SAİT FAİK: İNSANLAR ANASINDAN NE YAHUDİ, NE MÜSLÜMAN, NE HRİSTİYAN DOĞARLAR

Hem ben sana doğrusunu söyleyeyim mi? Ben ne istediğini adamakıllı bilen birisi değilim. Yalnız bildiğim bir şey varsa o da, başkaları iyi şeyler yaparsa derhal anlıyorum.

O, Galata Kulesi’ni pek severdi. Bu Galata Kulesi’nin ona verdiği karanlık, karışık, barbar bir tarih hatırası vardı. Onun eski resimlerini görmüştü. Cenevizliler kimlerdi, güzel insanlar mıydı? Sarı, cılız, bacakları acınacak kadar ince Yahudi çocuklarından evvel, hangi çocuklar bu duvarlara durup işediler. Meşalelerle aydınlanmış bir sokaktan alayların geçtiğini, bir imparatorun öldürüldüğünü, mazgallarından lüle lüle saçlı Ceneviz çocuklarının başlarını çıkardıklarını, karanlık sokaklarda bol şarap içilip o zamandan beri kına girmeyen bıçağın çekildiğini görür gibi olurdu. Böylece Hikmet bugünden dünü canlandırırdı: Gene böyle fakir mahalleler Galata Kulesi’ni çepeçevre sarardı. Gene böyle bacakları acınacak kadar eğri, ince yavrular gelir, kule dibine işerlerdi. Akşama, gene böyle garip, korkunç bir dev gölgesi kule dibinden uzaklara doğru inerdi. O zamanlar böyle fenerler de yanmazmış. Karanlık buradan, perde perde helezonlar halinde yayılır, gidermiş. Bu mimarisiz, çirkin fakat heybetli barbar bina, ona her zaman Cenevizlileri, Bizanslıları, birbirine girip çıkmış, zayıf, garip insanları hatırlatır. Köşklüler bağırır, kırmızı, büyük tulumlar yangın istikametinde sallanırlar. Büyük, ejderha yangınlar duvarlarını kıpkırmızı etmiştir. Yukarıdan kendini kapıp koyverenler, mazgallarından can havliyle bağıranlar, meşaleler, karanlıklar, muharipler, Yeniçeriler… Nihayet sarı çilli Yahudi kızlarının dar merdivenlerinde moda Paris şarkıları söyledikleri yeni günler… Hep aynı istikamette, fıkara, uzun, kalın, helezon helezon akşamlara karışış!.. Ya bu sisli havada onun sanki yeniden tarihe karışıyormuş gibi kaybolup gözüküşü…

O Galata Kulesi’ne bu kadar hayrandır.
Eskiden tam kulenin karşısında borusu kırmızı, yeşil bir gramafon haykırır, bir vardakosta madam garsonlarına emirler verir, bahçenin içinde çığlık çığlığa kahveci çırakları seslenir, siyah fesli, kestanerengi gözlü, kara bıyıklı külhanlar afi keserdi. Sonra akşam olur; karanlık, mazgallardan, küçük kule kapısından çıkar, perde perde, döne döne, dans eder gibi daireler çizerek dağılırdı…

Kulenin kapı karşısı yoldan inmeye başladı. Sis, bulut gitgide artıyor, boğucu bir hava Galata’nın o civelek, sevimli, muhtekir gürültüsünü bastırıyor, bu boğucu havaya, ezici sese rağmen yine hayat izleri apaçık, sesler yine ince, yine aldatılanlar aldatanlar memnun bir haldedir gibi geliyordu. Havadan olsa gerek!.. Yol ağzındaki işaret memuru büyük damlalarla terliyordu. Elinde mendili mütemadiyen alnını silmekteydi. Hareketleri yavaş, sessizdi. Neredeyse onu da bir uyku bastıracak, orada taşların üstüne çöküp işaret veremeyecek, her şey uyku içinde yürüyüp gidecekti. Köprüye doğru yürüdü. Kadıköy İskelesi bir kaplıca gibi tüten denizin içinde ona ılık hisler verdi. İçeriye girdi. Burası alacakaranlıktı. Elektrikleri yakmamışlardı. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Pencereler harp dolayısıyla karartılmış olduğundan müthiş bir karanlık içinde kalabalık kaynaşıyordu. Bazı açık pencerelerden, adeta boyalı, kirli sarı bir iki ışık giriyor, üç adım sonra sönüyordu. Tren, vapur yolcuları konuşuyorlar, bekleşiyorlardı. Kenardaki kanepelerdeyse belki de hiçbir yere gitmemeye karar veren insanlar düşünüyorlardı. Boş zannettiği bir kanepeye çöktü. Gözleri karanlığa daha alışmamıştı. Yanında birisinin uyukladığını, neden sonra fark etti. Bu bir genç adamdı. Kırmızı, ıslak bir yüzü vardı. Dudağının soluk rengini bile fark ettirecek kadar rengi bir tuhaf kırmızıydı. Kısa ceketinden bir köylü mintanının çizgileri fark ediliyor; çok çalışmış, şiş, büyük bir elin üstünde parıl parıl tüyler yanıyordu. Alnındaki sıra sıra ter damlalarını da görebildi. Adam korkunç bir yorgunlukla uyuyordu. Yüzünün öteki yarısı karanlığın içinde, Hikmet’e yüzü ancak bu kadardır zannını verdirecek kadar kaybolmuştu. Yanakları daha tüysüzdü. İri geniş omuzları vardı. Ortalığı süpüren bir adam yaklaşıp uyuyanı dürttü:

