KARA MASKE
Kızılay’daki Beyoğlu Pasajının alt katındaki sahafların vitrinlerinin önüne yığılmış binlerce tozlu kitabın arasında Horace McCoy’un kitabını bulduğumda yirmi iki yaşındaydım. O zamanlar, bir yayınevinin pencere-siz bodrum katında; floresan lambalarını hayattan daha çok severmiş gibi görünen ve hayata karşı kendini sınırları geniş çizilmiş bir kibarlıkla korumaya çalışan Zeki Beyle birlikte, öğlenleri bir şişe domates suyu ve yarım ekmekten müteşekkil yemeği yiyip, sayfalara virgüller, noktalı virgüller, kesme işaretleri, daire içine alınmış harfler yazarak düzeltmenlik yapıyordum.
Okuldan atılmıştım, erken yaşta kaybedilmiş gibi görünen bir geleceğin iplerini yeniden yakalamaya uğraşıyor, sahaflardan tozlu kitaplar topluyor, dolmuş yapan basık tavanlı uzun kaptıkaçtılara binmemek için sıcak Ankara akşamlarında Kızılay’dan Çankaya’ya koltuğumun altında kitaplarla, gerçekleşmesi imkânsız sanılan hayaller kurarak yürüyordum.
Askeri bir cunta yönetiyordu ülkeyi.
Başkentte darağaçları kuruluyordu.
Askerler tarafından devrilmiş olan politikacılar, askerlerin asmak istediği çocukların asılması için parlamentoda iki ellerini birden kaldırıyorlardı; onlar, cumhurbaşkanlığına çıkan yolların çocuk ölülerinin sırtından geçeceğini bilecek kadar “akıllı ve ileri görüşlüydüler”, karım ise doğumevinin dört yataklı küçük koğuşunda birkaç gün sonra doğuracağı çocuğunu, “çocukların idam edildiği bir ülkede doğurmak istemediğini” söyleyerek ağlıyordu.
Çok kadın ağlıyordu zaten o günlerde, politikacılar idamlar için açık açık parmak kaldırırken kadınlar gizli gizli ağlıyorlardı, ağlamak da suça giriyordu.
Horace McCoy, mafyanın ele geçirdiği bir kenti anlatıyordu romanında.
McCoy’un önde gelen üyelerinden biri olduğu “Kara Maske” grubunun diğer yazarlarını henüz okumamıştım, 1920’lerin sonundaki Amerikan kentlerini, sokaklarını anlatan polisiye romancılarla henüz tanışmamıştım, komünist diye yıllarca işsiz bırakılan Dashiel Ham-mett’i, onun takma adla Hollywood’a senaryolar yazarak kendini saran kuşatmayı kırmaya çalıştığını bilmiyordum.
O yıllarda Amerika’da içki yasağı vardı.
Mafya, politikacı ve polis üçgeni birlikte çalışıyor, kaçak içki kamyonlarını Kanada sınırından ülkeye birlikte sokuyor, koskoca kentleri çetelere emanet ediyorlardı.
Daha sonraları Şikago Suç Komisyonu başkanı olacak olan 75 yaşındaki Frank Loesch, 1928 sonbaharında Lexington Oteli’nin 430 numaralı süitinde Al Capone’u ziyarete gidiyordu.
Yaşlı adamın, “polisin sahibi benim” diye övünen 29 yaşındaki gangsterden bir ricası vardı, yerel seçimlerin olaysız geçmesini sağlamasını istiyordu; bunu koskoca Şikago kentinde isteyebileceği başka hiç kimse yoktu, ne şehrin valisi, ne belediye başkanı, ne de savcısı böyle bir güce sahiptiler, yüksek ücretler karşılığında ruhlarını ve iktidarlarını bu yüzü yaralı, psikopat gangstere satmışlardı.
Küçük yaşta girdiği bir kavgada aldığı, kaşından dudağının kenarına kadar uzanan bıçak yarasını saklamak için esmer yüzünü pudralarla kaplayan, limon küfü, bezelye yeşili, havai mavi parlak elbiseler giyip parmağına 11 kıratlık elmas yüzük takan Capone, Loesch’e verdiği sözü tutuyor, kendi denetimine verilen polislerle rakip çetenin adamlarını tutuklattırıp seçimin olaysız yapılmasını sağlıyordu.
Sonra da Hawtorne Inn’de John Scalise, Albert An-selmi ve Joe Giunta şerefine bir yemek veriyordu; sabaha dek süren yemek boyunca gülüp eğleniyorlar, şişelerce Chianti içiyorlar ve şakalaşıyorlardı, en çok gülen her zaman olduğu gibi gene Capone oluyordu.
Sabaha doğru Capone birden susunca odadaki adamları da susuyordu, yalnızca şeref konukları sürdürüyordu gülmeyi, sonra onlar da bir tuhaflık olduğunu anlayıp susuyorlardı, uzun bir sessizlik kaplıyordu odayı, Capone konuklarına doğru eğilip “siz beni kandırabileceğinizi mi sandınız” diye soruyordu.
Birden bir beyzbol sopası çıkıyordu ortaya, bir seksen boyundaki yüz kiloluk Capone, üç adamın kafasını, omuzlarını, göğüs kafeslerini beyzbol sopasıyla vura vura parçalıyordu.
Mafya geleneğine uygun olarak, iyi bir ev sahipliğinden sonra öldürülüyordu kurbanlar.
Çok cinayet, çok rezillik, çok alçaklık vardı ama gene de her şey geleneklere uygun yapılıyordu, bütün kuralları ve kanunları çiğneyen mafya, bunu ancak sıkı sıkıya bağlı olduğu bazı gelenekleri canlı tutarak başarabileceğini biliyordu.
Sık sık söyledikleri gibi bütün bu cinayetler, “iş içindi, kişisel bir şey değildi.”
Onca kana rağmen, binlerce filme konu olan bir “mafya romantizminin” bulunmasının nedeni, ölenlerin de öldürülenlerin de aynı arenaya kuralları bilerek eşit şartlarla çıkması, öldürürken de bir gün öldürülebileceklerini daha baştan kabul etmeleriydi; hepsi hayatın kenarında doğmuştu ve hepsi ölümün kenarında yaşıyordu.
Öldürmekten zevk alsalar da zevk için öldürmüyorlardı; zevk için, şımarıklıktan adam öldürmek ayıptı, kabul edilen kural “iş” için öldürmekti.
Makineli Tüfek Jack, Uç Parmak Willy, Zorba Nit-ti, Deve Murray şeflerinin emriyle lokantaları taradıklarında, arabaları havaya uçurduklarında, adamları vurduklarında bunun “iş” için olduğunu biliyorlardı.
1929’un 14 Şubatında, tam da Âşıklar Gününde, polis üniformalarını giyip İrlandalı O’Banion kardeşlerin çetesinin yedi üyesini bir garajda sıkıştırıp “tommy” dedikleri hafif makinelilerle tarayarak mafya tarihinin en kanlı kıyımını gerçekleştirdiklerinde de yaptıkları “iş” içindi ve mafya dünyasında ürpertiyle ve anlayışla karşılanmıştı.
Kurbanların cenazesine gönderilecek çiçekleri de, O’Banion kardeşlerin çiçekçi dükkânına ısmarlamışlardı, zaten hangi mafya üyesi öldürülürse öldürülsün çiçekler O’Banion’lara ısmarlanırdı.
Gelenekleri ve kuralları vardı çünkü.
Daha “ahlaklı bir ülke yaratacağız diye içkiyi yasaklayıp neredeyse bütün ülkenin iplerini mafyaya kaptırarak, cinayetin ve ahlaksızlığın uçurumuna düşen Amerika’nın kanlı ve karmaşık günlerini anlatan Kara Maske grubunun izini ben Beyoğlu Pasajının tozlu kitaplarında yakalamıştım.”
Yirmi iki yaşındaydım.
Askeri bir cunta yönetiyordu ülkeyi.
Yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra, yakaladığım o karanlık izin kendi ülkemde çok daha aşağılık bir halde ortaya çıkacağını, “iş için değil” “zevk” için adam vuracak, sırtını devlete dayamış, öldürülme riskini hiç taşımadan adam vurmaya alışacak kalleş çetelerin ilk tohumlarının atılacağı bir yola ülkenin girmiş olduğunu, sırtına mor mürekkeple Allah kelimesini dövdürmüş, saçları kazınmış “yerçekimsiz bir karanfili”, bir parkta kızıl tüylü köpeğini gezdirirken zevk için fütursuzca vuracak adamların yetişeceği bir fideliğin sulanmaya başladığını bilmiyordum.
Kara Maske grubunun hayal gücü en geniş yazarı bile “yeşil pasaportlu” bir Al Capone yazmayı düşünemiyordu.
Mafyanın ünlü muhasebecisi “Yağlı Parmak Jake”i başkentin en yüksek tepelerine yerleştiren bir roman yaratamıyordu.
Lucky Luciano’nun TV istasyonu basacağı, gazete kurşunlayacağı bir dünya hayal edemiyordu.
İ929’un mafyacıları polisten ve politikacıdan ortak buluyor, beyzbol sopalarıyla adam öldürüyor, rakiplerini bir arabaya bindirip sonu bir çukurun dibinde bitecek “gezintiye çıkarıyor”, ayaklarına taş bağlayıp nehre atıyorlardı, ama kadınları vurmuyorlardı, televizyonlarda cinayetleriyle övünmüyorlar, tonlarca uyuşturucuyu kaçırdıktan sonra kendilerini ve arkadaşlarını “devlet kahramanı” ilan etmiyorlardı.
Her türlü rezilliği görmüşlerdi, ama cuntaları ve darbeleri görmemişlerdi çünkü.
Toprağa bir darbe tohumu ektiğinde, yirmi sene sonra canını ortaya koymadan başka canlar alacak, bir parkta köpeğini gezdiren adamı kasıklarından keyifle kurşunlayacak çetelerin topraktan fışkıracağını öğrenmek onların değil bizim kaderimize düşüyordu.
Horace McCoy’un, mafya çetelerine karşı çıkan bir gazeteciyi ve o gazetecinin öldürülüşünü anlatan kitabını bulup çevirdiğimde yirmi iki yaşındaydım.
Ağaçları tozlu, binaları solgun Ankara’nın pencere-siz bir bodrumunda yüzlerce, binlerce sayfa yazıyı elden geçirip virgüller, noktalı virgüller, kesme işaretleri, balonların içine yerleştirilmiş harfler yazıyor, imla kurallarını hayattan çok seven Zeki Beyle domates suyu ve yarım ekmekten müteşekkil öğlen yemekleri yiyor, öfkeleniyor ve kaybolmuş gibi görünen bir hayatın iplerini yakalamaya çalışıyordum.
McCoy’un kitaplarında bir çürümüşlüğün hikâyesini okuyor ve geçmişi anlatan kitaplarda geleceğimizi okuduğumuzu; bir gün kızıl tüylü köpeğini parkta gezdiren, ömrünün önemli bir bölümünü dağda taşta Yunus Emre’nin mezarını arayarak geçiren, sırtına Allah’ın adını mor mürekkeple dövdürmüş, Mesnevi okumayı seven, onları kandırmamış, uyuşturucu paralarını çalmamış, ihbar etmemiş, rakip çeteye bilgi sızdırmamış, ihanete bulaşmamış bir adamı çetecilerin zevk için öldüreceklerini; bütün değerlerle birlikte “değersizliklerin” bile çürüyeceğini, mafya geleneklerini, delikanlılık raconlarını arar hale geleceğimizi bilmiyordum.
İnsanların yükselirken alçalacaklarını, Amerikan gangsterlerinin bile yanında “haysiyetli” kalacağı bir kokuşmuşluk cehenneminin dibine doğru yola çıktığımızı bilmiyordum ben o zamanlar.
Yirmi iki yaşındaydım ve askeri bir cunta vardı.
Kara Maske grubunun kitaplarını okuyor, onların anlattıkları sefaletin bile imrenilir hale gelebileceğini tahayyül edemiyordum.
Bir toplumun uzun sürecek intiharının milyonlarca tanığı ve kurbanından biri olmak üzere yola çıktığımı anlayamıyordum.
Uzun bir yol yürüdüm bir toplumla birlikte.
O uzun yol, vara vara bir utanca vardı.
Ahmet Altan
Karanlıkta Sabah Kuşları