Yüreğimiz ne zaman acı çekse, onu hatırlarız, çocukluk günlerini. Tepeye yakın ormanla kaplı bir köy evinde, karanlık bastıktan sonra. Kardeşim ve ben. Yatmamız için kalın kalın yorganlar ve ağır yün yataklar hazırlandı. Eskiden hep böyle olurdu; cam, çerçevenin bir tarafı, hep kırık veya yastıkla ya da kâğıtla kapatılmış. Dışarda rüzgâr ağaçları devirirken, bu cam aralığı, sabaha dek ürkütücü bir mızıka gibi durmaksızın, ruhumuzu titreterek çalardı. Uzun uzun mezarlık servilerinin en tepeleri, yerleri süpürür gibi eğilir, yatakta üstümüze düşecek gibi gölgeleri, camdan, çerçeveden büyür, büyür, odayı doldururdu. Eski mezar taşları toprağına biraz daha eğilerek saplanır, sanki mezar taşlarının sarıkları oynayarak, evimizin içine dolardı.
Her sıkıntı içindeki ruh, Tanrı’nın göğsü gibi, yüksek bir tepede rüzgârla göğüs göğüse geldiğinde, dünyayı iyileştirecek ve hiç tükenmeyecek kopkoyu mavi bir gölgenin, bedenine bir daha çıkmamak üzere girdiğini hisseder…
Bu kopkoyu karanlık mavi gölge, girmeden insanın içine… ne ihtiyarlayabilir, ne dinlenebilir insan. Kaya gibi güçlü tarihin, kutsal kitapların sözlerini, kapaklarını, sayfalarını da bu rüzgâr kurutmuş, eğmiştir. Bu dünyada hiçbir şeyin cevabını bilmiyorum, rüzgârın kırbaç gibi kayışlarıyla hayata sımsıkı bağlandığım dışında. Ne zaman karşıma çıksa, umutsuzluk içinde, o koyu mavi zincirlerini getirip, sarar ellerimi, kollarımı. Ve birkaç dakika sonra rüzgâr, tüm bedenimi sımsıkı sardığı o tarihi kayışlarını bir sihirbaz gibi aniden çözüverir. İçimdeki ürperti sona erer. Sonsuz bir ferahlık duyarım. Bir köleydim, kral olurum; bir fareydim, kartal olurum. Karanlık olsa da etrafım, bahar çok uzaklarda kalsa da, derinliğime zift gibi sürülmüş korkularımı kazıyıp, süpürüp gider, o ladin ağaçlarının koyu gölgesiyle!
Önce, kurumuş ağaç dallarında düştü düşecek yabani fasulyeler gibi, içinde kurumuş siyah bilyeler gibi tohumlar birbirine çarparak, minicik çın çın’larla serin ve neşeli bir oyuna başlar. Akşam zili gibi serpintili bir ses, “gün bitti” der. Uzaklardaki suların incecik tozdan sesini ağaç diplerine getiren rüzgâr, artık hepimizi üşütmeye başlamıştır. Güneşin hiç bitmeyecek uzayan son gölgeleriyle kötücül hayaletler gibi uzadıkça uzar mezarlıkların gölgesi, geceye hazırlanan şeytani, hortlaksı, hırsız, cins maymunlar gibi, iğrenç fısıltılarla gölgeler her bir ağacın etrafında çember çember kirli karanlıklar oluşturur. Gün boyu ağaç dallarında durmaksızın patlayan cıvıltılı renkli balonlar gibiydi. Şimdi, rüzgârın her bir kolu ağaçlara çarptıkça, ucubeleşen, şekilsizce uzayan dalların tırnakları, sakalları, bin yıllık bir mağaradan yüzlerce yıl hiç çıkmadan yaşamış tuhaf yaratıklar gibi artık hep karanlık yiyerek büyüyen mağara böcekleri gibi konuşur…
Biz tam uyuyacağız, sanki canavar suratlı, balgama batmış yüzleriyle şekilsiz maymunlar gelip bizi boğacaklar, sanki bu yatakta, bu seslerle boğularak öleceğiz! Uzaklarda köpek sürüleri topluca havlıyorlar. Rüzgâr yüzlerce baltasıyla ormana girmiştir. Helva gibi, şarap gibi uzun akşamın renkleri sona erdi. Küçücük sarmaşıklar, gün boyu ip atlar gibi neşeyle rüzgârla oynaşmaktan çoktan bıktı. Şimdi, korkuyla ağaçların kalın gövdelerine diş geçirerek sıkıca tutunmaya başladılar. Rüzgâr, karanlıkla sarmaş dolaş elinde kapkara baltasıyla kol gezdikçe ormanda, dallar, ağaçlar, minicik sarmaşıklar, işte asıl şimdi, birbirlerine daha yakınlaşır, kucaklaşmak isterler, minicik renkli yüzlerce morlu çiçek, karanlığa gömülürken, sanki cıvıltılarla dolu yüzlerce çirkin çocuk çığlığı perde perde yükselir…
Rüzgâr girdikçe içerlere! Günün renkli telaşını bastıran karanlık… Artık korkuların süsüyle başka tür bir merhamet, başka tür bir ısıt beni, koru beni, diyerek ona buna sarılan, çok uzaklardaki bir Tanrı’dan yalvararak yardım isteyen çığlıklarla inler durur sabaha dek. Çoğunun parçalanıp ölüm saati gelmiştir. Sabaha kalmaz. İşte orada, tüm dünyamız, uzun ağaçların boyunlarına, küpelerine, sonsuz bir kederin bakışıyla uzanır. Artık gözümüze hiç uyku girmese de, ay bizi unutsa da, yıldızlar hiç ışıldamasa da, göklerin ve tarihin ve çağların bu yakaran, yalvaran sesleri, ruhumuza çalı parçaları gibi sürtünüp, korkuyla tutuşurlar…
Bundan daha güçlü bir tedavisi yoktur tabiatın. Ruhlarımıza ruhlardan emanet. Hala, teskin için onu, çocukluğumuzun gecelerinde rüzgârın fısıltısıyla, zillerle, ürkütücü mızıkasıyla, şekilsiz hayvanların çığlıklarıyla boğarak söylediklerini yeniden hatırlamak isteriz…
Bu yüzden kardeşim rüzgârdan çok korkuyordu. Her rüzgâr çıktığında ağlar, bağırır, tepinir, evde yatmak istemez, arkadaki komşularımıza yatıya giderdi. Ben de çok korkardım, ama kardeşim korktuğu için öyle aşağılanırdı ki, “pis, rüzgârdan korkulur mu, başımıza iş çıkartma, elâlemin kapısı gece vakti çalınır, millet yatağından kaldırılır mı, ne cins çocuk, rüzgârdan korkmak mı olur…” ve bin türlüsü. Kardeşim arka komşulara gider, ben kalırım. Ama şimdi bu köy evinde, gidecek başka da ev yok. Kırk kat yorganın içine gömülür, bir kulağımı sıkıca yastığa bastırır, diğer kulağıma da, kimse görmeden gizlice, kâğıt, çöp gibi bir şey tıkardım.
Aradan yirmi beş sene geçti, çoğu hikâyeyi unuttum, ama her banyo sonrasında kulağım tıkanır oldu. Banyo yapınca insanın kulağına su kaçmasının normal olduğunu, bunun herkeste böyle olduğunu düşünür, şikayetçi olmazdım. Bir zaman sonra, kulağımı arkasından yoklayınca, küçük bir sertlik fark ettim. Fazla büyütmek istemedim, kuruntudur deyip önemsemedim. Bir gün canıma tak dedi, karşımızda poliklinik, kulakçıya gidersem canım mı çıkar deyip, üstümü giyip hemen fırladım. Poliklinikte kulak, burun, boğaz yazan yerde sıraya girip beklemeye başladım. Sıra bana geldi, içeri girdim durumu anlattım, doktor kancalı bir şeyi kulağıma sokup fındık büyüklüğünde zehirden yemyeşil bir şey çıkardı, bir küçük taş yirmi beş senedir orda yaşıyormuş. Doktor, hemşireler gülmekten kırıldı. Kancanın ucunda benim taş, herkese göstermeye başladı, yan odalara ziyarete gidip, diğer doktorlara da uzaydan gelmiş taş gibi teşhir etmeye başladı.
Anlamadığım şeyler oluyordu, birden herkes bağırmaya başlamıştı. Önce doktora, niçin kulağımın dibinde bağırıyorsunuz, dedim. Etraf o kadar gürültülü ve sesliydi ki, herkes işini gücünü bırakmış bağırmaya başlamıştı, her şeyden ve herkesten, yerde sürünen kâğıt parçasından bile korkmaya başladım; bir kâğıt parçası toprağa sürünürken bu kadar ses çıkartamazdı. Odaların kapıları gacırtıyla açılıyordu, bütün tuvaletlerin muslukları, sifonları ayıltıyla tıslıyordu. Seslerden acilen kurtulmak için, kulağımdan çıkan taşa bir daha bakmadan koşarak eve kaçtım. Hızla yatağıma gömüldüm, sesler peşimden kovalıyor. Kendimi sakinleştirmeye başladım, yukarı kattaki komşu kadının sesi, alt kattaki kadının mutfaktaki bulaşık sesleri, yan sokaktaki kahvenin sesleri, Allahım her taraf sesle doluydu ve insanlar bu seslerle nasıl yaşıyordu. Bir büyük şoka girmiştim; normal zamanlarımdaki gibi, aldırmamaya başladım, elime gazete alıp normal insanlar gibi okumaya başladım. Gazetenin sayfaları haşırtıyla açılıyor ve katlandığı yerlerde kırılırken kâğıdın çıkarttığı incecik sesler beni çıldırtmaya yetiyordu. Elimin kolumun vücuduma sürtünürken çıkarttığı sesler, ayağa kalktım, yürüyordum, halıya değen ayağımdan sesler çıkıyor, “tanrım her taraf seslerle dolu”…
Bu gerçek bir şok idi ve atlatmam uzun sürdü. Geriye dönüp tüm hayatımı yeniden düşününce, anılarımda önemsemeyip üstünden atladığım birçok tuhaflık yerine oturuyordu. Liseli arkadaşlarımla bir gün topluca sahilde şarkı söylüyorduk, herkes söylüyordu ve ben sadece mırıldanıyordum, çünkü sesimin iyi olmadığını biliyordum, ama yine de topluca bana döner, “Nihat yalvarırız sen söyleme, çok bozuyorsun!” derlerdi. Ben bu ikazın, kötü sesi olanlara yapılan haklı bir espri olduğunu sanırdım, ama, çekilmez, katlanılmaz bir acı feryadı olduğunu hiç tahmin edemezdim. Tam da o yıllarda çocukluk anılarımı yazmaya başlamıştım, bir arkadaşım yazdıklarımı okuyup “çok güzel resimler” demişti. Doğru, sadece resim idiler, “ses” yoktu içlerinde. Neye uğradığımı şaşırdım. Memleketten çıkarken, hayatımın yarısını orda unutmuşum. Yeniden gidip, her sokağı, her tepeyi, her yolu, her dükkânı, her dereyi, her tanıdığımı bir daha görüp, bu resimlerin “seslerini” sil baştan zihnime doldurmalıydım.
Öyle de yaptım, yıllar sonra unuttuğum sesleri toplamak için şehre gittim ilk gittiğim yer, denize yüz elliiki yüz metre mesafedeki Sotka’daki evimizdi. Sotka Mahallesi’nde evimizin lağımının denize ulaştığı yer (bugün toprak doldurulmuş), işte çocukluğumdan hatırladığım yerler. O günlerde, çocukluk işte, demir bilye yutar, sonra helaya gider, sonra lağımın denize ulaştığı yalıya koşardık. Başlardık bokumuzdan çıkmış mı, çıkmamış mı, demir bilyenin yalıya gelmesini beklemeye. Bokumuzdan helaya, oradan lağıma, ordan denize yürümekte olan bilyeyi öyle merak ederdik ki, lağımın ağzında, o sümük ağlarıyla dopdolu içlerine, nasıl midemiz kalkmadan saatlerce bakar, beklerdik.
Ve denizden gelen rüzgârın bu lağıma girerken çıkarttığı uğultular yukarıdaki evimizin helasında çömelmiş sıçarken, götümüzün bu sesle, bu rüzgârla üşüdüğü. Ve aynı delikten, gemilerle dünyanın bir ucundan gelmiş farelerin sahile boşalıp, sahilden evimizin helasına kadar yürüyüp, tam da çömelmişken kafasını delikten çıkartıp… Farelerin de suçu yoktu, onları bu karanlık lağımlara rüzgâr sürüklemişti!
Babamın çocukluk arkadaşı Rum kızı, Yunanistan’a göçtükten bir müddet sonra intihar etmiş. Babam, tam kırk yıl sonra memleketi gezmeye gelmiş turist oğlundan öğreniyor. Ben de bir akşam Zigana’ya müşteri götürürken, babamdan öğreniyorum. Sislerin içinde yol, sis lambamız da yok. Yavaş yavaş Maçka deresini takip ediyoruz. Babam birden, “liforida, liforida” deyip, frene bastı. Derenin kenarına inip sigara içti. Sular çırpılan bir çarşaf gibi durmaksızın yastıklaşmış kayaların üstüne dökülüyor. Bir müddet sisin içinde gezindi. “O gün de böyle bir sis vardı”, “mart dumanı, indi mi, iki ay kalkmaz, Urus köye indi, bizim asker de peşinden, köyde Ermeni, Rum komşularımız vardı, o sisin içinde kim kime ateş etti, kim kaldı, haziran güneşinde öğrendik, ben hasırın içine saklandım” dedi.
Rum kızı, babamdan “liforida” istemiş. Şimdi Zigana’ya çıkıyoruz, orda olurmuş, babamın aklına düştü, zıpkın yemiş gibi. Çünkü liforida, yüksek yaylalarda olur, kuş üzümünden küçük. Morumsu, siyahsı, yerden bir karış yüksekte minik ağaçlarda yetişir. Yazları babam uzun yoldan dönerken, liforida toplar Rum kızına götürürmüş, sevgilisi. Oğluyla konuşalı üçdört yıl oluyor, şimdi Zigana’ya çıkıyoruz, aklına düştü. Öylece gömüldük sisin içine. Bir de derenin hışırtısı, bir de hışırtıyla yıkanan babamın yüzü. Geçmişte kalmış anılar, yalanlar. Mart dumanından kim ayıklayıp çıkartacak. Hiçbirimizin bilmediği üç küçük maymun aldı onu götürdü. Liforida, yüksek tepelerde, rüzgâr almayan kıyılarda büyür. Rüzgâr dallarını kırmasın diye, rüzgâr oyun oynamasın diye, yere, toprağa yapışarak, sürünerek büyür!
Çocukken oynadığımız, oyun (play). Kurallarını bizim koyup, oyuncaklarımızın adlarını kendimiz belirleyip oynadığımız. Simgesel düşman, simgesel kötüler yaratıp, oynadığımız. Oysa, rüzgârın ki “maçtır” (game). Maçın kuralları, ahlâkı var. Maç çıkartmak istersen, başkalarının koyduğu, tabiatın koyduğu, tarihin koyduğu kurallara boyun eğmek zorundasın. Bazıları eşşek kadar adam olmuş, satranç oynarken, ya da kahvede tavla oynarken bile hile yapar. Günahkâr, sahtekâr bir insan olduğu için değil. Oyunu, hâlâ çocukluğunda tanıdığı şekliyle oynar, yani kuralları gizlice değiştirmek ister. Masum bir girişimdir hilesi. Ama asla soylu bir insan olamaz. Sanatçı, yazar, asla olamaz! Bizim, partilerimiz, mesleğimiz, ideolojilerimiz, gazetelerimiz de böyledir, hâlâ kendi uydurdukları “oyunu” oynamak isterler, sık sık “hile” yapar, oyunda “iyilerinkötülerin”‘ yerlerini değiştirirler. Oysa, toplumsal alanda herkesin binlerce oyunu vardır, bu yüzden, başkalarının oyunlarını ciddiye almak zorundayız ve o oyunların kurallarını bilip, sahneye böyle çıkacaksın! Yani, yüksek bir tepede büyümüşseniz, boynunuzu bükeceksiniz, ya da elinize kanlı bir balta alıp göğsünüzü açacaksınız. Rüzgârla oynamaya gelmez. Tanrı’nın tarihin maçıdır bu. Kayalar, ağaçlar, önünde unufak olduğu gibi her gece beynimize bir taşı düşer.
Top oynamış, terli sırtımı duvara vermiştim. Annem, “oğlum yıka yıka çıkmıyor, nereye sürtüyorsun sırtını!” İşte bu Bizans sarısı olur, Ayasofya’nın dahi rengini tutturamıyorlar şimdi. İstanbul’da dahi kalmadı bu sarıdan. Eski Rum evlerinin demirden balkonlarına bin yıllık yağmurlar yağıyor. Rüzgâr damları uçuruyor. Saçak altında bir kiremit başıma düşüyor. O gün bugün izini taşıyorum. Tarih başımızı yarmıştır. Kiremitin üstünde Marsilya yazar, kaç yüzyıl önce hangi gemiler getirdi?
Şehirde yine bir söylenti başlamıştır: Aztek altını. Kızılderili altını da diyorlar. Zengin bir aile tarafından kuyumcuya bozdurulmuş. Her on yılda bir aynı Aztek altını söylentisi, bir yerlerde, bir küpün dibini kazıyor. Koloniler kuran, ülkeler satın alan tüccar ailenin, Cenevizlilerim son fertleri. Vahdettin’in İtalya’da halifelik tuğrasının elmaslarını alkolik damadı için söküp satması gibi, bir medeniyetin son kırıntıları harcanmakta. Bu söylenti, beş yüzyıl önce, daha da önce İspanya’dan gelmiştir; şimdi Ortahisar ya da Hacıkasım mahallesinde kalın duvarlarla çevrili bahçe içinde son nefeslerini vermekte!
Adı, Süreyya. Bu adam hem gâvur, hem niçin adı: Süreyya. Sergüei, Serüio diye de okunurmuş, bizimkiler Süreyya demiş, doktor Süreyya’ya. Gülbahar Hatun Mahallesi Lütfullah Sokak’ta (şimdi tanjant yolu oldu), doktor Süreyya’nın cenazesini papaz almaya geldiğinde, anneme niçin papaz alıyor, dedim. Annem gâvurların cenazesini papazlar alır, dedi. Gâvurlukla günahkârlığı bir bildiğim için, günahkârların ölüsünü papazlar, iyi insanlarınkini hocalar kaldırır diye düşündüm. Bahçesinde büyük bir kuyu olan ve bildim bileli sokak kapısından kafasını çıkartıp, bütün mahalleliye yıllarca bıkıp usanmadan “…nivartımı siz öldürdünüz, nivartımı siz öldürdünüz, katiller!” diye bağıran Ermeni kocakarının evi ise, bugünkü halk kütüphanesinin arkasındaki sokaktaydı. Vartın da ne olduğunu yirmi yıl sonra öğrendim, “gül” demekmiş. Nivart, yeni gül. Yeni gelinlere söylenirmiş. Nerden bilebilirdim, Ankara radyosu, içinde Ermeni ismi geçen bütün türküleri yasaklayıp kaldırdı. Nivart, doktor Süreyya’nın kızıydı. Baba kız, yalnız yaşıyordu. Nivart, mahallenin bir delikanlısından hamile kalmış. Doktor Süreyya dedikodudan sokağa çıkamaz oldu. Kürtaj için kızını masaya koydu, kendi kızı kendi masasında kaldı. Doktor Süreyya’nın hiç çıkmadığı evinde benim tanıdığım günlerde işte bu yüzden adı: Deli Süreyya olmuştu. Deli Süreyya’nın sokak kapısının bir kere açıldığını gördüm, papaz geldiğinde!
Biz, Hz. İsa’yı tanıyoruz, onlar Hz. Muhammed’i kabul etmiyor. Bunun hesabı sorulmalıydı. Dokuz yaşında bu uçsuz bucaksız davayı sırtlayıp, Ganita’ya inen yolun ortasında Santa Maria Kilisesi papazının önünü kestim. Kızgınlıkla “niçin” dedim. Dostluğumuz böyle başladı, çok net Türkçe konuşan, kısa boylu, beyaz saçlı bu adam, bu memlekette sakalı bıyığı olmayan tek adamdı. Mahalleli onu çok seviyordu çünkü İtalya’dan getirdiği elbiseleri yoksul insanlara dağıtıyordu. Santa Maria Kilisesi’nin önündeki havuzun altında bir define yatıyordu, bunu da babam iddia ediyordu.
1963 yılında Bitpazarı’ndaki caminin minaresi rüzgârdan yıkıldı, kardeşim bu minarenin taşından alıp mahalleye geldi.
Annem, “buncacık çocuk mübarek taştan ne anlar” deyip, kolundan tuttuğu gibi Kur’an öğrenmesi için hocaya götürdü. O günlerde komşumuzun kızı kocaya kaçmak üzereydi, kardeşime içinde mektup olan bir kibrit kutusu verip sevdiği çocuğa götürmesini istedi. Konuşmalardan kızın Akçaabat’a kocaya kaçacağını öğrenmişti. Kutuyu, yani emaneti verdikten sonra, ermiş ününü duyan annesi, şaka yollu: “Oğlum, gel bir kahve falına bak” dedi. Kardeşim fincanı eline alıp yormaya başladı, “senin kızın kocaya kaçacak” dedi. Komşular gülüştü, akşam üzeri kızın kaçtığı anlaşılınca komşular evi istila etti, kaçtığını bildin, nereye kaçtığını da bilirsin, dediler. Ermişliğine toz kondurmayarak kadının elini açıp inceledi, “hanım senin kızın Akçaabat’a kaçtı” deyince, mahalleli arabalara doluşup Akçaabat’a yola çıktı.
Çarşı Mahallesi’nde oturan Madam’ın evi, evimizle aynı sokaktaydı. Madam’ın Trabzon’da birçok dükkânı, evi vardı. Kiraları bir türlü toplayamıyordu. Sonunda sokaklarda bağıran, çağıran, küfreden, herkese sataşan cadı bir kadın olup çıkmıştı. Elinde kalan son evi de Trabzon’a tayin olmuş ünlü bir hakimin elinden aldığı söylenir. Kimseyle konuşmaz, kapısını kimseye açmaz. Madam, bütün şehre küstü. Madam’ın bahçesindeki şeftalileri keşfetmiştim, Madam’ın kapısını tekmeliyor: “Amerikan kovboyları, severler buğdayları, ya da bulgarları”, unuttum işte, tekerlemesini söyleyince madam dayanamayıp elinde birkaç şeftaliyle sokak kapısını açıp “susman için yeterli mi” deyip şeftalileri uzatıyor. Bu madamın en masum, en sessiz haliydi, çünkü madamın Amerika’da kızı vardır ya da kocası, her neyse, madamın Amerika’yla bir derdi vardır.
Nuh peygamber tufanın son günleri kilerde erzak kalmadığını görünce, biraz incir, biraz buğday, biraz nohut alıp bir yemek yapar. Çünkü her birinden ayrı bir yemek yapılamayacak kadar azdır erzak. Bu yemeğin adı aşuredir. Hepiniz gibi, bizim de evimizde yedi bin yıllık bu gelenek süregelmiştir. Gelin görün ki, cihan savaşları aşuremizi politik laboratuvarlarda ayrıştırdı.
Anadolu topraklarında siyasi labirentin son odasına geldik, önümüz arkamız duvar, geçiş yok. Ya bu aşureyi yeniden yaparız ya da yüzyıllarca dedelerimizden dinlediğimiz aşurenin tadını, torunlarımıza anlatır dururuz.
Peygamber meselesini de babamdan öğrendim. Babamın eski 57 şavrole arabasıyla Kisarna, Karluk, Sumeriye, Argaliya, Hozamiye, Tirzik, Ağrıt, Mağmat, Hurdimera, Zangariya (şimdi tüm bu isimler değiştirildi) Çamlık, hastane, Kireçhane’ye dolmuş yapıyorduk. Son seferler akşam namazına, karanlığa kalıyordu. Babam, namaz kaçmasın diye beni arabada bırakıp, ağaçların arkasında aceleyle namazını kılıp geliyordu. Nefes nefese ve her defasında gözleri büyümüş olarak. Gaza basıp şehre doğru kaçıyorduk. “Yine geldi, şehit yanımda namaz kıldı” diyor. Kireçhane yolunda ağaçlıkların içinde kıldığı namazların çoğunda, iki metre boyunda dev bir şehidin yanında secdeye durduğunu söylüyor. Namazı bozmamak için duaları bir çırpıda okuyup, çabucak selam verip kaçıyor. Şehre kadar “inanmayan kâfirdir, inanmayan kâfirdir” deyip, karanlıklardan ve karanlık güçlerden korkmam için elinde dilinde bildiği ne varsa, sayıp duruyor.
Oysa, boş arabanın arka koltuğuna dizlerimi koyup, çenemi koltuğun baş tarafına dayayıp, arka camdan, hızla aktığımız fındıklıkları… Mısır tarlalarını, Kisarna’yı, köylü kadınları, köpekleri, uzaklarda bir tepede evin bacasını. Köy kahvesi önünde bekleşen insanları. Sessiz, kendi halinde rüzgârlarla eğlenen ağaçlıkları… Rüzgârın dumanı yavaş yavaş yırtıp, dağıtışını.. Sırtında yükü, dağların bir ucundan bir ucuna giden lastik ayakkabılı köylü kadınları. Yosun bağlamış su yalaklarını büyük bir sisin içinde hayal meyal seyretmek, ne büyük maceraydı.
Mesela şu kabak, üç günde üç yüz metre yol alır. Öğleye varmadan üç tarla dolaşır, gördüğü her şeye sarılır, ne sarılma. Yetim çocuklar gibi, sulu sarı kolları düğümlenir, bir daha çözülmez. Mesela şu fasulyeler, daha dün ekmiş, sırığın üstüne yumurta kabuğu koymuş, bugün ikinci katın penceresinden Trabzonspor maçını izler.
Papazı babam iyi tanıyordu, papazın sakalı olmadığı halde, “sakalina siçtuğum” diye söze başlar, “dinsiz, imansız” diye bitirir. Papazla, iki metre boyunda mezarından kalkan şehit konusunda karşılıklı problemleri vardı. Papaz, aynı şehidin Sümela Manastırı etrafında kendisine ve birçok Hıristiyan hacıya göründüğünü iddia ediyordu. Babamın iddiasına göre şehitler, mübarek, ermiş insanlara görünür, kâfire görünmez, papaz yalancı domuzun tekiydi. Üstelik babam delil olarak, şehidin belinde Sürmene işi, kemik sırtlı bir Osmanlı kaması görmüştü.
Bir günde altı yüz bin haçlıyı doğrayan Kılıç Aslan gibi papazın önünü kestiğimde, papaz: “Peki, Muhammed son peygamber ise, her gün gazetelerde ortaya çıkan peygamberlere ne diyorsun?” dedi. Bu soruya hazırlıklı değildim. Akçaabat’ta peygamberlik iddiasıyla bir cinci hoca yakalandığını gazeteler yazıyordu.
Şimdiki adı İhsan Hamimizade Kültür Sitesi olan Sümer Sineması’nın önünde yere çömelip TeksasTommiks okuduğum günlerdi. Başımı kaldırdığımda önümde dikilmiş her zamanki gibi gülümseyen papazı gördüm. Bu benim önüme çömelen ilk insanoğlu idi. Sinemanın önünde eli bıçaklı köfteci, papazdan huylanmış bize doğru bakıyor. Bu köftecinin iyi bir ünü yoktu. Rüzgârla kafayı yediği söylenir. Rüzgâr geldiğinde üstüne, sanki, birkaç kişi bıçakla ona saldırıyormuş gibi, rüzgâra “yapma, yapma!” diye bağırıp, bir köşeye sinerek kendini rüzgârın bıçaklarından korumaya çalışır. Papaz elindeki gazeteyi gösterip: “Bakın, bakın dünyanın sonu geldi!” Haberi okuyan köfteci de tekrarladı, “dünyanın sonu geldi, dünyanın sonu geldi.” Gazeteyi papaza verirken, “öküzle mi yattı ha bu orospu” dedi. Birlikte gülüştüler. Gazetede “buzağı doğuran kadın” haberi vardı.
Köfteci de papaza bir hikâye anlatmaya başladı. Mahallesinin kabadayısı Yılmaz, belalı, kumar için köyünü, evini satmış, anasının paralarını yemiş, sıra bileziklere gelmiş. Kocakarı anası da bilezikleri vermiyor. Yaşlı kadını balkona çıkarıp, bacaklarından aşağı sarkıtmış. Ya verirsin bilezikleri, ya da atarım. Bütün mahalleli toplanmış. Yılmaz’a korkudan kimse ses çıkartamıyor. Ama kocakarının şalvar yerine el kadar külot giydiğini gören mahalleliye zevkli bir seyir, dedikodu malzemesi çıkmış.
Mahallelinin hocası da geçtiğimiz cuma, vaazda: “El kadar külot giyen kadunun uşağı da içkici, kumarci olur” demiş. Geçenlerde Yılmaz, burdan geçiyormuş. Çekmiş bıçağı dayamış duvara: “Utanmıyor musun lan, ananın donunu mahalleliye göstermeye”. Yılmaz, köftecinin delirdiği hikâyesini iyi bildiği için, “rüzgâr açtı kocakarının şalvarını” deyince köfteci, “yapma, yapma!” diyerek korkuyla kaçıyor. Hikâyenin sonunu birçok defa dinlemiş olan papaz da köfteciye şakayla “rüzgâr yaptı!” deyince, köfteci tamamen delirerek: “Yapma, yapma, yapma!” diyerek kaçıyor!
Dörtbeş yıl önce Trabzon Zağnos Köprüsü ayağındaki bakkalda satılan kavurmadan tırnak çıkmıştı. Kavurmayı yapıp satan adam, karısını kesmiş, yarısını kıyma, yarısını da kavurma yaptığı anlaşılmış. Bu ünlü adamın ismi Mehmet Burnaz idi. Trabzon’da açık meydanda, belediye önünde halkın huzurunda en son idam edilen işte bu Mehmet Burnaz’dır.
Rüzgârlı bir havada halk daire şeklinde toplanmış, ipte, rüzgârın da yardımıyla dönüp duran, dili dışarı sarkmış Mehmet Burnaz’ın cesedini seyrediyor. Bekçi, iş olsun diye, rüzgârdan sallanıp dönen cesedi durdurmak için, cesedin karnına doğru jopuyla şöyle bir dokundu. Cesedi dürtükledikten sonra arkasını cesede, yüzünü halka doğru döndü. Ani bir rüzgâr, Mehmet Burnaz’ı ipte hızla döndürüp, bekçiye arkadan çarptırdı.
Halk, bekçinin bu sahnede korkudan kafayı yediğini düşünüyor. Bekçi de her defasında savunma yollu: “Ben yapmadım, rüzgâr yaptı!” diye cevap veriyor. Zamanla tuhaf olmuş, mesleği bırakmış bu köfteci, o bekçi olur!
Ne zaman oyunu lehime değiştirmek için gerçeği karnından dürtüklemek, hile yapmak istesem, ürkütücü bir mızıka durmaksızın kulağımın dibinde çalmaya, uğuldamaya başlar.