Zulmet Sevinci
Öğlen karavanasında hiç bir şey yemedim Tedirginim. Bugün mahkeme günü. Karar verilir ya da verilmez, tutukluluğum kaldırılır, ya da kaldırılmaz, beni tedirgin eden bunlar değil. Uzunca bir süredir, burada, bu ahırdan bozma koğuş tayım. Kırk kadar kız. kadın, birlikte. Koşullar kötü, baskı gün gün artıyor, ama mutsuz değilim Hatta, daha tuhafı, sanki şu sırada dışarda olabileceğimden daha mutluyum. Dışarda hayat, bir yığın sorunla abanırken üstüme, daha daha aba-nacakken tam, tutuklandım. Şimdi yeniden bir leyli okul yaşamı tadıyormuşum gibi. Yeni bir bahar içimde. Burada nice baskı, zorluk olursa olsun, yine de hayatın, gündelik hayatın o insanı kıl testeresiyle ince ince eskiten zorluğu yok burda. Hapislik biraz da sorumsuzluk.
Ne zamandır çıkarmadığım eşofmanımı bugün attım üstümden. Tutuklandığım günkü kahverengi etekliğimi bavulumdan çıkardım. Buruşmuş. Islak bezle düzelttim buruşukları. Kaç gündür ilk kez saçlarıma özen gösterdim. Naylon çorap, topuklu pabuç giydim. Bütün bunları özlemiş miydim? Hayır. Rahattım eşofmanım ve lâstik pabuçlarımla. Ama şimdi, mahkeme zoruylada olsa, giyinmek iyi. Değişiklik adına değişiklik sevmeyi geride bıraktım, evet. Yine de başka bir gün bu; değişik bir gün.
Mahkemenin sonucu hayatımı bir anda değiştirebilir. Bu geceyi burada, bu ahırdan bozma koğuşta değil, evimde, sevdiklerimin yanında geçirebilirim. Bunları düşünmeyişim, sadece eteklik, çorap, pabuç gibi ayrıntılar üstünde duruşum bir korunma duygusu mu? Tutukluğumun sürmesine karar verilirse üzülmemek için mi? Yokluyorum içimi. Sadece bir kaç saatliğine de olsa dışarı çıkmakla ilgiliyim. Ne eksik, ne de fazla.
Adım çağrıldığında hazırdım. Çantamda bir kaç mektup. Onları mahkemede rastlayacağım erkek tutuklulara vereceğim. Onlar da sahiplerine iletecekler. Bizim koğuşta kocası Mamak’ta tutuklu bir kaç arkadaş var. Sansürsüz mektup yazmak istiyorlar bazı bazı. Şimdi kafam mektupları polis odasından kaçırmakla meşgul. Bugün Zafer’in nöbet günü. Zafer, kadın polislerin en kötüsü. Bir gardiyanın yapabileceği kötülükler yetmiyor ona. Kötülükte bile hırs sahibi olanlardan. Kocası «Mit»te. Zafer’in sıradan polisliğe kendini sığdıramayışı belki bundan. İşini küçümseyişi kötülüğünde tutarsız kılıyor onu. Büyük eziyetler peşinde koşarken görevini aksatıyor. Şimdi de, çantamı aramayı, bu iş sıradan bir polis işi olduğu için yapmayabilir. Çok daha önemli görevler yakıştırıyor kendine.
«Selâm verin!»
Ses etmeden uyuyorum Zafer’in buyruğuna. Çantamı aramaması önemli benim, benim için Kötü kötü süzüyor beni.
«Bugün mahkemem var!»
Zafer’le konuşmaktan hep kaçınırım. Bana şaşkınlıkla bakmıyor.
«Belki tahliye olurum.»
Gözleri parlıyor. Ona sunduğum, küçük eziyet fırsatına hemen atlıyor.
«Tahliye olacağınızı sanmam. İddianamenizi okudum.»
«Ya demek öyle!»
Üzülmüş gibi yapıyorum. Tahliye olmadığım zaman üzülüp üzülmeyeceğimi şimdiden kestiremem. Tahliye beklediğim de yok. Zafer oltayı yutuyor. Beni üzdüğünü sanarak, kendine yakıştırdığı yeni görevle meşgul. Çantamı aramayı unutur.
Unutuyor da. «Sizinki gibi suçlara artık en azından beş yıl veriyorlarmış.» Bunları söylerken gözlerinin dingili gözlerime dikili. İnce bir işkenceci, sorgucu sanıyor kendini. Gözlerim Zafer’inkilerle karşılaşıyor. Güzel gözleri var. Polis üniforması içindeki vücudu da biçimli. Konuşmasa, üstüne bir kazak pantolon geçirse, güzel bir üniversite öğrencisinden farkı kalmaz. Bir iki devrimci slogan da belledi mi kendisini yutturur. Zafer de bunun farkında. Hukuk gibi sivil konulara el atmağa kalkışması, kendisini sıradan polislikten çok sivil polisliğe, hatta ne olduğunu bilmediği, sadece bazı casusluk filimle-rinde görmüş olduğu ajanlığa yakıştırmasından. Şimdi beni de karşı casusluk teşkilâtından bir casuse gibi görüyor. Ansızın, durum hiç gerektirmezken, gözlerinde beklenmedik bir ışık yakarak, «ananız Romen mi sizin?» diye sorabilir.
Olmadık anlarda olmadık işgüzarlıklar yapmak Zafer’in başlıca özelliği. Ellerimizde kovayla süpürge, koğuş temizliği yaptığımız bir anda
tepemize dikilip ağzımızdan lâf almaya kalkışabilir. Hem de zırvanın zırvası bir konuda. Ayak bileğinize kadar pis sulara gömülmüş, süpürgeyle suları koğuşun dışına süpürmeğe çalışırken, bilmiş bilmiş sorar :
Tütün romanını daha çok Mao’cular okuyor galiba değil mi?» O an gözlerinize hücum etme si kaçınılmaz olan kızgınlıktan da kendine göre pay çıkarır. Albay’ın teftişinde, bunu kullanarak ilgi çekmeye çalışabilir.
«Bu yasak kitaplar listesi çok yetersiz albayım. Meselâ. Tütün diye bir roman var, Mao’ cular hep onu okuyor, bakın eskimiş bile.»
Bu arada, koğuşta saklanmış kitaplardan birini, örneğin Kıvılcımlı’nın bir kitabını ele geçirdi diyelim. Hemen bilgiçlik taslar :
«Kıvılcımlı mı? O ölmemiş aslında, buraya gönderilen sahte bir ölüymüş.»
Sonra bizi şaşırtıp aklımızı karıştırdığına sevinirken kitabı koğuşta unutur. Zafer bu tavrını da sürdüremez. Bütün oluşmamış kişiler gibi tutarsızdır. Sivil ajan pozundan mahalle kadını ha-setçiliğine atlar. Görüşte, kızlardan birinin kocasını kıskanmışsa hemen başlar :
«Benim kocam çok yakışıklıdır. Cüneyt Arkın gibi.» Sonra ettiği bütün eziyetleri unutup hayatını anlatmağa koyulur.
«Orhan atletti, yurt dışı müsabakalara katıldığı için ona «Mit»ten teklif yapmışlar, benim amcam da emniyettedir, beni görür görmez beş yıllık nişanlısını bıraktı.»
Kendisine iyi selâm vermedi diye «Hamam yasağı» koyduğu aynı kıza «hamileyim galiba, midem bulandığı için çiklet çiğniyorum» diye açılıverir. Yeri geldiğinde de «ağızlarından söz almak için onlara bazen yakınlık gösteriyorum» diye albayın gözünü boyamayı unutmaz.
Zafer çantama bakmadı. Ötesi önemli değil. Kelepçeleri taktırtmayı unutmadı ama. Bana kelepçe takılması hiç rahatsız etmiyor beni. Hatta bundan belirli bir tad çıkardığımı bile söyleyebilirim. Başa gelen şeyi bütün boyutlarıyla yaşamak, denizin dibine varmak, belâyı bile bütünlüğü içinde sevmek. Tutuklandıysam. tam tamına yaşamalıyım bunu, bir şeyler değişmeli bende, tutuklanmadan önceyle sonrası arasında nasıl olsa değişecek olan, gözle görülür elle tutulur biçimde değişmeli, arada çok şeyler olmalı, her olay iz bırakmalı, her acı değmeli.
Cipin arkasına zor tırmandım. Ellerim önümde kelepçeli olduğu için tutunamadım bir yere. Beni mahkemeye götürecek olan astsubayın kolumdan tutup cipe binmeme yardım etmesinden korktum. Neyse ki böyle bir şeye kalkışmadı. Acı çeken bir yandan seyreder kendini, kendisini acısına yakıştırmağa çabalar. Kimse sevmez acısına su katılmasını, hele zorlukları ortadan kaldırmayacak yardımlar, bu yardımlar düşmandan geliyorsa üstelik, nefret uyandırırlar. Kim düşmanın, sadece kendisini rahatlatmasına yarayan yardımlarını sever ki?
Astsubay gereksiz incelikler göstermeyecek kadar anlayışlı neyse. Rolüne uygun davranmasını biliyor. Kurbanına iyi davranmaya kalkan cellâd, örneğin son anda «geçmiş olsun bayım» demeye kalkan; ya da on beş yıla mahkûm ettiği sanığa, «çok üzüldüm, allah kurtarsın» gibisine tesellide bulunmağa kalkan yargıç; kötünün kötüsüdürler mutlak. Düşmanın, kinin tadını elimizden almaya hakkı yoktur. En büyük haksızlıktır bu.
Yanıma tomsonlu jandarma oturtmadılar bu kez. Belki cipin arkası dar olduğu için. Bundan önceki gidişimde, cezaevi arabasına bindirmişlerdi, iki yanımda tomsonlu iki jandarmayla.
Beni mahkemeye götürmekle görevli astsubay şoförün yanına oturdu. Şoför de astsuoay galiba. Aslında rütbelerden anlamıyorum. Cip sarsılarak yola koyuldu. Yıldırım tutukevinin o kuş uçurtulmayan kapısından hızla çıkmak anlamsız, gündelik bir şey gibi. Yıldırım tutukevinin. beni bu cipin götüreceği her yere yayılabilecek bir coğrafyası olduğunu bildiğimden.
Mahkemeyle tutukevi arasındaki yol uzun değil. Dışarı çıkacağım için sabah beri duyduğum sevinç şimdi biraz anlamsız geliyor. Ama cip mahkemenin olduğu yöne değil, şehir içine giden yöne sapıyor. Cipin arkasındaki ufak pencereden büyük bir dikkatle bakıyorum dışarıya. Her zaman gördüğümüz şeyleri, uzun bir süre hep aynı gözle gördüğümüz şeyleri zamanla görmez oluyoruz. Sonra işte böyle, benim şu anda olduğum gibi durumlarda, o hep bilinen şeylere, onlara büyük değişiklikler, büyüler, başkalıklar, yeni güzellikler-anlamlar katarak bakıyoruz.
Hava sıcak. Etekliğimin oturduğum yerde terden buruştuğunu seziyorum.
«Binbaşının bu gece misafirleri var. Mezelik bir şeyler ısmarladı.
Şehre sapılmasının nedeni anlaşıldı. Demek bu gece sayın cezaevi yöneticisi binbaşımız, nöbet gecelerini dostlarıyla ıslatacaklar. Yüzü, asık suratlı bir balığa benzeyen binbaşıyı içerken düşünemiyorum. Daha çok balığa, ancak surat asma yeteneğiyle insana benzeyen bir surat. İçerken cıvıtır mı? Ne konuşurlar? Açık saçık fıkralar anlatırlar belki. Belki de bitmeyen kışla anıları. Bizlerden sözetmeğe yeltendiğinde, sofradaki dostlarından biri, «işten sözetmeyelim alla-hasen!» der mi? Kırk kadar siyasi kadın tutuklu, bunlara uygulanan dünyada benzeri zor bulunacak baskı yöntemleri. Bütün bunlar da bir «iş» olmalı. İçerken sözedilmesi keyif kaçıran, rakının, taze salatalığın, marulun tadını kaçıran bir İŞ-
Marul yiyeceklerini nerden çıkarıyorum? Mevsim bahar, aylardan Mayıs. Marulsuz. cacık-sız bir rakı sofrası düşünemiyorum. Bizim astsubay Yenişehir’den bunları alacak değil. Bütün bunlar Yıldırım Bölge kantininde bol bol vardır. Kantin ucuz hem de. Yıldırım bölgede görevli subayların hanımları her sabah kocalarının eline bir alışveriş listesi tutuşturuyorlardı. Sabah yoklamasında, bize cart curt eden albaya bakarken kaç kez, karısı buna ne almasını tembih etmiştir ki bu sabah? Diye düşünürdüm. «Akşama kantinden beş kilo patates getirmeyi unutma!»
«öyle hazrol durulmaz! Öne çık… Sen sen! Dirseklerini daha ayrık tut! Ellerini iyi yapıştır. Bağır! İyice bağır! Bir daha bağır! İşte böyle sağol denir! O ne biçim bakış öyle! Bakışlarınızda amirlerinize karşı şefkat, sevgi ve itaat okunacak!» İçimden on kez tekrarlardım. «Akşama eve beş kilo taze patates getirmeyi unutma!»
Tutuklusuna sağol dedirten bir uygulama, ezdiğinin gözlerinden şefkat bekleyen bir uygulama. Ama albay, patatesi erlere aldırıp göndertir evine. Benim düşüm boş.
Cip bulvardan geçiyor. Akıl almaz güzellikte bir bahar sabahı. Kestane ağaçları yapraklanmış. Ben tutuklandığımda kuruydular; kupkuruydu her şey. Hep kuru kalacakmış gibi. Oysa işte bahar, işte yeşil yemyeşil bir oluşum. Kaldırımda gezinenler soyunup dökünmüşler. Ceketsiz delikanlılar, ince buluzlu kızlar, tayyörünün önünü çözmüş ev kadınları, bulvarın her zamanki sabah kalabalığı, piyango satıcısıyla, dilencisi, çiçekçi-siyle, her zamanki gibi. Sanki değişen sadece hava, gelen sadece bahar. Kentin bir yerlerinde tutukevleri, demir sürgüler, tomsonlar, dikenli teller, gözcü kuleleri, işkence evleri yokmuş, ya da bütün bunlar hep varmış gibi. Öylesine gündelik, öylesine sıradan her şey. Ne bekliyorum? Bu Bulvar kalabalığının beni taşıyan cipin ardı sıra, «hürriyet! hürriyet!» diye koşturmasını mı? Bu cipin içinde kelepçeli bir kadın olduğunu bilseler bile onlar için ne farkeder? Nedir hürriyet? Hele bu kalabalık için. Güzelim bir bahar sabahında kaldırımlarda sere serpe gezinebilmek, ufak bir coğrafyada değişiklik yaratabilecek bir iki şey satınalabilmekten öte, nedir? Ama bu insanlar, «aç»lar olsalar, bu cip de ekmek dolu olsa, o zaman mutlak, peşi sıra «ekmek ekmek» diye koştururlar. Böyle bu.
Koşan koşmayan ilgilendirmiyor beni. Gezinen kalabalığı uzun zamandır görmediğim bir resim gibi seyrediyorum. Hiç de içimi kapatmayan bir resim. Bana, bize rağmen de olsa, hayatın sürüşü iyi, güzel bir şey.
«Kurtuldu mu karın?»
Astsubay şoföre soruyor. Bir soruyla katılıyor hayata. Kötülükler, gaddarlıklar, çirkinlikler.
hiç bir pislik hayatı kapsayamaz, engel olamaz ona. Deniz gibidir hayat, pislik tutmaz. Şoförle astsubay beklenen doğum üstüne konuşuyorlar. Astsubay ona yeni doğmuş bebeklerin zorluklarından sözediyor. İlk aylarda odanı ayır, diye tembihliyor.
Oğlum geliyor aklıma. Şimdi uzakta. Ne ona, ne kendime acımamaya çalışıyorum, bütün bu olanların, olanlardan ona da düşen acı payının yararlı olmasını, oğluma bir şeyler katmasını diliyorum. Acı çeken daha iyi bir insandır. Rilke’ nin bu sözüne sarılarak. İçinde olunan duruma sarılmak gerek, onun iyiye dönüşebileceğine inanmak. Hiç bir şey boşa değil. Acı da.
«Tarator nedir?»
Astsubay Binbaşısının listesini okuyor. «Köroğlunda varmış. Köroğlu nerde biliyor musun?»
«Sakarya’da.»
Binbaşıya bu soruları soramamıştır bizim astsubay. Binbaşı, kendisine hiç bir şey sorulmamasını, sorulamamasını iyi bir şey sayanlardan.
Cip Kızılay’dan sola saptı. Yolu uzattılar. Beni gezdirmek için değil elbet, Sakarya’nın neresinden gireceğini bilemiyor şoför. Sonunda Selanik’ten aşağı saptılar. Sakarya’nın köşesinde durdu cip. Biçimsiz bir yerde. Taksi durağının şoförleri söyleniyorlar. Ama bizim şoför sıkıyönetimin bilincinde, aldırmıyor. Astsubay hemen atladı cipten. Ben şoförle yalnızım. Aslında yapmamaları gereken bir şey bu yaptıkları. Beni cipte şoförle yalnız bırakmak. İstesem kaçabilirim gibi. Şoför yerinden çıkıp beni zor yakalar. Binbaşı meze listesini verirken, bu durumu aklına bile getirmemiştir. İki emri birarada düşünmez.
Emirler çelişiyorsa ayrı bir konu bu. Ağızdan çıkan emir, emirdir. Çelişse de, birbirini götürse de, havada, soyutlaşmış şeylerdir emirler. Onları somutlaştırmak, emri alanların işi, o kadar. Bir tutukluyu, Kızılay’ın bu kalabalık saatinde, cipin içinde sadece bir şoförle yalnız bırakmak, kurallara tamamen aykırı bu. Bizim astsubay, hem beni götürmek, hem de listedekileri almak zorunda. Şimdi kaçsam, binbaşıdan albaya, hatta astsubaydan polis Zafere yayılacak dehşeti düşünüp gülüyorum. «Albayım, ben akşam nöbette içmek için astsubaya tarator almasını söylemiştim. Ama o tutukluyu da…» Albay, «ne aması be!» diye okuyacaktır canına, teker teker hepsinin canına, rütbesinin canına okuyacakları da düşünerek. Hani nerdeyse sadece bunun için kaçmaya değer. Sade bunun için mi?
Bir koşu. arka yoldan Esat’a doğru koşmak. Bu güzel bahar sabahında, önüne dikenli tel çıkmayacağını bilerek uzun uzun koşmak. Sonra merdivenleri tırmanıp bildik bir kapının ziline basmak, yürek çarpışlarını bastırmak istercesine.
Hemen ardından acıtıcı düşüncelere kayıyor beynim. Kapı açılıyor. Memet. Gözleri kocaman kocaman açılmış. «Aklını mı kaçırdın» diyor. O kadar. Bunca ayrılıktan, acıdan sonra, beni karşısında görüvermek sadece şaşırtmış gibi onu. Hatta korkutmuş. Gözlerini kocaman kocaman açarak. Sonra, mutlaka yakalandıktan sonra, karşısına çıkarılacağım savcı gibi nerdeyse, nerdeyse beni suçlayacak. Kimse en sevdiğine bile beklemediği bir şey yapmamalı mı? Artık ip kopuyor. Kapıyı nerdeyse zorlayarak içeri giriyorum. Orda, divanda, üstünde Memet’in sabahlığıyla oturmuş sigara içen kadını görünce, «özür dilerim» diyorum. O da kendisinden özür dilenmesi gerekirmiş gibi bakıyor. Bu beklenmedik gelişim yüzünden herkesten özür dilemem gere kirmiş gibi. Aynen öyle geliyor bana. İkisinin de. böyle ansızın karşılarına çıktığım için bana kızmaya hakları varmış gibi. Hiç bir açıklama yapmadan, hiç bir açıklama beklemeden, gerisin geri çıkıyorum. Açıklanacak hiç bir şey de yok. Her şey açık. Uzun süredir yalnız bir koca. Eviçinde duracağına hapislere düşen bir kadın. Kimse suçlu değil. İkimizin de bildiği, anladığı nedenlerden oluyor her şey. Beni seviyordur mutlak. Çıkınca her şey eskisi gibi olacak.
Hiç bir şey eskisi gibi olamaz. Şimdi de olmadığı gibi. Şimdi, böyle beklenmediğim ve doğal olarak da istenmeyeceğim şu anda. hiç bir şey eskisi gibi olmuyor.
Cipin arkasında, böyle zırva, kokuşmuş, acıtıcı düşüncelerle zamanımı değerlendireceğime çevreme daha dikkatle baksam. Aslında kafamda tasarladığım foto-roman ne acıtıcı, ne de üzü cü. Bütün gülünçlüğüne karşın bütün bayağı olaylar gibi gerçekçi. Aynen böyle olabilir. Ama olmuyor. Ben burada, cipin arkasında, ellerim kelepçeli, terliyorum. Memet şimdi kimbilir nerde9 Büyük bir olasılıkla evde. Ya kitap okuyor, ya çalışıyor, belki de bulaşık yıkıyor. Ya da az önce kurduğum gibi. Şu anda, ya da başka bir anda Önemi yok. Nerde olursa olsun, burda, benimle değil. Birbirimize nice yakın olduğumuzu, her şeyleri paylaştığımızı sansak da. şu anı paylaşmıyoruz, daha bir çok şeyi. Şimdi nerde olursa olsun, bu güzelim bahar sabahı, elleri önden kelepçeli değil, yalnız bu bile onu benimkinden çok değişik koşullarda kılıyor. Günde üç kez, hazrol durumda baskıcılarına sağol! diye bağırmamak, polis Zafere selâm vermek zorunda olmamak, bunlar ve buna benzer nice şeyler ayırıyor bizi. Günde üç kez sayıma çıkmak zorunda değil o. Bu «değiller o kadar çok ki. Aramızda açılması zor bir parmaklık örebilecek kadar çok. Bir suçlama değil bu. Onun aynı acıları çekmesini istemek hiç değil. Ama bulaşmaya inanırım ben. Bulaşmanın beraberliğine. Sevmek bulaşmaktır. Ne kadar birbirimizi sevsek de, başka şeylere bulaşır olduk. Bambaşka şeylere.
Astsubay elinde ipe sarılı bir paketle döndü. «Pastırma yok. Bu mevsimde pastırma mı olurmuş.»
Tam karşı kaldırımda hammallar duruyor. Biri irikıyım. Tam bir dağlı. Çocukluğundan beri çok iyi beslenmiş gibi yapılı, güçlü. Cipe bakıyor o da. Gözleri hiç dost değil. Hiç bir zaman dost gibi bakmayan gözleri var. Az önce kaçsaydım, mutlak yakalardı beni.
71 öncesi mitinglerinden birinde, aynı bu yerde, çevresinde toplananlara öğrencilerden birini nasıl yakalayıp polise verdiğini anlatan ham-malı hatırlıyorum. Belki de bu oydu.
«Aha, kominist şuncana kaçıyordu, aha şu ipimile denkleyiverdim.»
Beni yakaladığında ipe gerek kalmazdı. Yakaladığı kadını düşünür müydü sonra? Adı konmuş şeyleri yeniden düşünme kadları kurcalamak, öğrenilmesi gereken bir şey. Karşıda duran hammalın kötü kötü bakan gözleri, düşünmenin ona hiç öğretilmemiş olduğu kanıtı. Bir ihmali kötü kötü bakarak anlatmak.
Cip Ulus’a yaklaşıyor. Dışkapı’nın orda sola döner. Mahkemeye yaklaştık. Tutukluluğumun süreceğini biliyorum. Memet mahkemededir. Az once, onun nerde olacağını düşünmem saçma. Bu sabah, bu öğlen ve bu akşam nerde olup olacağını bilemem, ama şimdi mahkeme kapısında-dır. Kısa bir paylaşma, bulaşma anı için.
«Tutukluluğunun sürmesine…»
Bunu paylaşmak için. Sonra bambaşka yönlere gitmek, bambaşka şeyleri paylaşmak için.
Bir an önce olsun, bir an önce bitsin mahkeme. Bir an önce koğuşuma, kızların yanına döneyim. Günümüzü, kalın demir kapıyı, dikenli telleri, tomsonlu erleri, polis Zafer’in haykırışını, ranzalarımızı, elden ele eskittiğimiz kitaplarımızı, karavanamızı paylaşmak için. Zulmet’i paylaşmak, bulaşa, bulaşa direnmek için.
Sonra, öğleden sonra voltasında, dikenli telin dibinde bitivermiş çiçeğe sevineceğiz. Koğuş arkadaşlarım bekler şimdi beni. Şimdi yalnız onları sevip özleyebilirim. Ortak zulmeti; telin dibinde açan çiçeği, zulmet sevincini.
(1976)
Zulmet Sevinci
Barış Adlı Çocuk