— Haydi bakalım, dedi, burası miskinhane değil… Nereye gideceksin sen?
Uyuyan cevap vermedi. Ağzından sızan salyasını yeniyle sildi. Büyük, meyus gözlerini açıp ortalığı süpüren hademeye boş boş baktı. Sonra yanı başındaki Hikmet’e döndü. Hikmet yarısı yok zannettiği bu yüzü tamam olarak gördü. Bu bir Boşnak veya Rumelili, bir Pomak çehresiydi.

Hikmet, bu uyuyan insanın güzel bir insan olduğunu zannetmişti.
Hayır, genç adam çirkin, hatta biraz bön, fakat yapı cihetinden sağlamdı. Galata Kulesi’ne benziyordu. Gözlerinin içinde yeis, hayret, hâlâ rüya vardı. Adam gülümsedi. “C…” kazasındandı. Kimsesi yoktu. Değirmende çalışırdı. Değirmen kapanmış, iş bulmak üzre yollara çıkmıştı. Yürüye yürüye İzmit’e kadar gitmiş -Hikmet üç yüz kilometreden fazla dedi-. Orada akrabalarında dört gün misafir kalmıştı. Ufak bir iş de bulmuş, istasyonda valiz taşıyordu. Altmış, bazen yetmiş kuruş aldığı oluyordu. Fakat hiç almadığı da olurdu. Çünkü oranın hamalları -her yerin hamalları gibi- yabancıyı pek sokmuyorlardı. Velev ki insan pek dişli olsun!.. Bu hamallar, adeta onu köpekler gibi yiyeceklerdi. Akrabası dediği de pek uzaktan, suyunun suyu değildi hani! Öz teyzesiydi. Sırtı sıra üç gün taşıyacak bavul bulamadığı bir gün: “Sana bakamam” dedi, “git…”
Gene yürüye yürüye gelmişti. Dün, bütün gece uyumamıştı.
— Burada senin bildiğin bir iş var mı?
Hikmet:
— Nereden olsun? Ben de aylağım! deyiverdi.
— Fena… dedi, sonra:
— Ah! dedi. Hele bir kur’am gelsin. Hakikatte bir senem kalmıştı ama ne faydaki küçük yazdırmışlar, üç yaş küçük ağabey!
Sustular… Sıcak, ağırlık büsbütün havayı kuşatmıştı. Açık pencereden korkunç bir elektrikli hava içeriye doluyordu. Müthiş ter kokulu kadınlar, pis bir kundura kokusu, yakın aptesthanenin keskin idrar kokusu bütün salonu oturulmaz bir hale getirmişti.
Genç adam:
— Güç… güç… iş bulmak güç, uykusuzluktan ölüyorum! Bir yere çöktüm mü kendimden geçiveriyorum. Hava da ne ağır, çok ağır… değil mi?
— Yatacak yerin var mı?
Nereden olacak baba?..
— Bana bak oğul, dedi Hikmet -birdenbire aklına gelmiş gibi- seni akşamüstü burada bulayım. Bir şeyler yapmaya çalışırız.
Hikmet cevap bekler bir halde düşünüyordu. Bu bir dakikalık susuştan istifade eden genç adam, peki, diyemeden uyumuştu. Yüzü gülümser gibiydi. Hikmet, genç adama müthiş korkulu bir düşünce içinde baktı: Kimsesizlik, evsizlik…
Bunları çok iyi tatmıştı. Hem de şu adamdan daha çok küçükken… Fakat şimdi bu halden öyle öyle ürküyordu ki…

İNSANIN EVİNDEN ÇIKAR ÇIKMAZ GÖKYÜZÜNE BAKMAMASINA ŞAŞMALIDIR

Koca İstanbul şehri… Akşam olunca kule dibinden halka halka dağılan karanlık, boş, uzak sokaklar, kırık camekânın içinde karıncalı börek satan adamın etrafına dizili çırılçıplak, yaralarına çamur merhemi sürülmAüş serseri çocuklar…

Kendisi de kışlık kalın elbiseli “C…” kasabalıyla börekçinin önünde, çocukların arasında…
Hikmet’in kendisini, o zamanki hayatı nasıl hiç ürkütmemişse bu delikanlıyı da hayat ürkütmüyordu. Şurada bir kanepenin üstünde, derdini şöyle üstünkörü anlatmış, şimdi bir tebessümle uyuyordu. Hikmet, “Ya akşama gelip de şu delikanlıyı bulamazsam?” diye düşündü. Cebinden bir lira çıkarıp genç adamın cebine atmak istedi. Sonra bu fikirden vazgeçti. Ağır ağır, belini tutarak ayağa kalktı.
— Of be! dedi. Biraz hava alayım, Gülhane’ye kadar uzanayım.
Hava ağır ağır açılıyor. Haliç’ten esen bir rüzgâr, sisi, bulutu önüne katıp sürüyordu. Gökyüzünde yer yer çürük halinde mavilikler peyda oluyordu. Sisin içinde de zerre halinde altınımsı bir şey vardı. Gülhane Parkı’na kadar ne düşündüğünü bilmeden Eminönü, Bahçekapı, Sirkeci’yi geçip gitmek o kadar tatlı bir şeydir ki!.. Görmeden, işitmeden, hatta yürümeden; bir bilmece içinde gibi yürüyüp, işitip, görüp gitmek… Hikmet o bilmeceyi hatırlamaya çalıştı: (Bir köprüden üç kişi geçmiş; biri yürümüş, görmüş geçmiş; ötekisi yürümeden geçmiş; üçüncüsü ne yürümüş, ne görmüş; ama geçmiş…)
Gülhane Parkı’na vardığı zaman atlas gök pırıl pırıldı. Böcekler uçuşuyor, sinekler yükseklere inip çıkıyor, ağır, yapışkan, bir adamın ağzından kalkıp öteki adamın dudaklarının kenarına konuyorlardı.

Kanepelerde kafaları, kanepelerin arkalığından çok geriye düşmüş, ağızları bir karış açık, bacakları upuzun gerilmiş adamları burada da bahçıvanlar uyandırıyordu. Bir kanepeye yaslandı. Bacaklarını o da gerdi. Uykusu olduğu için değil, zevkinden ağzını açtı. Kafasını gökyüzüne dikti. Atlas gökyüzünde bir kuşu kovaladı. Biraz sonra bir cıgara yaktı. Yanı başındaki kanepede oturan adamı şimdi fark etmişti. Bu da on yedi, on sekiz yaşlarında, bir gözü şaşı, üstü partal içinde, başı kabak tıraşlı birisiydi. Dikkatle bakınca tanıdı. Bu, bundan beş ay evvel mülk sahibinin yazıhanesinde Hırant’la beklerken gördüğü hanın kahveci çırağıydı. Bu çocuğun o zaman, ıslak gibi esmer bir rengi vardı. Bu yılık gözü, o zaman hiç de sevimsiz değildi. Şehla denemezdi ama, zaman zaman, onun şenliğinden, kedersizliğinden, şakrak sesinden, uzun kumral saçlarından bu şaşı göze bile bir sevimlilik gelir, onun altıncı kattan aşağıya, bir zil sesiyle:
— Mösyö Marko’nun kahvesi sade olsun… Bir ıhlamur yap Seyfullah Bey’e! diye haykırdığı zaman insan gençleşir, çocuklaşır, koca tüccarlar bile onu severler, ona:
— Çıngıraklı Hasan, derlerdi.

Sonra, bir zaman, sesi kartlaşmış, yüzü ergenlik bağlamış, iki nefeste çıktığı altı katı, yirmi nefeste çıkamaz olmuştu. İşten çıkarmışlar, yeni çırak almışlardı. Ondan sonra bu çocuğu iki defa daha görmüş, bir daha görememiş; hatta unutmuştu.
— Kâzım Ağabey’in işi bozulmuştu. Bana öyle dedi, bilmem? Beni çıkardı. Sonra başka yerde iş buldum. Biraz da orada çalıştım. Üç aydır işsizim. İhtiyar bir ninemden başka kimsem yok. Bir eniştem var, galiba Çanakkale tarafından bir yerde, memur. Epey de para alıyormuş, yetmiş beş lira!.. Yazıyorum -biraz yardım etsin diye- cevap bile vermiyor. İhtiyar tütün içer; götüremiyorum ki… Ev sahibimiz bereket iyi kadın, ona ekmek veriyor. O da yetmişinden sonra onun bulaşıklarını yıkar. Bir evimiz vardı. Ablamın gelin olacağı vakit Hüsnü Kalfa’ya üç seneliğine kiraya verdik. Parasını peşin aldık. Ninem bir kâğıt imzaladı. Evimiz şeydedir… Üsküdar’da “B…” Çıkmazı’nda, 1 numaralı hane. Şimdi olsa on, on iki lira aylık getirir; bize de yeter! Üç sene çoktan bitti ama, içindeki herif ev benim diyor. Kocakarıya yutturmuşlar: Evi onların üstüne devretmiş.
— Nasıl olur canım? Muhakkak satmıştır kocakarı! Yoksa insanın malını kimse zapt edemez.
— Belki de satmıştır da bana söylemiyor. Ama satmadı, satsa söyler, benden mi korkacak? Aptaldır, kandırıvermişlerdir. Akşam olmuyor mu, en çok ona cıgara götüremediğime üzülüyorum. Allah razı olsun, ev sahibi yiyecek veriyor ona. Ben aç da gezsem ziyanı yok! Deri fabrikasında iş var, dediler, adam almışlar… Şurada, Sirkeci’de çimento işine amele lazımmış, zor işmiş… Yahut da çocuk diye beni beğenmediler. Pek ağır işmiş… Arkam kimsem yok ki… Üstümde bu elbiseden başka da yok. Şu halime bakın! Bana kim bakar, kim iş verir? Aynada kendimden ben kendim korkuyorum.
Hakikaten bakılamayacak kadar it, külhanbey halliydi. Şaşı gözü keskin bir ışıkla yanıyordu. Üç numarayla kesik, az bir şey büyümüş, parça parça kabarmış, dikilmiş saçları, yüzüne korkunç, deli, hırsız manalar veriyordu. Yalnız sesi yumuşak, mazlum, yüreğinin bütün ifadesi, sessizliği, iyiliği, sakinliğiyle doluydu. Ama insan, bu çocuğun eski iyi, temiz halini bilmese, bu sesten içini nasıl anlardı? Bildikten sonra, evet… Hikmet cebinden çıkarıp otuz beş kuruş verdi. Birdenbire beklenmeyen bir şey oldu. Bu ağlamayacak kadar keskin, sert, haşin çocuk yüzü, birdenbire bir yağmur gibi ağlamaya başladı. Damlalar, dudaklarının kenarlarında gezindi. O dilini çıkarıp bu mayii yaladı.
Bu sefer Hikmet büsbütün şaşırmıştı. Cebinden bir lira çıkardı.
— Ver otuz beşi bana, dedi.
Bir lira verdi. Şimdi çocuk gülümsüyordu.
— Nineye cıgara götürürüm akşama. Kalanıyla gazete satacağım, Allah senden razı olsun!.. Öpeyim elini.
— Bırak bu dilenci ağızlarını, dedi Hikmet.
Çocuk, hızlı, paytak adımlarla parkın kapısına doğruldu.
Hikmet ardından bağırdı:
— Nineye uğradıktan sonra akşamüstü Ada İskelesi’ne gel. Söyleyeceklerim var… Balıkçılık yapar mısın?
