“Kıskanıyorlar hepimizi kıskanacaklar.
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak,
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir.
Birazdan akşam olacak sevgilim.
Bütün heybetiyle akşam olacak.
Sevgilim, diyorum, oysa kimsecikler yok yanımda.
Bilmiyorum kime sevgilim dediğimi.
Bildiğim bir şey varsa.
O kadar yeni bir anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi.
Unutup birden zamanı ve yeri.
Onunla bir günü kutluyorum coşarak.
Onunla bir günü kutluyorum sanki.”
Günlerdir bu dizelerini yineliyorum Edip Cansever’in. Sessizlik saatlerinden birinde, ranzamda Yeni Dergi okurken, yakaladım bu dizeleri. Yakaladım diyorum, çünkü uzun bir süredir içimde arta kalmış güzelliği korumak için gösterdiğim çabadan öylesine yoruldum ki, dışardaki güzelliklere eski açıklığımı yitirmiş olabilirim.
Günde bilmem kaç kez sayılmak, hazrol durmak, “burda!” diye bağırmak, dikenli teller, tomsonlar ve üniformalar içinde sıkışmış kalmakla törpülenen beğenilerim, edebiyata, mapushane koşullarıyla pek bağdaşmayan bir meyve gibi bakar oldu.
Kırmızı, sulu bir karpuz dilimini, iyi bir şiirden daha çok düşündüğüm bu günlerde, bu şiirin tadını çakmış olmam bile sevindiriyor beni.
“Voltalarda güzeller
Millet dışarda karpuz yer,
Parmaklığın ardından,
Sevgi Mümtaz’a gülümser.”
Mektuplarımın sonuna böyle dörtlükleri yazarak oyalandığım bugünlerde, Edip’in şiiriyle karşılaşmak, uzun süredir aç kalmış birinin kuşkonmazla doymağa kalkışması gibi. Olsun. Yıldırım Bölge’deki günlerimi bir şiiler noktalamak istiyorum.*
***
Demir kapı açıldı.”Sevgi Soysal, hemen hazırolun sivile gideceksiniz!” dediler; bağırış çığrış arasında hazırlandım, ve Yıldırım Bölge’den ayrılırken, bunca zamandır ilk kez ağladım. Eşyalarım, üstüm başım arandıktan sonra cipe bindirildim. Adliye, savcılık ve merkez cezaevi. Koridorlar, koridorlar-bir odaya girip kayboldum. Daktilomu ve radyomu aldılar. Sana vermelerini söyledim. Sonra yine avlulardan geçtik, bir kilit daha açıldı, yüksek duvarlarla çevrili bir avluya indim, dik merdivenlerden. Avluda kadınlar, kadınlar ve her yaşta çocuklar- hayat karşıladı beni. Sonra “Sevgi” diye bir çığlık. Bizim Yıldırım Bölge’den gelme iki kız kardeşle Sevim Onursal koşarak boynuma atıldılar. Öpüştük. Ve yeniden ağladım. Sonra birbirimizi dinlemeden konuştuk bir süre. Ben Yıldırım’dan, onlar buradan anlattık. Konuşurken başımı kaldırdım, tam başımın üstünde, ipe dizilmiş, kurutulan biberleri, patlıcanları gördüm. Uzun bir süredir gördüğüm en güzel manzara.
Dizleri üstünde bebelerini uyutan, ya da emziren kadınları, sövenleri, göbek atanlarıyla, hayatın o güçlü, ezici kahredici de olsa gerçek yüzünü yansıtanları gördüm.
Sonra, “çay” dediler. Çay, biz Yıldırım Bölge sakinleri için tılsımlı bir sözcük.
Nefis demlenmiş çayı içtik. Yatak dengim o sıra geldi. Alt koğuşta 11 kişiyiz.
Dördü Yıldırım Bölge’den, beşi cinayetten, ötekiler kız satma, yaralama. Demli çayları içtim ardarda. Kızma ama, bol bol da cigara. Beynim boşalmıştı, ne tarihleri hatırlıyodum, ne de olayları. Uzun süredir kendimi nasıl sıktığımı, duygularımı bastırdığımı, devamlı ölçülü ve hesaplı olmaya çaba göstermekten çok çok yorulmuş olduğumu anladım. Anlatırken, başım havada, taş gibi yaşamış olduğum olayların, aslında yüreği kaç parçaya bölebilecek yönlerini kavradım ansızın. Ansızın üzülmenin hayatın parçası olduğunu hatırladım, burada, herkesin “ah, of” çektiği, küfredip dövüştüğü, kaderine ağladığı, aslında iç açıcı olmayan bu yerde ben, taş bir heykelden bir canlıya dönüştüm yeniden. Bana burada yeniden “merhaba” diyen hayatı coşkuyla karşıladım ve en kötü yüzüyle de olsa beni yeniden insanca karşılayan, yüksek duvarlarıyla dış dünyadan koparılmış da olsa, içinde hayatı, memleketimi, insanlarımı yeniden bulduğum bu yeri sevdim. Belki de Merkez Cezaevi’ni ilk seven insanım. Aman insan hayat, insanca olana, benim kadar bağlı olup, bundan böylesine koparılmışsa, başka türlü duyamaz. Sonra, adım söylendi.
Kapıya çıktım. Doğan Tanyer, sevindim. İnsan gibi konuştuk. Hayvan kafesinin dışında bir dostla konuştum. Düşün:
İlk kez yaşaran gözlerimi gizlemeye çalışmadım.
Bangır bangır bağıran radyo ve onu bastıran gürültü ortasında, hayat hikayeleri, şimdiye kadar hiç duymadığım küfürler, şarkılar, çocuk ağlamaları, sevilen ve şamarlanan çocuklar arasında, hiç bir şey duymayarak konuştum, konuştum. Her şeyi birbirine karıştırarak ve düşüncelerimi yeniden sıraya dizmeğe çalışarak. Sonra yemek yedik. Altı kişi. Sevim Abla’yla, kocasını boğmaktan mahkum ama güzel, uzun süredir gördüğüm nice yüzden daha sıcak, daha insanca yüzlü Fikriye’nin pişirdiği köfteleri, kızartmayı yedik. Yere yaydığımız gazetenin üstünde. Hizalarla uzayan masada değil. Bu yemek çok lükse geldi bana, karavanaya alışkın olan midem isyan eder diye korktum.
Sonra -Yıldırım’daki kızlar geldi aklıma- bütün o sevgili yüzler, Nina. Sema, Olca, Türkan, Kazime, Mehtap… Yemek boğazımda yumruk gibi kaldı.
Yemekten sonra, okuma odası oalrak kullanılan bir yer var, ayrıca kadın mahkumlar burada dikiş de dikiyorlar, çalışma odası yani, oraya sığındık, gürültüden.
Hiç bir şey okuyamadım ama. Beynim hala yorgun. Gece haberlerinden sonra , yere, Sevim Abla’nın yatağının dibine şiltemi yaydım. Çok yorgundum, uyuyamadım saatlerce. Tepemde yanan ampule baktım durdum. Sabah uyandım alıştığım gibi erkenden. Ve bir Prusyalı inadıyle jimnastik yapmağa başladımsa da bacağımı çekiştiren bebeler ve üstüme dikilen şaşkın bakışlarla bu işten çabuk vazgeçtim. Buraya gelmemin bir kötü yanı şu; orada kendimi, duygularımı, düşüncelerimi sürekli baskı altında tutmağa alışmıştım, şimdi üstümden o baskı kalkınca sevdiklerime duyduğum özlem bütün dayanılmazlığıyla sardı, kavradı beni-niye böyle durumlar yaratıyorsunuz yahu?
Şimdi sabah çayımızı içtik-senin getirdiğin peynirle çavdar ekmeğini, böyle garip tadlı yiyecekleri yeniden keşfederek, afiyetle mideye indirdik, çok teşekkürler.
Neyse, günler geçsin, geçsin istiyorum ya “dışarıyı” düşünemiyorum. Uzun süre buz dolabında dondurulmuş bir et gibi, dışarıya çıkarılınca korkmaktan, bozulmaktan korkuyorum. Ve böyle bir “dışarı”dan şimdiye kadar hiç bir şeyden korkmadığım kadar korkuyorum.
İçimde yeniden kıpırdanan hayatın tümüyle merhaba…”
Böyle bitiyor Yıldırım Bölge’den sivile gönderilişimin hemen ardından yazdığım mektup. Mektubun sonunda, yine Edip’ten bir dize.
“Ben herşeyin bir bir yok olmasına o kadar çok alıştım ki.
Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki.”
Sevgi Soysal
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu
Bilgi Yayınevi, Ekim 1976, Ankara.
*29 Ağustos 1972