Kadınlığın en eski masallarından biridir Külkedisi. İşitmişsinizdir. Yaşamışsınızdır. Yaşatılmıştır. Bilirsiniz.
Burjuvazinin yükselme çağında, zengin bir sarayın kalın duvarlarını bir ayakkabı tekiyle aşarak sınıf atlayan; dumanlı, gösterişsiz bir mutfaktan ve onun külleri hiç eksilmeyen ocağından kurtulup, bir anda ışıklı saray salonlarında yaşamaya başlayan bu kızı, onun özlemlerini, düşlerini, umutlarını, masalını bilirsiniz. Çok yoksullu zengin ülkelerin birinde Külkedisi diye bir kızcağız yaşarmış. Bu ülke bütün masal ülkeleri gibi uzak bir ülkeymiş. Her yere uzak bir ülke. Uzun kuleli sarayları, uzun soluklu av boruları, gümüş eyerli bembeyaz atların nal sesleriyle çınlatığı gür ormanları olan; halkının mutlu, kralının mutsuz olduğu bir ülke. “Bildiğiniz gibi o küçük ülkeyi yaşlı bir kral yönetiyordu. “
(BİR TIPKIBASIM TÜMCESİ. NEDEN BİLDİĞİMİZE DEĞGİN BİR KAYDA RASTLANMIYOR.)
Çünkü kralın oğlu, zamanı geldiği halde evlenmiyor, gösterilen kızlardan hiçbirini beğenmiyor, hepsine bir kusur bularak, burun kıvırıyormuş. Daha fazla ısrar edilirse de “Benim kadar güzel bir kız bulun evleneyim,” diyormuş. Prens böyle söyleyince eli ayağı bağlanıyormuş herkesin. Çünkü onun aynalar çatlatan güzelliğine eş bir güzellik bulmanın kolay bir iş olmadığını herkes biliyormuş. Kral, Kraliçe ve saray erkanı çaresizlik içinde uğunurken, Prens de giyinip kuşanıp aynalar boyu kendini seyrediyor, ya da atlanıp ormana, ceylan avına gidiyormuş.
Gel zaman git zaman değişik çareler düşünülmüş, değişik öneriler tartışılmış ve sonunda çok büyük bir balo yapılmaya karar verilmiş. BALOLAR ÇAĞIYMIŞ… Hem Prensin de tahta çıkma zamanı gelmiş. Ülkenin dört bir yanına tellallar çıkarılmış, davullar çaldırılmış, her kentin alanına duyurular asılmış.
Bütün ülkeyi bir heyecan kasırgası sarmış.
-Hep öyle derler-
Bütün genç kızlar, ve onların gelinlik çağa gelmiş bütün umutları, bohçalarda, sandıklarda, çeyizlerde bekletilmiş bütün simli düşleri hazırlık içindeydi şimdi. Külkedisinin evinde de bu balo için hazırlıklar daha bir ay öncesinden başlamıştı. Oysa koca ülkede bu baloya hazırlanmayan tek kızdı Külkedisi. Onun bohçaları, sandıkları, çeyizleri, simli düşleri,
umutlan yoktu.
Herkes yeni giysiler, yeni ayakkabılar yaptırır; yeni takılar, t yeni kürkler, yeni mücevherler aldırır; yeni çeyizler ve yeni çehreler edinmeye çalışırken, o dünyadaki ve masaldaki varoluş nedeni olan ocağının başında gündelik işlerini yapıyor, tencerelerini ovuyor, ocağın küllerini döküyordu.
“Eski zamanlarda, bir adamın sevdiği karısı ölmüştü. Adamcağız karısına çok benzeyen kızıyla yalnız kalmıştı. Zavallı kızcağız, annesi gibi çok güzeldi, annesi gibi iyi kalpliydi.” (RİVAYET DİLİYLE YAZILMIŞ BİR METİNDEN)
İyikalpliliğin geleneksel mitolojisi gereğince, Külkedisi de j annesi gibi çok iyikalpli ve çok güzeldi. İyikalplilik hem miras hukukuna benziyor, hem de Mendel Yasalarına göre işliyordu.
“Adamcağız, ilk zamanlarda, karısının ölümü ne çok üzüldü. Fakat, yıllar geçtikçe üzüntüsü azaldı. Sonunda, evlenmeye karar verdi.”
Erkek kalbinin geleneksel mitolojisi gereğince, -hele ‘yıllar’ ile ‘vefa’ arasındaki ilişki de göz önüne alınırsa- Adamın davranışı açık, anlaşılır ve haklıydı.
Adamın yeni karısı, bir dramatik aksiyon başlatacak kadar \ kötü bir kadındı. Kendini çok beğenmiş, isteklerinin sonu gelişmeyen, zalim ve gösterişli bir kadın. Zulmünde bile bir gösteriş ;'” vardı. Varlığıyla dünyaya meydan okuyor gibiydi.
Ve tabii kötükalpliliğin geleneksel mitolojisi gereğince bu kadının tıpkı kendine benzeyen iki kızı vardı. Onlar da anneleri ” gibi iyilik yapmayı sevmezlerdi. (Kendilerini severlerdi.) Hiç iş yapmazlardı. Kadın daha ilk geldiği günden başlayarak, Ülke-[ dişini sevemedi ve üveylik kurumunun işleyişi gereği elinden , geleni ardına komadı. Kendi kızları bütün gün oturuyor, süsleniyor, giyiniyor, geziyor, evin bütün işlerini de Külkedisi yapıyordu. Külkedisi ise üveyannesine ve üveykardeşlerine hizmette kusur etmemek için paralanıyordu.
Külkedisi: Bu adı ona üveykardeşleri takmışlardı.
Bir, kedileri; İki, külleri çok sevdiği için.
Külkedisinin üveyannesine gösterdiği sabırda, mutlak itaatte, ve sonu gelmez buyruklara katlanma azminde kadını çıldırtan bir şey vardı. Külkedisi bu tutumuyla bilmeden de olsa üveyan-nesini çileden çıkarıyordu. Oysa o, bunun farkında olmadığı gibi bir de ‘ne yapsam yaranamıyorum’ diye düşünüyordu. Günün birinde babası da ölünce -zaten artık onun aradan çekilme zamanı gelmişti- Külkedisi, bu zalim kalpli iyi kadının ve tıpkıbasım kızlarının ince zulmüyle iyice baş başa kaldı.
– Külkedisi bulaşıktan yıka.
– Külkedisi çamaşırları yıka.
– Külkedisi yemek yap.
– Külkedisi yerleri temizle. -Külkedisi saçlarımı tara.
– Külkedisi elbiselerimi giydir.
– Külkedisi sökükleri dik.
– Külkedisi dikikleri dik.
– Külkedisi muslukları onar. –
– Külkedisi çöpleri dök.
– Külkedisi dökleri çöp.
– Külkedisi çiçekleri sula.
– Külkedisi taşlığı yıka.
– Külkedisi üst katı topla.
– Külkedisi alt katı topla.
– Külkedisi hem üst katı, hem alt katı topla.
– Külkedisi kendini topla.
– Külkedisi allah belanı versin!
Külkedisi her şeye karşın gene de en güzeldi.
Ne iş, ne yorgunluk, ne uykusuzluk, ne mutsuzluk güzelliğini öldürebiliyordu.
Hayatın öldüremediği bir şey vardı onda.
Belki de son darbeyi yememişti daha.
Balo hazırlıkları içinde geçen o müthiş yorucu günlerde, sanki kendi gidecekmişçesine hazırlıyordu kardeşlerini.
“Yaşlı kral da özel hayatına dönecek, begonya ve gelincik toplayarak rüyalarını gerçekleştirmiş olacaktı.”
(KRALIN RÜYASI’NDAKİ ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK HEMEN DİKKATLERİ ÇEKİYOR. NEDENSE KRALLIKTAN TEKAÜT OLANLAR, DAHA SONRALARI HEP BÖYLE SEVİMLİ İŞLER YAPARLAR. İKTİDAR SONRASI ÇOK SEVİMLİ BÎR ÖZEL HAYAT KURARLAR KENDİLERİNE. YENİDEN İNSANLIKLARINA KAVUŞTUKLARINI MI ANLATMAK İSTERLER, NEDİR?)
“Herkesi memnun etmek için merdivenleri üçer beşer inip çıkıyordu. Ütü yapıyor, nakış işliyor, saç tarıyordu.”
“îyikalpli olduğu için üveykardeşlerine yardımcı olmaktan başka bir şey düşünmüyordu.”
(BAŞKA BİR ŞEY DÜŞÜNEMEMESİNDE, İNSANLARIN MADDİ PRATİKLERİ İLE DÜŞÜNCELERİ ARASINDAKİ O ŞAŞMAZ İLİŞKİNİN ROLÜ OLDUĞU DÜŞÜNÜLEBİLİR.)
Sonunda o gün geldi.
Sonunda o gece geldi.
Kapıya çok gösterişli bir kupa arabası geldi.
Kardeşleri ve annesi, yani üvey ailesi salına süzüle arabaya binip gittiler. Külkedisinin içi boşalmış gibiydi. Bir aydır bütün koşuşturmaları, yorgunlukları, heyecanı ansızın dinmişti. İçini bir ıssızlık kaplamıştı şimdi. Sonsuz bir çöl. Tıkandı, yutkundu, dokumalar ağlayacaktı. Külkediliğini belki de ilk kez anlamıştı. Arkalarından uzun uzun baktı. Araba gözden kayboluncaya dek baktı. Sonra içeri girdi, ocağı yaktı, geçti başına oturdu. Bütün hayatının bu ocak başında geçeceğini düşünerek uzun uzun ağladı.
Sonra sızdı, uyuyakaldı.
Yabanmersini ormanındaki İyilik Perisi uyandı.
Gerindi, silkindi. Uykulu uykulu pencereye dek gitti, dışarı baktı. Hava da, manzara da çok güzeldi. Ama ay ışığında ormanın güzelliğini görüp heyecanlanacak hali yoktu. Gene iş çıkmıştı kendine, söylene söylene giyindi. Bir yandan da büyülü sözcükleri anımsamaya çalışıyordu. Kafasını bir türlü toparlayamıyordu. ‘Bütün bunlar çok uyuduğum için’ diye geçirdi içinden. Son zamanlarda çok uyuyordu. Büsbütün sersem yapıyordu onu bu bitmez tükenmez uykular. Artık çok yaşlanmıştı; belleği iyi çalışmıyor, birçok şeyi unutuyordu. Bunamaya başlamıştı. Bunu itiraf etmekten çok korkuyordu. Belleği her şeyiydi onun. Büyülü sözcükleri, tılsımlı oyunları da unutursa ne yapacaktı sonra? nasıl varolacaktı bu acımasız yeryüzünde? aklından ve zekâsından başka hiçbir şeyi yoktu ki? bu kadar akıllı ve zekiyken niye İyilik Perisi olmuştu hem? Korkunun yardımıyla da olsa güçlendi belleği; bazı büyülü sözcükleri anımsadı, ve bundan ötürü neşelenerek Külkedisinin yanına, yardımına gitti.
Külkedisinden dört fare istedi.
Tavan arasından dört fare getirdi Külkedisi.
Sihirli değneğiyle bir dokundu onlara ki, hepsi de gümüş yeleli, ay mavisi dört küheylan oldular, kapının önünde sahip beklemeye durdular.
Ocağın kıyısında tatlı tatlı uyuklayan iki minik kertenkeleye sihirli değneğiyle bir dokundu ki, sırım gibi iki arabacı hazır oldu.
Sıra arabaya gelmişti.
Bir balkabağı istedi Külkedisinden.
Külkedisi evlerinin arkasındaki bostandan bir balkabağı getirdi. Arkalıksız, hasır, küçük bir iskemleye oturdu İyilik Perisi. Balkabağını kucağına aldı. Körelmeye yüz tutmuş, vidası gevşemiş, kalın ağızlı bir bıçakla ilkin ince bir zar halinde kabuklarını soymaya başladı. Kabuklar ince ince kıvrılıyor, fırfırlanıyordu. Kimi yerlerini soymuyordu kabağın, eşit aralıklı ince şeritler halinde bırakarak üzerini süslüyordu. Bu uzun süslemeden (desenlemeden) sonra sıra kabağın içini oymaya gelmişti. İlkin kabağın üzerinden ve altından enlemesine küçük birer dilim keserek, altını ve üstünü düzeltti, daha sonra yonta yonta çok düzgün, pürüzsüz bir yüzey haline getirdi. Ardından kapı ve pencere yerlerini sivri uçlu bir bıçakla belirledi; Bu kez daha ince ama gene körelmeye yüz tutmuş bir başka bıçakla kapıları ve pencereleri oymaya başladı. (Külkedisinin evindeki bütün bıçaklar, bütün mutfak araçları ıskartaya ayrılacak kerte aşınmış, işe yaramaz hale gelmişti.) Kapıların, pencerelerin oyulmasında büsbütün titiz davrandı, ince bir işçilik ve sinir bozucu bir özen gösteriyordu. Kapılar, pencereler, basamaklar, süsler, nakışlar derken sonunda kabak iyice arabaya benzemeye başladı. Bu arada zaman da bir hayli ilerlemişti. İyilik Perisi, çocukluğunu, çocukluğunun küçük mucizelerini anımsayıp, zamanı unutmuş, bir düş dünyasına dalıp gitmişti. Büyüklerinden masal dinlediği zamanların-daydı şimdi. Periler için bile çocuklukları yitik bir cennetse, insanlar ne yapsındı? Az sonra elleri yavaşladı, hızı kesildi, ardından hepten durdu. Sızmaya başladı, uyuyakaldı.
Neden sonra Külkedisi silkeleyip uyandırdı iyilik Perisini. Ona işini, görevlerini, iyiliğini, yeryüzü ve masal yüzündeki misyonunu anımsattı. İyilik Perisi bunun üzerine eski hızına kavuştu, işini sürdürdü. Az sonra İyilik Perisinin kucağında minik bir at arabası duruyordu.
Sonra ayağa kalktı, eteğindeki kabuklan ocağa silkeledi. Sihirli değneğiyle kabağa bir dokundu ki, kocaman bir kupa arabası bütün görkemiyle ortaya çıktı. İyilik Perisi bir sanatçı gibi yapıtının karşısında çok heyecanlanmış, gene derin düşlere dalmıştı. Çağrışımların uyuşturduğu bir insan yaşlısı gibi davranıyordu zaman zaman. Külkedisi bunu aynımsadığı için bu kez daha erken davranarak dürtükledi onu, daldığı düşlerden çıkardı.
Az sonra atlar koşuldu, arabacılar yerlerini aldılar.
Bütün masal şimdi Külkedisini bekliyordu.
İyilik Perisi ters dönmüş bir tavanın (dibi delik) üzerine çıktı, elindeki sihirli değneğiyle Külkedisine bir dokundu ki,
Cüce ve mutsuzdu İyilik Perisi.
Çirkin ve zekiydi.
Yaşlandıkça daha çok iyilik yapmak istemesine karşın, yaşlandığı için bütün bildiklerini unutuyordu.
Hayatla kendisi arasındaki zamanlamayı kuramamış mutsuzlardandı. Hayat bir peri için bile çok acımasızdı.
Üstelik yerine hiç kimseyi yetiştirememişti. Şimdilerde kimse iyilik perisi olmak istemiyordu. Periler için her geçen gün yeni uzmanlık dallan açılıyordu. Ne yazık ki perilerin dünyası da bir çöküşü yaşıyordu.
Değneğin ucu değer değmez, Külkedisi, Külkedisi oldu.
Ve İyilik Perisi geceyi açıklayan konuşmasını yaptı ona:
Saat on ikide, çalar saat çalar çalmaz ayrılması gerekiyordu saraydan. On ikiden sonra her şey eskisi gibi olacaktı. Bir saatin kadranı, bir masalı tam ortasından ikiye bölüyordu.
Her şey eskisi gibi olacaktı. Araba balkabağı, arabacılar kertenkele, atlar fare, Külkedisi, külkedisi olacaktı.
Külkedisi, İyilik Perisine ve saatin on ikisine söz verdi giderken. Masal onu bekliyordu.
On ikiye kadar olsun onu bekliyordu.
Sarayda şenlikler başlayalı epeyi olmuştu. Salonu yüzlerce insan ve onların yüzlerce umudu doldurmuştu. Eğlenceler, oyunlar ve gece ilerlemişti.
“Prens oymalı koltuğunda canı sıkılmış oturuyordu. Kral ve Kraliçe telaşlı ve umutsuz onu izliyorlardı.”
Mutsuz gözlerle oğullarını izliyorlardı.
Prens ise kımıldamayan gözlerle çevresini seyrediyordu. ! Gözleri durgun ve ölü bir göl gibiydi. Derinliklerinde bir esrarı ve öfkeli bir ejderhayı barındırıyordu.
Salondaki bütün genç kızlardan daha güzeldi.
Bunu en çok kendisi biliyordu.
Bu çirkin oyuna, bu düzmece geceye daha fazla katlanamayacağını anlamış olarak, tam salonu terk etmeye hazırlanıyordu ki, ansızın salona Külkedisi girdi. Ortalığı büyük bir sessizlik kapladı. Dansözler danslarını bıraktılar, kemanlar durdu, ilkin mırıltılar, sonra da ince bir uğultu sardı ortalığı. İnsanlar iki yana çekilerek yol veriyorlardı Külkedisine.
Herkes büyülenmiş gibiydi.
Prens büyülenmiş gibiydi.
“Ne kadar bana benziyor bu kız,” dedi.
Kral begonyalarını ve gelinciklerini düşünmeye başladı.
Herkes gecenin sonunu hain bir umutsuzlukla sezmişti.
Külkedisi güzelliği, görkemi, ışıltısı ve giysileriyle bir göktaşı gibi düştüğü bu salonun yerçekimiydi artık. Prens bu gece masalının çekimine kapılıp gitmiş olarak kendinden geçti.
Ağır ağır yaklaştı Külkedisine,
“Dans eder miydiniz?” dedi.
Külkedisi başını hafifçe kaldırdı, uçuk bir gülümsemeyle:
“Ederdim,” dedi.
Bütün gece dans ettiler.
Ta saat kulesinin canlan ve salonun ayak saatleri ve sarayın, ve kentin, ve ülkenin ve bütün dünyanın saatleri çalana, gongları on ikiye vurana dek dans ettiler.
Birden İyilik Perisinin sözlerini anımsadı Külkedisi.
Ona, zamana ve geceye ve masala verdiği sözü anımsadı.
Prensin kollarından kurtulup, ona hiçbir açıklama yapmadan, yapamadan merdivenlere doğru koşmaya başladı.
Prens ne olduğunu anlamamıştı, ilk şaşkınlığı geçtikten sonra ardından koştu ama yetişemedi ona.
Hiç kimse yetişemedi.
Ondan geriye bir merdiven basamağına takılıp, ayağından çıkmış olan küçücük (ve cam) bir ayakkabı teki kaldı.
O görkemli gecenin bir düş, düş olmadığını gösteren tek kanıt olarak o cam ayakkabı kaldı. İnsan ruhunda kırık bir cam parçası kadar korkuya ve muammaya neden olan o tek cam ayakkabı.
(Hayatımıza dağılmış kırık cam parçacıktan, çıplak ayaklı bir Külkedisi düşü, ve bu korkuyla yaşamanın tetiği,
yani bu masalın yaşarken kimsenin farkına varamadığı gerçeği…
O gece de üzerinden atlandı, geçti)
Prens o gece o tek ayakkabıyla uyudu.
Bütün ülke,
Bütün genç kızlar,
Bütün umutlar, bohçalar, sandıklar, çeyizler,
Bütün begonyalar ve gelincikler uykuya daldı.
Ertesi gün,
Yeniden bütün ülkeye tellallar çıkarıldı, davullar çalındı, kent alanlarına duyurular asıldı.
Prens sevdalanmıştı.
“Ülkedeki bütün genç kızların evlerine gidecek adamlarım.
Ve bu ayakkabı tekini her genç kız sırayla ayağına deneyecek. Her kimin ayağına olursa bu cam ayakkabı teki, onunla evleneceğim.
Duyurum, buyruğumdur.
Böyle bilinsin.”
Prens sevdalanmıştı.
Prensin adamları, o gün sabahın çok erken bir saatinden başlayarak ülkedeki bütün evleri tek tek dolaştılar. Her genç kız sırayla (ve kırık dökük de olsa umutla) bu ayakkabıya ayak uzatıyordu. Her genç kızın içinde cılız da olsa, bu ayakkabı tekinin kendi ayağına olabileceğine dair bir umut vardı. MUCİZELER ÇAĞIYDI. Herkes bir mucizeye inanıyordu. Ansızın bir mucizenin kahramanı olabileceğini düşünü-»yordu. Oysa her geçen saat yeni bir söylenti dolaşıyordu ortalığı:
“Uzak semtlerin birinde bir kızın ayağına olmuş; Prens onunla evlenecekmiş.”
“Doğudaki mahallelerden birinde küçük bir kulübede bir kızın ayağına olmuş; Prens onunla evlenecekmiş.”
“Surların dibindeki yoksul evlerin birinde bir kızın ayağına olmuş; Prens onunla evlenecekmiş.”
Külkedisi bu söylentileri kahredici bir umutsuzlukla dinliyordu.
Prensin adamları mahalleleri, evleri gezmeyi sürdürüyorlardı.
Sonunda masalın ayaklarını sürüdüğü eve geldiler.
Külkedisinin kardeşleri aşkla ve düşmanlıkla saldırdılar ayakkabıya. Bütün çırpınmalarına karşın olmadı ayaklarına. Kanatırcasına uğraştılar. Gene olmadı.
En sonunda Külkedisine geldi sıra.
Beklediği an gelmişti.
Bir minder uzattılar ayaklarının altına, ayakkabıyı ona uzattılar. Yüreği delicesine çarpıyordu şimdi. Minderin üzerinde ışıltıyla duran bu cam ayakkabı tekine uzattığı ayağı, hayatının en büyük dönemecine adım atıyordu. İlkin ayakkabının üzerine koydu ayağını, ardından ayağına geçirmeye çalıştı. Ansızın bütün coşkusu, sevinci, umutlan söndü.
O cam ayakkabı Külkedisinin de ayağına olmadı.
Ertesi gün diye bir şey yoktu.
Murathan Mungan – Kırk Oda
17-20 Aralık 1982 Ankara