— Yaparım, gelirim ağabey. Peki ağabey! dedi, yürüdü.
İşte o zaman gökyüzünün yeniden kapandığını, sıcak bir yağmurun bol damlalarla yağmak üzere olduğunu fark eden Hikmet de parkın ta içerisine doğru yürüyüşüne devam etti. Bol, sıcak bir yağmurda kasketinden sular akarak gezindi, durdu.
Şimdi dört kişi olmuşlardı. Yaz, Mustafa’nın dediği gibi, yiyecekten yana pek dar, ama güzel geçti. Marika cumartesi günleri erkenden damlıyor, pazartesi geç vakit dönüyordu. Bütün yaz, hemen hemen hadisesiz geçti. Yalnız Rumelili Recep’le Çıngıraklı Hasan arasındaki ufak hadise müstesna: Marika’nın o pazartesi yattığı yerden kalkıp Hasan’ın yanma gitmesine Recep fena halde içerlemişti. Ne Hikmet, ne de Mustafa, Marika’ya bir şeyler söylediler. Fakat Recep’i kenara çekip fena halde haşladılar. Recep’e, Marika’nın da nihayet bir arkadaş olduğunu anlatmak kolay olmadı. Marika’nın canı kiminle beraber oturmak çekerse onunla otururdu. Bu adanın kıyılarına kıskançlık giremezdi.
Bu, bir kadının dört kişi tarafından paylaşılma hadisesinin açığa vurulmasıydı. O zamana kadar kimse -bildiği halde- bu vaziyetten ötürü yüzleşmek mecburiyetini duymamıştı. Bu vaziyetiyse Marika idare ediyor gibiydi. Bu garip hadise, nasıl, ne suretle bu şekle dökülmüştü, bilinmiyor. Hatta Marika’nın hangi cumartesi gelişinden itibaren başladığı bile meçhuldü. Yalnız, bu müşterek saadetten, kimse birbirine itiraf etmiyordu ama, bir hadisenin çıkacağını da seziyordu. Hikmet’se Marika’nın bu dört dostu şefkatle besleyecek, hiçbirine, ötekini tercih ettiğini hissettirmeyecek halini adeta beğeniyordu. Recep’le ta adanın öteki ucunda balığa gittiklerini, Çıngıraklı Hasan’la öğle uykusunu nar ağacının altında uyuduğunu görüyor; Mustafa’yla mehtaplı gecede şarkı söylediğini duyuyor; üzüntüyle karışık tuhaf bir saadet hissediyordu. Yalnız, geceleri bitişik, Melek’in eskiden yattığı odada, onun ayak seslerini, şarkı söylediğini duyuyor, bazı geceler:
— Marika gel, oturalım, diye sesleniyordu.
Marika bazen hiç cevap vermez, bazen:
— Sen buraya gel, derdi.
O zaman ahırda yatan üç kişiden hiçbiri cesaret edip bu odaya giremezdi. Fakat Marika isterse, uyku tutmadığı zaman, Hasan’la veya Recep’le oturmaya giderdi.
Bu böyle devam edip gidecekti. Fakat o gece Recep, Hasan’ı baldırından hafifçe yaraladıktan sonra Marika bir daha Ada’ya uğramadı.
Zaten yağmurlar başlamış, sonbahar erken gelmişti. Recep bir müddet ortadan kayboldu. Sonra kendi kendine bir gün perişan bir halde döndü. Hasan’ın yarası iyi olmuş, bastonla dolaşabiliyordu. Sarıldı, Hasan’ı öptü.
O zamana kadar Hikmet’in parası, Mustafa’nın Burgaz İskelesi’nde hamallığıyla dara dar geçiniyorlardı. Yaz ortalarında çok sıkışmışlar, Çıngıraklı ile Recep de boğazı tokluğuna karşı adada bir iş bulmuşlardı. Akşamları sandala binip tekrar Hikmet’in yanına dönerlerdi.
Sonbaharla beraber gene Hikmet’in parasına kaldılar. Yaz kahveleri kapanmış, hamallık sökmez olmuştu.

Bir ay pek sıkıntı çektiler. Hikmet İstanbul’a hiç inemez oldu. Aylığını almaya indiği bir gün kendi nefsine beş para harcamadan Ada’ya döndü. Hektor’u müthiş neşeli buldu. Burnunu güzel bir et kokusu sardı. Tahta masanın üzerinde güzel bir sofra hazırlanmıştı. Rakılar, mezeler, sardalyalar, şiş kebapları, her şey hazırdı. Hikmet’e, balığa gittik, dediler.
Dört kişilik grubun birden hali vaziyeti değişmişti. Hemen her akşam içiyorlar, etler yeniyordu. Hikmet sabahları para vermeye kalktığı zaman:
— Canım Hikmet Ağabey, biz de artık çalışıyoruz. Bu kadar zaman, bize sen baktın, Allah aşkına kalsın, diyorlardı.
Hikmet, şimdi haftada bir iki defa, İstanbul’a inebiliyordu. Bir zaman geldi ki, aylığı olan kırk lirayı yalnız kendi nefsine harcadığını fark etti. Hemen hemen her gün İstanbul’a iniyor, dönüşte sofrayı hazır buluyordu. Bir gün:
— Çocuklar, dedi, sahi balık para mı ediyor?
— Ne diyorsun be abi? diyorlardı. Elmas fiyatı!..
Güzel bir ilkbahar sabahıydı. Daha çok erkendi. Kimse kalkmamıştı. Hikmet sevinçli, şarkılı uyandı, gerindi, giyindi. Evvela İstanbul’a inmeyi, Ziba’da Filim Bahri’nin Kahvesi’ne gitmeyi, sonra Melek’i aramaya koyulmayı düşündü. Esnedi. Fidelere su verdi. Sarnıcın sarı, yeşil, buz gibi suyuyla yüzünü, ayaklarını yıkadı.
Binaya doğru yürürken, yakınlarda iki çifte bir sandalın adaya doğru ilerlediğini gördü. Hektor olanca hırsıyla bağırıyor, öteye beriye çılgınca koşuyordu.
Sandaldan sesler işitildi.
— Köpeği bağlayın, anlaşıldı mı?
— Duyduk, duyduk, dedi Hikmet.
Ellerini güneşe siper ederek baktı. Kayıktaki adamlardan ikisinin üstleri pırıl pırıl parlıyordu. Kendi kendine:
— Bunlar resmi yahu! diye söylendi.
Bir komiser ile iki polis, karaya ayak bastılar. Hikmet’in yüzüne bakmadan binaya doğru yürüdüler. İçeriyi dolaştılar. Hikmet arkalarından şaşkın şaşkın geliyor, Hektor’a, “sus ulan!” diye bağırıyordu.
Komiser sordu:
— Siz burada kaç kişisiniz?
— Dört kişiyiz, efendim.
— Ötekiler nerede?
— Yukarıda eski domuz ahırı var, orada yatıyorlar.
Komiser:
— Düş önüme, dedi.
Ahırın bulunduğu tepenin eteğine vardıkları zaman yalnız Mustafa don gömlek kapının önünde gözüktü. Onları görünce içeriye girdi. Biraz sonra ayağına bir pantolon giymiş olduğu halde çıktığı, aşağıya, öteki sırta doğru koştuğu görüldü. Polislerden biri arkasından seğirtmişti. Otların arasında kayboldular. Bir silah sesi işitildi. Mustafa müthiş bir küfür savurdu. Hasan’la Recep de yakalanmıştı. Mustafa sandala doğru kaçarken ayağından vurulmuştu. Karakolda uzun boylu sıkıştırıldılar. Mustafa nihayet itiraf etti:
— Efendim, Bekçi Hikmet’in bu işten haberi yok. Ben düşündüm. Bu arkadaşları da ben kandırdım. Büyükada’dan üç, Heybeli’den de altı köşk soyduk.
— Evelisi akşamki Kınalı macerası kimin?
Mustafa:
— Onu vallahi biz yapmadık, bilmiyoruz, dedi.
Hikmet hiç ses çıkarmıyor, gözleri Mustafa’da, hayretle bakıyordu. Mustafa bir aralık:
— Affet abi, dedi.
Hikmet cevap vermedi. Polislerin yazdığı bir ifadeyi okumadan imzaladı. Ellerini iplerle bağlayıp götürdüler.
Hikmet, kışın kaç defa bu küçük adadaki sessiz, sakin fakat müthiş surette sıkıcı hayatı bırakmak istemişse aklına hep işsizlik gelmişti. Recep’le Çıngıraklı’nın o haziran gününde birinin Kadıköy İskelesi’nde, ötekinin parktaki halleri gözünün önüne gelmiş, bir türlü İstanbul’a indiği zaman iş aramaya teşebbüs etmeye kalkışmamıştı. İstanbul’a her inişinde, motorlarda bir iş bulayım kararıyla inmiş, fakat Filim Bahri’nin kahvesinde kararını unutmuş, bir gece İstanbul’da kalmak, ona uzletinin güzelliğini hatırlatmış, uzlete alışmanın verdiği hazlı tembelliği üzerinden atamamıştı.
“Böyle olacağı belliydi” dedi kendi kendine, “insan denilen mahluk yalnız edemez. Yalnız kalırsa aklına ya delilik ya fenalık gelir. Bu işte çocukların kabahati yok; kabahatin büyüğü bende… İnsan etrafındaki ne olursa olsun, ne cife olursa olsun, insanlardan kaçmamalı…”
Fakat Mustafa’ya fena kızıyordu.
“Ötekilerin kabahati pek yok diyelim. Ya bu Mustafa haininin?..
Acaba öteki hırsızlığı da? Zannetmem… Öteki hakikaten Hasan’ın bir namuzsuzluğuydu, bir iftiraydı. Bu muhakkak, fakat ya bu n’oluyor?”
Mustafa’ysa derin bir sükûta dalmıştı. Eskiden mahcup olduğu için, daha doğrusu konuşacak lafı olmadığı için susan Mustafa, şimdi konuşacak lakırdısı olduğu için derin bir sükûta dalmıştı. Artık ondan laf almaya imkân yoktu.
O zamana kadar Hikmet, Mustafa’ya bir kelime söylememişti. Mustafa da garip bir donukluk içindeydi. Hikmet’in kendisine gözü deyince kaçmasından fena oluyordu. Ağlayacak gibi oluyordu.
Mahkemede cezayı yiyip dönerlerken Hikmet’in yüzü sarı, keskin, buz gibi soğuktu.
Kelepçeye yan yana takılmışlardı. Mustafa yan gözüyle mütemadiyen Hikmet’e bakıyordu. Nihayet Hikmet de döndü. Onu evvela hırsla, hiddetle süzdü. Fakat sonra, birdenbire içinden neler geçti bilinmez -Belki de sahradan bir nehir geçmiştir- iki parmağıyla Mustafa’nın birkaç parmağını yakaladı, sıktı, sol gözünü de kırptı.
Mustafa, eskiden beri, söz söylemeden yapılan manalı hareketlere, lafı nihayet anlaşılmış bir dilsiz sevinciyle bayılırdı. Mustarip yüzü değişti. Hikmet, onun senelerden sonra vagon penceresinden deniz görmüş bir deniz kenarlı ruhuyla ferahladığını hissedip gördü.
Mustafa konuştu da:
— Hikmet Ağabey, dedi, pardon!..
Hikmet gülerek başını çevirdi.
— Eh… dedi, sen de!
Mustafa’nın, Hasan’ın, Recep’in Hikmet’i kurtarmaya çalışmaları beyhude olmuş, cezanın çoğunu Hikmet yemişti.
Günlerden bir gün mapusane kapısından Rıza girdi, Hikmet onu koğuşa aldı. Şiltesine oturdular. Rıza derdini kısaca anlattı:
— Sarhoşlukla cam kırdım. Karakola götürdüler. Orada da sövüp saymışım. Oranın da camlarını indirmişim. Vallahi yaptığımı biliyorum ama, neden yaptığımı bilmiyorum, diyordu.
Sonra gene kısaca Melek’ten havadis verdi:
— Önce pasajdaymış; sen gitmişsin ya, bana söylemedin. Ben buldum ama sonra… Bize para verdiği için rahatsız oluyormuş küçük hanım! Başka bir yere girdi. Orada da buldum. Bir aralık Ankara’ya gitmiş, dönmüş gene buldum. Bu sefer de bir herifle beraber üzerime yürüdüler. Gitmeye ara verdim. Geçenlerde ne olursa olsun dedim, uğradım, yok… Koydunsa bul!.. Çıkmış oradan. Bu sefer izini kaybettim. Aksilik, öteki ustası, yani son gittiği yerin ustası da dükkândan çıkmış. Bütün İstanbul’u arayacak değilim ya!.. Artık onu bulamam. Çocuğu olmuş biliyor musun? Burnuma çocuğun kokusu geliyor, Hikmet, ufak çocuklar ne güzel kokarlar, kim bilir?..
Bir geceydi. Rıza nereden bulmuşsa bulmuş bir esrarlı cıgara bulmuştu. Hikmet iki nefes çekmiş, Rıza’ya vermişti. Rıza da gırtlağı şişerek, yanakları çukurlaşarak bu cıgarayı emmişti. Şimdi Hikmet’in yanındaki kırbada can çekişir gibi hırlıyordu. Bir ara, Hikmet de kendini fena hissetti. Rüyada düşer gibi bir yere düştü.
— Baba, baba, dedi.
Rıza gözlerini açmıştı. Gözbebekleri iğne ucu kadar küçülmüş, yüzü sararmış, dudakları hasta dudağı gibi belermişti. Görmeden yahut da birçok gördüğü şeyler arasında tek hakikat olan Hikmet’e bakıyor. Gözleri, kahverenginin içindeki topluiğne ucu kadar mor gözbebeği, Hikmet’e bakıyordu.
— Ne var Hikmet, dedi, sen de mi fenasın?..
— Sen fena mısın?
— Yook, dedi.
— Baba, dedi Hikmet -laf olsun diye- ben bizim Medarı Maişet’le batıyor gibiyim…
Kondos cevap vermedi. Hikmet, bu laf olsun, gülelim diye söylediği cümleden yürüyerek sonbaharda Medarı Maişet’in sahibine makinistlik teklif ettiği zaman herifin onun yüzüne manalı manalı bakıp:
— Siz orada, karşıda rahatsınız. Motorcum da iyi adam, yapamam Hikmet, hem sen artık çalışamazsın… dediğini hatırlıyor. Sonra birdenbire artık uyduruyordu:
Herifin fikrini değiştirdiğini, onu adadan çağırttığını, motora bindiğini, öteki arkadaşların eşyalarını toplayıp adadan gittiklerini, Hektor’u Hırant’a emanet ettiğini, Hektor’un uluyuşunu uzun müddet işittiğini duyuyor, içini bir boşluk sarıyor, bir şeyden korkar gibi oluyor, bu sırada Medarı Maişet motoru iki bin çift balıkla ağır ağır başından suya dalıyor… Hikmet arkaya doğru kaçarken sıcak bir suya gömülüyordu. Silkindi, biraz kendine gelmişti.
“Ne oluyorum, rüya mı görüyorum?” diye sordu. Bu lafı kendi kendisine söylediği halde, Rıza, nasıl işitmişse cevap veriyordu:
— Yok Hikmet, rüya görmüyorsun, dalgadasın!.. Bak ben de ne görüyorum biliyor musun?
Gözlerini, tavanda bir ışığa dikerek anlatıyordu:
— Hani, yazın sonlarında, 30 Ağustos’ta bucağın parti başkanı deniz bayramı yapar. Mızıka getirtir. Çoluk çocuk yüzerler. Deniz yarışı yaparlar. Ördek yarışı falan olur. Şimdiye kadar onları gördüm. Şimdi ne görüyorum biliyor musun? Bilemezsin… İmkânı yok!.. Yağlı direk görüyorum. Don yağıyla yağlanmış uzun bir gemi direği, bir motorun ucuna bağlanmış, yağlı direğin ucunda Deniz Spor Kulübü’nün mavi kırmızı filaması var. Bu oyuna benden başka iştirak eden yok. Motora çıkıp yağlı direğin üstüne adımımı atar atmaz, cup denize… Belki kırk defa aynı şey oluyor: Direğin üstünde üç adım atamadan… Cup! Bir aralık iki adım atmıştım, gene cup!..
Rıza gülüyordu. Birdenbire rengi kara sarı oldu. Gözlerini kapadı.
— Yahu!.. Hikmet, dedi, bu neye benziyor, bu?
— Hangisi baba?
— Bu benim boyuna yağlı direkten kaymam… O mavi kırmızı şeye yetişemeyişim?
— Bilmem ki… Neye benziyor baba?
— Vallahi!.. Bana bir şeye, bir şeylere benziyor gibi geliyor. Tutuyorum, yakaladım, tam neye benzediğini yakaladım, diyorum… Cup!.. Ne güzel kayıyor adam Hikmet… Cup!..
Hikmet artık ayılmıştı. İçinde yalnız hafif bir korku, açlığa benzeyen bir eziklik vardı. Yarı kopmuş bir ekmekten kopardı, bir testiden su içti, tükürdü.
Babası yağlı bir direkten boyuna kayıyordu. Kendisinin Medarı Maişet motoru batmıştı.

18 Temmuz 1940

Bir Takım İnsanlar
Sait Faik Abasıyanık

Medar-ı Maişet Motoru

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz