklarının hem kadınların hem de erkeklerin hakları olduğunu aksi halde söz konusu hakların evrensellik iddiası taşıyamayacağını savunuyordu. “Kadın ve Kadın Vatandaş Hakları Bildirgesi” özgün bir metin değildi, bununla beraber Gouges‟un dönemin ayrımcılık politikalarına yönelttiği eleştiri itibar edilmesi gereken bir duruştur.
Mary Wollstonecraft(6), Fransa‟da kadının siyasal alanda dışlanmasını adaletsizlik olarak görmekteydi. Ona göre bu durum, erkeklerin insanoğlunun tek gerçek temsilcisi olarak algılamanın ve kadınları rasyonel varlıklar olarak görmemenin bir ifadesiydi. Wollstonecraft şöyle diyordu: “Kadınlara haklardan pay almalarını sağlayın, onlar o zaman erkeklerle erdem konusunda yarışacaklardır. Eğer kadın ergin olursa, yetkin de olur. Yoksa sadece ödevlerle zincirlenmiş, ezilmiş, zayıf bir yaratık ne olabilirse, öyle olabilir.” (Rullmann,1996:272) Wollstonecraft, 1790 yılında yayımlanan “Vindication of the Rights of Women”da kadınların kendi kaderlerini kendilerinin tercih etmesi ve toplumun ortak çabasına nasıl katkıda bulunacaklarına kendilerinin karar vermesi gerektiğini savundu. Wollstonecraft, kadın ve erkek arasında bir görev paylaşımı istemesine ve anneliği Rousseau‟yu anımsatan şekilde yüceltmesine rağmen, kadınların özel alandaki uğraşlarında uzmanlaşma isteğinin de kendi seçimleri olması gerektiğini iddia etti (Landes,1990:130). Ancak o, kadının ezilmişlikten kurtulması için kendi kimliğini inkar etmesine de karşı çıktı. Ona göre annelik, bilgiye ve zekaya aykırı değildi ancak annelik kadının siyasal alandan dışlamasını da gerektirmemekteydi (Sledziewski,2005:50). Wollstonecraft, kadınların cinsel kimliklerinden vazgeçmeden rasyonel bir insan olarak kabul edilmeleri gerektiği esasına dayalı bir kadın hakları formülasyonu yapmıştır.
Condorcet, Olympe de Gouges ve Mary Wollstonecraft‟un yaptığı kadın hakları formülasyonlarının dışında, bu dönemde, kadın hakları formülasyonu olarak kabul edilemeyecek ancak siyasi sistemin demokratikleştirilmesinde kadın-erkek eşitliğine işaret eden, dikkat çekici bir metin vardır, 1793 yılında Montanyar Milletvekili Guyomar tarafından hazırlanan “Bireyler Arasında Eşitlik Partizanı ya da Haklarda Eşitlik ve Gerçekte Eşitsizlik Sorunu” isimli tasarı. Söz konusu tasarının özgünlüğü, kadınların siyasete katılımının demokrasinin zorunlu bir koşulu olarak görülmesiydi. “Kadınlar” diyordu Guyomar, “Cumhuriyetin köleleri”dir. “Kadınların siyasete katılımdan dışlamanın gerekçesi, onların evdeki varlıklarının gerekli olması mı?” (Sledziewski,2005:51) diye soruyordu. Ona göre kadınların siyasetten dışlanıyorsa, bu durumda kadınlara vatandaş denmemeliydi: “Onlara citoyenne değil, citoyen‟lerin karıları ya da kızları deyin. Ya sözcükten kurtulun ya da sözcüğe özünü verin” diyordu (Sledziewski,2005:51). Guyomar‟a göre etkin bir demokrasiye sahip olmak için kadın-erkek tüm insanların siyasete katılımı sağlanmalıydı.
SONUÇ
Fransız Devrimi yılları, kadınların ve erkeklerin bir arada, kimilerinin Devrim lehinde kimilerinin ise Devrim aleyhinde mücadele verdikleri yıllardır. Devrim kadınların tarihinde yeni bir sayfa açmıştır. Kadın erkekten daha az insan ve erkekten daha az yurttaş olmadığını Devrim sürecinde göstermiştir. Kadın hem kendisi hem halkının özgürlüğü hem de sınıfı için savaşmıştır.
Fransız Devrimi‟nde de tüm sınıflardan ve tüm siyasi gruplardan kadının karşı karşıya kaldığı eşitsiz bir rol dağılımı vardı. Söz konusu rol dağılımının bir gereği olarak; erkek kamusal alanda siyasetle, kadın ise özel alanda ailesiyle ilgilenecekti. Kadınlar, Devrim yıllarında da eskiden olduğu gibi, erkekler tarafından, kendi ayakları üzerinde duramayan, başkalarına bağımlı, anne veya kız çocuk şeklinde kimliklendirilmeye çalışılmaktaydı. Öte yandan böyle düşünmeyen erkekler de yok değildi. Ancak Parisli kadınlar kamusal alanda erkelerle eşit bir birey olma mücadelesini vermekten usanmadılar, neticede birçok medeni hakkı kazandılar ve siyasi haklar alanında da epeyce yol aldılar. Bu bağlamda, kadınların kamusal alanda etkin bir birey olarak erkeklere denk olarak var olabilme yolunun açılmasında Condorcet, Olympe de Gouges ve Mary Wollstonecraft‟un yaptığı kadın hakları formülasyonlarının öneminin büyük olduğunun altını çizmek gerekmektedir.
Kadınların Devrim içindeki konumunu tam da Devrim içinden gösterme amacına yönelik olarak Devrim içindeki kadın portrelerine yer verilmiştir. Bu isimler: Thèoigne de Mèricort, Charlotte Corday, Manon Roland, Madam Du Barry, Claire Lacombe, Lucile Desmoulins, Olympe de Gouges‟dur. Söz konusu isimler sonraki yıllarda kurumsallaşacak olan kadın-erkek eşitliğinin ilk tohumlarını atmışlar ve hatta bu tohumları filizlendirmişlerdir.
Mèricourt, siyasal bir düzen kurmanın erkek ve kadın tüm yurttaşlara hak ve sorumluluk yüklediği iddiasıyla; Corday‟in sınıfı adına Marat‟yı öldürmesiyle; Bayan Roland‟ın sınıfındaki politikayla ilgisiz, çocuklarıyla ve ev işleriyle uğraşan kadınlardan farklı olduğunu Jirondin politikacılara destek vererek göstermesi suretiyle; Lacombe‟in Devrimi Devrimci erkelere rağmen savunan bir kadın olmasıyla; Lucile Desmoulins her ne kadar kocasından bağımsız bir kişilik gösterememiş olsa da kocasının yılmaz destekçisi olarak ve Olympe Devrimin gücünün Jakoben erkekler tarafından tüm kadınları ve Jakoben erkekler dışındaki eğilimlere sahip erkekleri hakimiyet altına almak için kullanılmasına karşı kendi yöntemleriyle mücadele etmesiyle kadın-erkek eşitliğinin ilk tohumlarını atmışlardır. Bu kadınlar doğrudan veya dolaylı olarak kadın hakları, sınıfının tanımı bağlamında halkın özgürlüğü ve de sınıfının çıkarları için savaşmışlardır.
Netice itibariyle, Fransız Devrimi kadınların tarihinde yeni bir sayfa açmıştır. Kadın tüm zaman ve mekanlarda var olma mücadelesinin bir örneğini Devrimde içinde de göstermiştir. Kadının farklı siyasi eğilimler içinde yer alarak Devrim süreci içinde verdiği mücadelenin bugünden bakıldığında çok önemli bir kazancı olmuştur: “Yurttaş olabilmenin bir ön adımı olarak eksik yurttaş olmayı başarmak.”
26. Mektupta (Usbek‟ten Ruksan‟a) şöyle denilmektedir: “Bura kadınları bütün ihtiyat ve temkini kaybetmiş bulunuyorlar. …Erkekleri bakışlarıyla takip ediyorlar, onlarla kiliselerde, eğlencelerde, hatta kendi evlerinde görüşebiliyorlar;yanlarında da harem ağaları bulundurmak hiç adet değil! Ora kadınlarında bulunan o asil sadelik ve samimiyet, o kutsal haya ve namus duygusu yerine, burada şamatalı bir şirretlik, aşırı bir saygısızlık var ki, insanın kendisini alıştırması mümkün değil”. (s.105)
38. Mektupta (Rika‟dan İbben‟e) şöyle denilmektedir: “Buradaki insanlar arasında büyük bir münakaşadır almış yürümüş. Acaba diyorlar kadınların sahip oldukları hürriyetleri onlardan geri almak mı yoksa onlarda bırakmak mı faydalıdır?…..Bizim hakimiyetimiz zamanımıza ait olup, sadece bizlere şamil bulunmaktadır. Halbuki kadınların güzellik hakimiyetleri, geçmiş zamanları da kucaklamakta ve bütün cihanı içine almaktadır. ….Peygamberimiz meseleyi bir çırpıda halletmiş ve her iki cinsiyetin hukukunu tespit eylemiştir: „Kadınlar kocalarını şereflendirirler; kocalar da kadınlarını şereflendirirler. Lakin kocaların kadınlardan bir derece üstünlükleri vardır.‟ (s.133-136)
53. Mektupta (Zelis‟ten Usbek‟e) şöyle denilmektedir: “Bütün aşk ve gayreti sevgilisini muhafazaya münhasır olup, asla ona malikiyeti olmayan bir koca ne acınacak durumdadır.”(s.172)
(3 ) Rousseau‟nun kadın algısı. (Rousseau, 2005)
“Kadın ve erkeği, her yerde ve her işte kabiliyetli görerek cinsiyetlerini birbirine karıştıran ve hiç affedilmeyecek bir suistimale yol açmak konusunda pervasız davranan medeni karışıklık…” (s.217)
“Akıllı anneler! Bana inanın ve tabiatı aldatmaya yelteniyormuş gibi hareket ederek kızınızı nitelikli bir erkek gibi yetiştirmekten vazgeçin ve ondan namuslu bir kadın ortaya çıkarın. Şundan emin olun ki bu şekilde hem kendisine hem de bize daha faydalı olur.” (s.218)
“Çocukluğunda disipline alıştırılan bir kadın itaat etmekte zorlanmaz. Küçükken anne ve babasına, büyüdüğünde ise erkeğe ya da erkeklerin kararlarına saygı duymakta güçlük çekmez…….Kadın şikayet etmeden kocasının haksızlıklarına katlanmayı öğrenmelidir.” (s.224)
(1) Server Tanilli şöyle der: “Kadınlar katıldılar Devrim‟e; ancak, bağdaşık bir bütün olmadıkları için, kimi devrimci oldu içlerinden, kimi de karşı-devrimci.” (Tanilli,2003:s.185)
(2) Montesquieu‟nun kadın algısı. (Montesquieu,2003)
(4) “Eksik yurttaş” ifadesi Server Tanilli‟ye aittir.
(5) “Kadın ve Kadın Vatandaş Hakları Bildirgesi” İngilizce tam metni için bknz. http://www.pinn.net/~sunshine/book-sum/gouges.html
(6) Wollstonecraft, 1759 yılında Londra‟da doğdu. Orta sınıf bir ailenin kızıydı. Babası huysuz ve iş hayatında başarısız bir kişiydi, dolayısıyla çocukluk yıllarında zor günler yaşadı. Annesinin ölümünden sonra babasının yeniden Diren Çakmak 744
evlenmesi üzerine kardeşlerinin bakımını üzerine aldı. Bu dönemde dikiş dikti, ders verdi. Bir müddet İrlanda‟da çok çocuklu bir ailenin evinde öğretmenlik yapan Wollstonecraft, bu dönemde “Kız Çocuklarının Eğitimi Üzerine Düşünceler” isimli çalışması yayımlandı. 1788 yılında kadının kaderini kendisinin çizmesi gerektiğini savunduğu “Mary, A Fiction” isimli romanını yazdı, daha sonra “The Analytical Review” dergisine çeviriler ve kitap eleştirileri yazdı. Bu dönemde William Godwin ve Thomas Paine gibi isimlerle iletişim halindeydi. Hayatını yazarlıktan kazanmaya çalışan Wollstonecraft, “A Vindication of the Rights of Men” isimli çalışmasını Edmund Burke‟ün “Reflection on the Revolution in France” isimli yazsını karşı yazmıştı. Birçok alanda yazı kaleme alan Wollstonecraft, William Godwin‟den hamile kaldı, Godwin evliliği zorlayıcı bir kurum olarak yadsıyordu, ancak hamilelik durumu değiştirdi ve Wollstonecraft ile Godwin evlendiler. Ancak Mary Wollstonecarft bebeğini dünyaya getirirken, doğum sırasında kaptığı bir mikroptan dolayı öldü. (Rullmann,1996:265-276)
Diren Çakmak
Ege Akademik Bakış
Araş. Gör. Çankaya Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü