Ulus Baker’le arzu ve istek üzerine bir konuşma: “Köpeğin bakış açısı nedir diye kendimize bir soru soramayız”

Ulus BakerArzu ve İstek kavramlarının başlığa girme sebebi, hakikatinde arzusuz hiçbir şeyin yapılamıyor olması. Özellikle beşeri, hayvani ya da bitkisel bile diyebilirim, arzu tamamen yaşamın temel bir unsuru ve elemanı, özü gibi. Kuşkusuz sanatsal, bilimsel ve felsefi üretim de bunların dışında asla düşünülemez. Mesela şu an buraya gelişiniz, mecbur olanlar da dahil olmak üzere. Başlığı böyle açıklayabilirim. Ve bu süreç içerisinde de yalnızca sanattan bahsedecek değiliz. Ağırlıkla felsefi, tarihsel ve sosyolojik konuşmamız olacak. Konunun değişik alanlarında dolaşacağız. Bazı temel mefhumları kırılma noktaları gibi tartışmayı düşünüyorum. 3-4 temel mefhum var aklımda tartışacağımız.

Basitleştirerek söylersem, benim kendi çalışmalarım açısından da tartışacağımız içerik, sanattan felsefi kavramların çerçevesine kadar oldukça geniş bir alan içerecek, hatta yer yer size zor gelebilecek bazı bilimsel konseptlere bile girmek zorunda kalacağız. Bir de şunu düşünmenizi istiyorum, herşeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret. Tümü değil. Bu, felsefede ve bilimde bile böyle. İki bilim adamı karşı karşıya geldiğinde genelde birbirlerini anlamazlar ve zorunda da değildirler. Zaten çok farklı etkilenme türleri vardır ve konumuz da affectler (duygulanım). Yani bu etkilenmelerin biçimini tartışacağız. Bütün örneklerimiz günlük hayattan olacak çünkü günlük hayatın dışında herhangi bir örnek tırnak içerisinde söylüyorum “hiç kimse söyleyemez” sanırım. Verilebilen bütün örnekler günlük ve olağan hayattadır. Tartışmamızın genel çerçevesi bu kurallar üzerinde işleyecek. Bu kurallar yaptırımcı kurallar değil. Dediğim gibi istediğiniz zaman kesip fikrinizi söyleyebilirsiniz, saçmaladığımda durdurabilirsiniz.
[youtube]https://www.youtube.com/embed/fKC5cIVePI0[/youtube]

Doğrudan doğruya ben ilk tartışma mefhumumu ortaya atmak istiyorum. İlk tartışmak istediğim mefhum “bakış açısı” dediğimiz şey. Nedir bakış açısı? Diyelim ki siyaset meydanı gibi bir yere bilirkişiler ya da olağan kişiler çağrıldı ve görüşleri soruluyor. Orada işleyen tuhaf bir mekanizma ve dikkat çekmek istediğim bir nokta var. Öyle bir yerde görüşünüzü beyan ettiğiniz anda, mesela islam meselesi üstüne bir konuşma açılmış, Yaşar Nuri Öztürk çağrılmış ve görüşlerini tanrının varlığı-yokluğu hususunda beyan ediyor. Burada yine karşı tarafta herhangi birinin çıkıp “Senin görüşün beni hiç ilgilendirmez” deme hakkı ve olanağı vardır. Görüş öyle bir mekanizmadır ki, bir bakış açısının görüş formunda beyan edilmesi gerçekten bir tuzaktır. Özellikle kamusal alan kuramları okuyanlardan içinizde o eksikliği farketmiş olanlar vardır. Benim görüşler toplumu konusundaki genel görüşüm, bakış açısı meftumunun asla bir perspektifin iletilmesi, bir görüşün beyan edilmesi türünden bir şey olmadığıdır. Daha işlerlikte ve yürürlükte olan bir mekanizma olduğunu düşünmemiz gerek. Önce bakış açısı meftumunun ortaya çıktığı çok tuhaf birkaç yerden dem vuracağım. Alman düşünürü Heidegger’in “Dünyayı ve hayatı gözlemleme” konusunda gözlemleri vardır. Dediğine göre Aristo gibi bir adam, deniz yumuşakçasını alıp kabuğundan çıkarıp incelediğinde gerçek hayatı gözlemleyebilir diyor Heidegger. Ne demekti gerçek hayatı gözlemlemek? Kurduğu şey bir labarotuvar değildi demek istiyor. Doğal bir varlığı gerçek hayatta gözlemlemek demek, onu okyanusta yaşarken incelemek görebilmek demektir. Canlı ve yaşadığı gibi görebilmektir. Modern bilim bunu yapmıyor mu? Yapıyor. Ama Heidegger’in söylemek istediği başka bir şey var. Modern bilimin laboratuvar koşulları diye bir şey yaratmış olması. İnsan bilimleri ve beşeri bilimler de bu laboratuvar koşullarından çok uzakta değiller. Toplumu laboratuvar olarak kullanan iktidar mekanizmalarını da çok tanıdık tarih içerisinde. Sosyolojik bir incelemeyi, bir kent incelemesini pekala laboratuvarda yapılan bir deneye benzetebilirsiniz. Tek bir fark vardır belki; o laboratuvarın içerisinde yaşıyoruz. Bilim adamının kendisi de yaşıyor. Heidegger’in söylemek istediği bundan birazcık daha derin bir meseleydi. Modern bilimin kuruluşu, hayat içerisindeki bir akışı gözlemlemeyi ilke olmaktan çıkarmıştır. Okyanustayken canlı olan bir yumuşakçayı Aristo çıkarıp inceleyip yerine bırakabilirdi. Ya da karaya vurmuş ölmekte olan bir yumuşakçanın ölümünü inceleyebilirdi. Ölüm orada hayatın bir vakası olarak vardı. O varlıkla ilişki, laboratuvar koşulları dediğimiz çerçevedeki ilişkiden çok farklıdır. Dikkat ederseniz laboratuvar koşulları dediğimiz tümüyle bir soyut mekanizmalardır. Cetveller, bağımsız ve bağımlı değişkenlerin önceden belirlenmesi, bunun etrafında bir dizi test ve denklem seçilmesi, doğrudan gözlem yoluyla yapılan ya da deney yoluyla yapılan bir test sürecidir. Belki Heidegger’den sonra bir adım daha atıp bu düşüncesini daha da geliştirip verimli kılma şansımız olabilir.

Ünlü Pavlov’u bilirsiniz, köpekler üzerindeki. Koşullu refleks deneylerini yapan adam. Aynı zamanda günah keçisi olarak görülür ve pozitivist bilim anlayışının timsali olarak görülür. Ama bazı yazılarına baktığımı hatırlıyorum, hiç de öyle bir adam değil. Bilimsel duygusuzluğun sembollerinden birisi değil. Bir yerde çok ince bir sözü geçiyor yanılmıyorsam şöyle bir şey diyor: “Sanır mısınız ki benim bu birincil ve ikincil işaretleşme sistemleri, yani dildeki göstergesel koşullanma ile yaptığım bu deneyler köpekler üzerinedir.” Öyle bir şey değil, deney insan üzerinedir diyor. Bütün bu deneyler neden insan üzerinedir? Ben burada dil üzerine araştırma yapıyorum. İnsan dili üzerine. Köpekte eksik olan bir şeyi göstermeye çalışıyorum. Köpekten alamadığım bir cevaba karşılık, insandan aldığım bir sistem var ve biz bu sistemin içerisinde yaşıyoruz. Buna da kültür diyoruz. Buradan da bu araştırmanın köpekler üzerinde değil insanlar üzerinde olduğu anlayabiliyoruz. Başka bir deyişle laboratuvar koşulları bile olsa, test edilen şey köpek değil. Test edenin bizzat kendisi. Doğrudan doğruya o klasik hermenötik meseleleri anlama problemine falan girmeyin. Baştan söylediğim gibi anlamak sadece bir düzeydir. Bir tabloyu gördüğümde onunla coşkusal ve estetik bir ilişki kurabilmek sanırım tabloyu anlayabilmekten önce gelir. Ayrıca Hermenötikçilerin bu anlama problemini esas problem haline getirmelerini de pek benimsemek zor benim açımdan. Bu her şeyden önce bir iletişim problemidir. Daha doğrusu medyanın yaptığı gibi geliyor bana. Heidegger’den başladık ancak bu kadar kasvetli yerlerde dolaşmayacağız merak etmeyin. Sadece bir giriş olarak bir bilimcinin pekala çalışma ve üretim verme sürecinin bizzat kendi zihinsel araçlarını, düşünsel aygıtını test etmek üzerine işlediğini göstermek istedim. Peki bir yumuşakçayı laboratuvar koşullarına koyduğunuzda onu mu inceliyorsunuz acaba kurduğunuz çizelgelerinizi mi inceliyorsunuz? Davranışın kayıtlarını mı inceliyorsunuz? Teori canlı varlıklara mı yöneliyor yoksa zihinsel konstrüksiyona mı yöneliyor? Şimdiye kadar tartıştıklarımız, ikincisinin daha geçerli olduğunu gösteriyor. Ama daha da derin boyutta Heidegger’den aldığımız noktaya sanki Pavlov’un da eklenmesiyle sonun daha da derinleştiği bir boyuta giriyoruz. Çünkü artık bir bakış açısı, algılama ve yönelim problemiyle karşılaşıyoruz. Açık ki çerçeve içerisinde köpeğin bakış açısı nedir diye kendimize bir soru soramayız. Böyle bir derdimiz de yok. Ama onun sezgilerinden vb. bahsedebiliriz. O sezgiler ölçekte bizde bulundu. Bu bakış açısı meftumunu ortaya atışımın nedeni; felsefe, bilimler tarihi ve esas konumuz olan sanat tarihi içerisinde bu bakış açısı meftumu etrafında salt teorik olmayan, bizzat felsefenin bilimin ve sanatın içinde verilen ürünlerde bir bakış açısı probleminin ortaya çıkışı. Bu bakış açısı problemini biraz önce söylediğim gibi hermenötik bir düşünceyle, bir anlama ya da hermenötiğin ötesinde daha modern bir çerçevede iletişim problemi olarak ortaya koyarak, iletişim temasında tartıştığımızda pek bir sonuca varabileceğimizi sanmıyorum. Sözgelimi Gadamer gibi birisi için yaşanmış deneyim, deneyden farklı anlamda, isterseniz öyle düşleyin isterseniz daha bilimsel ve sosyolojik zeminlere oturtmaya çalışın anlamanın bizzat kendisi, her zaman bir ufkun ötesinde ve uzağında kalıyor. Çünkü yalnızca anlamak, varoluşun bir boyutu olmakla kalmıyor. Haz ve acı duymak, arzulama, coşku, tutku gibi düzeyleri (estetik affect’lerin) ne üstünde ne de altındadır. Bunu bir iddia olarak söylüyorum. Gidersiniz eski yunana ve Nietzsche’nin Tragedya’nın Doğuşu metnini bir anahtar metin olarak okumaya kalkarsanız orada “neden duyulur dünya?”nın belli bir noktadan sonra aşağılanmaya başladığının tarihi olarak anlattığını görürsünüz. Anlattığı da şöyle bir meseldir işin aslında. Tragedya’yı Dionysos’cu bir esrime (Kendinden geçme) olarak dolaysızca tanımladıktan ve duyular (affectler) dünyasının bir işi olduğunu göstererek bunları temel estetik kategori haline getirdikten sonra, Apolloncu kutup ile (biçime dayalı) koyup sonra bunların ikisi arasında bir mücadelenin doğduğunu anlatmaya başlar. Tragedya’nın güçlü dönemi Aiskylhos, kısmen Sofokles ve pek az oranda Euripides zamanıdır. Euripides, bir tür alter egosu olan Socrates tarafından esir alınmıştır. Böylece Euripides’in ensesinde, Tragedya sahnesine girmekten geri kalmamıştır Socrates. Çünkü bütün derdi, bir şeyin güzel ya da iyi olması için önce bilinebilir, anlaşılabilir ve aktarılabilir olmasıdır. Önyargısı buydu ve zaten Tragedya’nın çöküşü de bununla beraber gerçekleşiyor. Nietzsche’nin Trajiğin Ölümü eserini bundan ayırt etmelisiniz, çünkü tamamen modern bir olaydır. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Tragedya dediğimiz, ölümle trajik yaşantı biçiminin yok oluşunu, yani hayatın düzlenmesinin, hayatın alımının yerini bir tür orta sınıf varoluş bunalımının alışının, yani bu traik yaşantı biçiminin ölümüdür.

Şimdi köpeğe dönersek yine, onun bir bakış açısına sahip olduğunu söyleyip varsayabiliriz. Herhalde anlama türünden bir bakış açısı değil bu. Daha hetetoren ve bir sürü affectten oluşan, başka bir deyişle “belirli sayıda affect ile” belki insanınki kadar karmaşık görünmeyen, çoğul olabilen bir sürü bakış açısı olduğunu görebiliyoruz. Yemeğe bir bakış, manzarayı seyrediş, haz, elem, keder gibi şeyleri duyduğunu biliyoruz. Hayatla ilişkinin diyebiliriz sanjırım, insandan hiç geri kalmayan temel birimi gibi bir şeyi saptamak istersek bunların affectlerden başka bir şey olmadığını söyleyebilirim. Bir duygulanış ve bir etkilenme, yaşayan bir canlının varlığının temel kanıtı gibi görünüyor. Bu saptamayı önce Spinoza’ya, sonra da bildiğimiz gibi Nietzsche’ye borçluyuz. Bilmeye bu tür ironik bir ayrıcalık tanıyarak bunu vurguladığı bir şey hatırlıyorum. “Bilmeyi en güçlü affectim (tutkum) kılmaya hayatım boyunca uğraştım.” Türünden bir sözü var. Peki bu affectlerin, bakış açıları problemiyle ilişkisi nedir? Buna farklı düzeylerde nüfuz etmeye çalışacağız. Öncelikle bakış açıları bazı dönemlerde sanki ciddi bir sorun haline gelmiş. Çünkü eninde sonunda insanlar toplumsal ve politik varlıklar olarak görüş farklılıklarıyla karşı karşıya geliyorlar. Ve bakış açısı problemini doğrudan doğruya çağıran bir tür rölativizm sorunu meydana geliyor. İnsanlara felsefi ve poliştik düzeyde sağlam zeminler aratan tarihsel süreçlerden bahsediyorum. Ben bu şeyleri genelde yalnızca felsefe ya da siyasi yapısal alanında değil, bilimsel alanda, estetik ve sanat alanında tarihsel sıçramalar biçiminde görebileceğimizi, yani bir kavramın ortaya çıkışı gibi değil her zaman var olan bir kavramın çok farklı politik ve ahlaki göndermelere sahip olmaya başladığı anlar olarak görüyorum. Heidegger’in yaptığı ilk tespiti hatırlayın. Bir bakış açısı farkı söz konusu. Bir gözlemci olarak Aristo ile, incelemeci yani laboratuvarında çalışan modern bilimciyi ayıran süreci kuşkusuz bir dizi tarihsel sürece bağlamak zorundayız. Bu tabi modern bilimin yani rönenansın ortaya çıkışıdır. Ama rönenans sonrasını genel bir ruh hali diye değerlendirmek de tehlikeli olur. Çoğu toplumsal düzen orta çağdakinden pek farklı olmasa bile, tümüyle farklı yepyeni bir dünyaya ilgi, bilme ve yaşama biçiminin önemli bir değişikliğe uğradığını görüyoruz. Bu ilk ve genel bir boyut. Heidegger’in saptadığı duruma tekabül ediyor. En geniş anlamıyla diyebilirim ki antik ve klasik düşüncenin esas olarak ortadan kaybolduğu ve modern düşüncenin ortaya çıktığı tarihsel gelişim önce rönesansın bilimsel devrimleriyle başladı. Ardından Dekart ve Kant’ın metafizik diyebileceğimiz nitelikteki devrimleri söz konusu. Çünkü antik çağın dünyaya şöyle bir bakış tarzı var. Antik çağda Yunanlıların düşüncesinde bir akış var, varlıklar akıyorlar. Zaman bu akışa boyun eğiyor. Tanrısal bir akışın, kader gibi ilerleyen bir akışın dış görünümü. Ama bu süreç tabi ki Kant ile tam tersine dönecektir. Ama bu akış içerisinde varlıklar ne yapıyor? Sorun varlıkların ne yaptığını düşünmeye geldiğinde, antik yunanlı estetik bir düşünceye başvuruyor. Yani duyumsanabilir şeylerin ikincilliği. Bilinebilir şeylere göre ikincilliği. Antik yunanlı, varlıkların, formların ardışıklığından oluştuğunu düşünür. Yani varlıklar bir nevi pozlar verirler. Doğa bize duruşlar verir. İdeal, ayrıcalıklı anları vardır bir hareketin. Bu ayrıcalıklı anların en ayrıcalıklı olanları da vardır, buna telos diyorlar. Yani hedef. Bir formun aktüelleşmesi. Aristo’nun ünlü formlar öğretisinin en basit anlamı budur. Bir ebedi formdan başka bir ebedi forma geçiş. Bu formlar idealdir elbette. Bunlar arasında varlık değişik pozlar veriyor. Aynı bir dans gibi. Dolayısıyla bütün yunan estetik anlayışı da, müziği dansı nasıl pratik ettikleri de dahil olmak üzere, mimarilerinin nasıl olduğu da dahil olmak üzere bir formlar öğretisi söz konusudurç. İlle de felsefede telaffuz edilmiş olması gerekmez. Felsefede ayrıca bir formlar öğretisi vardır. O da buna boyun eğer. Bu formlar düşüncesi, bu biçimler düşüncesi asla bizim modern anlamdaki biçimcilikle alakası olan bir şey değil. Biçimcilik, biçimciler dünyası darmadağan olduğu için bir araya gelmiş bir süreçti. Ve belli bir noktadan sonra miadını doldurdu ancak umarım tekrar patlak verdiği anlar olur. Bu bir değer yargısı değil. Herhangi bir şeyin ölümü pek istediğimiz şey olamaz sanırım. Doğanın pozlar vermesi şöyle bir şey. Mesela Müzik nasıl elde edilecektir? Bir teli 2/3 ve ¾ oranında böldüğünüzde bu oranların karşılaştırılmasının anolojisini aldığınızda beşli klasik yunan müzik skalasını elde edersiniz.

Deşifre:İlkan Akgül
Kaynak: jiyan.org

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz