Ne genç, ne yaşlı, ne yakışıklı, ne de çirkindiler | Odalık Portreleri – Charles Baudelaire

Erkeklere özgü bir salonda, yani kibar bir kumarhanenin bitişiğindeki bir fümuarda, dört adam sigara tüttürüp içki içiyordu. Ne kesinlikle genç, ne yaşlı, ne yakışıklı, ne de çirkindiler ama ister yaşlı, ister genç olsunlar, sevincin her türlüsünü atmış insanların şu tanınması hiç de güç olmayan seçkinliği, ir atılmaz yanları, açık açık, “Biz dopdolu yaşadık, şimdi de o sayabileceğimiz şeyi arıyoruz,” diyen o soğuk ve alaylı hüzün vardı üzerlerinde.
İçlerinden biri kadın konusuna getirdi söyleşiyi. Bu konuda hiç durmamak iyi olurdu; ama kimi düşünce adamları, içtikten sonra bayağı konuşmaları da yabana atmazlar. 0 zaman bir dans ezgisi dinler gibi dinler insan konuşanı.

“Her erkek bir toyluk çağı geçirmiştir,” diyordu bu adam; orman perisinin bulunmadığı yerde, hiç tiksinti duyulmadan meşe gövdelerinin kucaklandığı çağdır bu. Aşkın ilk basamağıdır. İkinci basamağa geldi mi seçmeye başlar insan. Bir yargıya varabilmek için düşünebilmek demek, çoktan gerilemeye başlamış olmak demektir. İşte o zaman kesinlikle güzelliği arar insan. Bana gelince, beyler, ben üçüncü basamağın bunalımlı dönemine çoktan gelmiş olmakla onur duyuyorum, bu dönemde güzellik bile yetmez, kokuyla, süsle, vb… ile tuzlanıp biberlenmek gerekir. Hatta, bazı bazı, bilinmedik bir mutluluğu özlercesine, tam dinginliğin belirtisi olacak bir dördüncü basamağı arzuladığımı söyleyebilirim. Ama toyluk çağı bir yana bırakılırsa, tüm yaşamım boyunca, kadınların sinirlendirici budalalığı, öfkelendirici bayağılığı herkesten fazla etkiledi beni. Hayvanların en çok sevdiğim yanı, saflıklarıdır. Son odalığımın bana neler çektirdiğini buyrun siz yargılayın.

“Bir prensin piçiydi. Söylemeye ne hacet, güzeldi; yoksa ne diye seçecektim Ama bu büyük niteliği, yakışıksız ve biçimsiz bir hırsla bozuyordu. Hep erkeklik taslamak isteyen bir kadındı. ‘Erkek değilsiniz, siz! Ah! ben erkek olsaydım! Ben sizden daha erkeğim!’ İçinden yalnızca şarkılar havalandığını görmek istediğim bu ağızdan çıkan nakaratlar hep böyle şeylerdi. Bir kitap, bir şiir, bir opera sözü geçip de hayranlığımı belirtmeye göreyim, ‘Güçlü bir şey mi sanıyorsunuz yoksa’ derdi hemen. ‘Siz güçten anlar mısınız ki’ Sonra da kanıtlar sıralamaya başlardı.

“Günün birinde kimyacılığa girişti; öyle ki, dudaklarıyla dudaklarım arasında camdan bir maske bulmaya başladım. Bütün bunlarla birlikte çok da usluydu. Bazı bazı onu biraz fazla aşklı bir deviniyle itip kaktım mı kirletilmiş bir alıngan kadın gibi çırpınırdı…”

“Nasıl bitti bu iş” diye sordu, öbür üç kişiden biri. “Bu kadar sabırlı olduğunuzu bilmezdim.”

“Tanrı her derdi dermanıyla verir. Ülküsel güce susamış Minerva’yı uşağımla baş başa buldum günün birinde, öyle bir

durumdaydılar ki, yüzleri kızarmasın diye sessizce çekilmek zorunda kaldım. Akşam hesaplarını kapatıp ikisine de yol verdim.”

“Beni sorarsanız, ben yalnız kendimden yakınırım,” dedi onun sözünü kesen. “Mutluluk gelip evime yerleşti de ben onu tanıyamadım. Bu son zamanlarda yazgı yaratıkların en hoşunun, en uysalının, en sadığının, her zaman hazır, hem de coşkunluktan uzak bir kadının tadını çıkarma mutluluğunu getirmişti bana! ‘Sizi hoşnut edecekse, baş üstüne!’ En sık verdiği yanıt buydu. Bastonu alıp da şu duvarı, şu kanepeyi dövseniz, en azgın aşk atılışlarının odalığımın göğsünden çıkardığı iniltilerden daha çok inilti çıkarırdınız. Bir yıl birlikte yaşadık, sonra hiçbir zaman haz duymadığını söyledi. Eşit koşullarda olmayan bu düellodan tiksindim, sonra evlendi eşsiz kız. Neden sonra aklıma esti, onu bir daha görmek istedim, altı güzel çocuk gösterdi bana, ‘İşte böyle, sevgili dostum, sizin odalığınızken ne kadar bakireysem, karılığımda da o kadar bakireyim,’ dedi. Hiçbir şeyi değişmemişti kadının. Bazı bazı onu özlediğim olur. Onunla evlenmeliydim ben.”

Ötekiler gülmeye başladılar, sonra bir üçüncü konuştu: “Beyler, sizlerin belki de kaçırdığınız ergileri tattım ben. Aşkta gülünçten, hayranlığa da yer veren bir gülünçten söz açacağım. Son odalığıma, sizin kendi odalıklarınızdan nefret ettiğinizden ya da onları sevdiğinizden çok daha fazla hayrandım. Benim kadar başkaları da hayrandı ona. Bir lokantaya girdik mi, aradan birkaç dakika geçmeden herkes yemeğini unutup onu seyrederdi. Garsonlar bile, kasa başındaki kadın bile, görevlerini unutacak derecede duyardı bu bulaşıcı esrimeyi. Kısacası, canlı bir acayiplikle baş başa yaşadım bir zaman. Dünyanın en kaygısız, en hafif davranışıyla yer, çiğner, kemirir, yutardı. Böylece uzun süre esrime içinde tuttu beni. Tatlı, dalgın, ingilizsi, romansı bir ‘Acıktım!’ deyişi vardı. Dünyanın en güzel dişlerini, insanı hem içlendirip hem keyiflendirebilecek dişlerini göstere göstere, gece gündüz yinelerdi bu sözcüğü, bu obur canavarı panayırlarda göstererek servetler kazanabilirdim. İyi besliyordum onu, gene de beni bıraktı…Bir yiyecek satıcısı için mi? Ona yakın bir şey, bir tür erzak memuru, kendine özgü bir el çabukluğuyla bu çocukcağıza birçok askerin tayınını sağlıyordur belki de. Hiç değilse ben böyle düşündüm.”

“Ben genellikle bencil kadının başına kakılanın tersi yüzünden korkunç acılar çektim,” dedi dördüncü adam. “Kadınlarınızın kusurlarından dert yanışınıza bakıyorum da çok haksız buluyorum sizleri, çok talihli ölümlüler!”

Ağırbaşlı, yumuşak görünüşlü, açık kül rengi gözlerle, bakışı ‘İstiyorum!’ yada ‘Zorunlu!’ ya da ‘Hiçbir zaman bağışlamam!’ diyen şu gözlerle aydınlanan rahip yüzlü bir adam çok ciddi bir sesle söylemişti bu sözleri.

“Evet, bilirim sizleri, siz C…, sizde o sinirlilik, siz, K… ile J…, sizlerde de o korkaklık, o hafiflik olduktan sonra, tanıdığım kadınla bir arada yaşasaydınız ya kaçar, ya ölürdünüz. Ben yaşadım, gördüğünüz gibi. İster duyguda, ister hesapta olsun, hiçbir yanlışlık yapmasına olanak bulunmayan bir insan düşünün: umut kırıcı bir yaratılış huzuru düşünün; oyundan, sahtelikten uzak bir bağlılık; zayıflıktan uzak bir uysallık; şiddetten uzak bir güç. Aşkımın öyküsü, baş döndürecek kadar tekdüze, bir ayna gibi dupduru ve dümdüz bir yüzey üzerinde sonu gelmez bir yolculuğa benzetilebilir, bu ayna bütün duygu ve davranışlarımı kendi bilincimin alaylı doğruluğuyla yansıtabilirdi, öyle ki mantığa uymaz bir davranışı ya da bir duyguyu göze alıp da ayrılmaz gölgemin dilsiz serzenişini hemen fark etmediğim olmazdı hiç. Aşk bana bir vasilik gibi görünüyordu. Ne budalalıklarımı engelledi, yapmadığıma şimdi pişman olduğum budalalıkları! İstemeye istemeye ne kadar borç ödedim! Kişisel çılgınlığımdan gelebilecek tüm kazançlardan yoksun bırakıyordu beni. Soğuk ve aşılmaz bir kuralla, tüm heveslerimin önüne set çekiyordu. En kötüsü, tehlike geçtikten sonra minnet de istemiyordu. Kaç kez, “Biraz kusurlu ol, aşağılık yaratık!

Kusurlu ol ki, sıkıntısız, öfkesiz sevebileyim seni!” diye bağırarak gırtlağına yapışmaktan alıkoymadım kendimi! Yıllar boyunca hayran oldum ona, yüreğim kinle dola dola. En sonunda, bundan ölen ben olmadım!”

“Ya!” dedi ötekiler, “O öldü demek”

“Evet! Böyle süremezdi. Aşk ezici bir karabasan olmuştu benim için. Politika diliyle, yenmek ya da ölmek, yazgı bunlardan birini seçmeye zorluyordu beni! Bir akşam, bir koruda… bir küçük göl kıyısında… hüzünlü bir gezintiden sonra, onun gözleri göğün tatlılığını yansıtırken, benim yüreğim cehennem gibi sıkılırken…”

“Ne!”

“Nasıl!”

“Ne demek istiyorsunuz”

“Kaçınılmaz bir şeydi bu. Kusursuz bir uşağa sövemeyecek, bu uşağı kovamayacak kadar fazladır adalet duygum. Ama bu duyguyu bu yaratığın bende uyandırdığı dehşetle ayarlamak gerekiyordu; saygıda kusur etmeden başımdan atmalıydım bu yaratığı. Değil mi ki kusursuzdu, başka ne yapacaktım”

Öbür üç arkadaş bulanık ve hafiften şaşkın bir bakışla baktılar adama; anlamıyormuş gibi davranırcasına, yeterince açıklamış bile olsa, kendilerinin böyle çetin bir şeyi yapamayacaklarını sezdiklerini söylemeden belirtmek istercesine…

Sonra, yaşamı, öylesine çetin olan Zamanı öldürmek, öylesine ağır akan Yaşamı hızlandırmak için yeni şişeler getirttiler.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz