Psikanaliz ve Din: Psikanaliz dine karşı bir tehdit mi? – Erich Fromm

Deneysel yönle dinsel duygu ve kendini adamayı kastediyorum. Hayatın en yüce amacının insan ruhu için duyulan kaygıyla insanın sevme ve düşünme yetilerinin ortaya çıkarılması olduğu düşüncesi, tüm büyük Doğu ve Batı dinlerinin kurucularının öğretilerince paylaşılır. Bu amaca karşı bir tehdit oluşturmaktan uzak olan psikanaliz, tam tersine bu amacın gerçekleştirilmesine çok büyük katkıda bulunur. Dinin bu yönü herhangi başka bir bilim tarafından da tehdit edilemez. Doğabilimlerince yapılan herhangi bir keşfin dinsel duyguya karşı bir tehdit oluşturabileceği hayal bile edilemez. Tam tersine yaşadığımız evrenin doğası üzerine artan bir farkındalık, yalnızca insanın kendine daha çok güvenmesine ve daha alçakgönüllü olmasına yardımcı olabilir. Sosyal bilimlere gelince, bunların insan doğası ve insan varoluşunu belirleyen yasalarla ilgili artan kavrayışı, dinsel tutumu tehdit etmekten çok onun gelişimine katkıda bulunur.

Dinsel tutuma karşı tehdit bilimden değil, günlük hayattaki alışkanlıklardan gelir. Burada insan, hayatın yüce amacını kendi içinde aramaktan vazgeçer ve kendini kendi elleriyle kurduğu ekonomik makineye hizmet eden bir maşaya dönüştürür. İnsan, kendi mutluluğundan ve ruhunun olgunlaşmasından daha çok verimlilikle ve başarıyla ilgilenir. Daha kesin bir deyişle, dinsel tutumu en çok tehlikeye atan yönelim, benim “pazarlama yönelimi” olarak tanımladığım şeydir.

Pazarlama yönelimi, yalnızca modern çağda bir kişilik modeli olarak baskın bir rol edinmiştir. Tüm uğraşlar, meslekler, statüler kişilik pazarında sergilenir. İşçi, işveren ve serbest çalışan, bunların her biri, materyalist başarıyı kendi hizmetlerinden yararlanacak olan başkalarınca kişiliklerinin onaylanmasına bağlar.

Burada da tıpkı sermaye piyasasında olduğu gibi kullanım değeri, değiş tokuş değerini belirlemek için yeterli değildir. Piyasa değerinin belirlenmesinde “kişilik öğesi” becerilere göre önceliği alır ve çoğunlukla da kararı etkileyici rolü oynar. En çekici kişiliğin bile tam bir beceri yoksunluğunu telafi edemeyeceği doğrudur –elbette bizim ekonomik düzenimiz böyle bir temel üzerinden işlemez– ama beceri ve bütünlük tek başına çok seyrek olarak başarıya götürür. Başarı formülleri “kendini satmak”, “kişiliğini beğendirmek”, “mükemmellik”, “neşelilik”, “kavgacılık” gibi terimlerle ifade ediliyor ve benzeri etiketler ödül kazanan kişilik paketinin üzerine yapıştırılıyor. Aile çevresi, kulüpler, ilişkiler, nüfuz gibi başka soyut şeyler de arananların başında geliyor ve sunulan ticari malın birer parçası olarak bunların da kurnazca tanıtımı yapılıyor. Bir dinin üyesi olmak ve gereklerini yerine getirmek de genellikle başarının koşullarından biri olarak görülüyor. Her mesleğin, her alanın kendi başarılı kişilik tipi vardır. Bir satıcının, bankacının, ustanın ve şef garsonun her biri farklı şekilde ve farklı ölçüde belli gereksinimleri karşılamak zorundadır, ama her birinin rolü saptanabilir, her biri temel koşulu sağlamak zorundadır: Talep almak zorundadır.

İnsanın kendine karşı tutumu kaçınılmaz olarak bu ölçütlerce belirlenir. İnsanın özsaygı duygusu, esas olarak kendi yeteneklerinin ve bunların belli bir toplum içindeki kullanım amacının değerine dayanmaz. Bu duygu, kişinin pazardaki satılabilirliğine ve başkalarının onun “çekiciliği” hakkındaki görüşlerine dayanır. Kişi kendini başkalarını etkilemek için çok güzel ve çok pahalı bir biçimde tasarlanmış bir meta olarak görür. Biçilen fiyat ne kadar yüksek olursa kişinin değeri de o kadar onaylanır. Bir meta olarak insan umutla kendi markasını sergiler, tezgâhtaki çeşitler içinde göze çarpan olmak ve en pahalı fiyat etiketine sahip olmak için çabalar, ne var ki başkaları kapışılırken kendi es geçilirse bayağılığını ve değersizliğini kabullenir. Hem insana özgü nitelikler hem de işe yararlık açısından kendine ne kadar yüksek fiyat biçilirse biçilsin kişi talihsizliğinden dolayı modası geçmiş olma lanetine katlanmak zorunda da kalabilir.

Çocukluğundan başlayarak insan moda olmayı, talep edilmeyi ve kendini kişilik pazarına uyarlama zorunluluğunu öğrenir. Ama kendine öğretilen erdemler –hırs, duyarlık, başkalarının istemlerine uyma yeteneği– başarı örnekleri oluşturamayacak kadar genel niteliklerdir. İnsan başarı öykülerinin daha belirgin resimleri için popüler romanlara, gazetelere, filmlere bakar ve pazardaki en şık, en yeni modelleri bularak onlara öykünür.

Bu koşullar altında insanın kendi değerini kavrayışının şiddetli bir acıya neden olması hemen hemen hiç şaşırtıcı değildir. Özsaygı koşulları insanın kendi denetimi dışındadır. İnsan, onaylanmak için başkalarına bağımlıdır ve sürekli onaylanma ihtiyacı içindedir; acizlik ve güvensizlik kaçınılmaz sonuçlardır. Pazarlama yöneliminde insan kendi kimliğini kaybeder; kendine yabancılaşır.

En yüce değer başarıysa ve sevgi, doğruluk, adalet, yumuşak başlılık, merhamet insanın bir işine yaramıyorsa, insan bu idealleri öğretir ama onlar için mücadele etmez. İnsan sevgi Tanrısına taptığını düşünebilir ama aslında kökleri pazarlama yöneliminde yatan sahici hedeflerinin bir ülküleştirilmesi olan bir puta tapar. Yalnızca din ve kilise geleneğinin hayatta kalmasıyla ilgilenenler bu durumu kabullenebilir. İnsan kilisenin limanına sığınır, çünkü içindeki boşluk onu bir tür sığınak bulmaya zorlar. Ne var ki dini öğretmek dindar olmak anlamına gelmez.

Bununla birlikte dindar olsunlar ya da olmasınlar dinsel deneyimle ilgilenenler, kiliseleri kalabalıklar içinde ya da dönüşüm içinde görmekten mutluluk duymayacaktır. Onlar bizim dünyevi alışkanlıklarımızın en sert eleştirmenleri olacaklar ve dinsel tutuma karşı asıl tehdidin psikanaliz ya da başka bir bilim değil kökleri dünyevi kültürümüzün tümüne yayılmış olan insanın kendine yabancılaşması ve kayıtsızlaşması olduğunu anlayacaklardır.

Buna karşın dinin başka bir yönüyle, bilimsel-büyülü yönüyle ilgili bilimsel gelişmenin etkisi tümüyle farklıdır.

İnsanın ilk hayatta kalma çabaları, onun hem doğanın güçleri üzerine kavrayış eksikliği hem de onları kullanmadaki göreli acizliği tarafından kösteklenir. İnsan doğa üzerine kuramlar geliştirir ve doğayla baş etmek için belli alışkanlıklar edinir, bu alışkanlıklar da dininin bir parçası haline gelir. Din bu yönüyle doğayı başarıyla idare etmek için teknikler geliştirmek üzere doğayı anlama işlevini bilimle paylaşır, bu nedenle dinin bu yönünü bilimsel-büyülü yön olarak adlandırıyorum. İnsanın doğa bilgisi ve onu kontrol etme becerisi az gelişmiş olduğu sürece dinin bu yönü kaçınılmaz bir biçimde insan düşüncesinin çok önemli bir parçasıydı. İnsan yıldızların hareketini, ağaçların büyümesini, sellerin, gök gürültülerinin, depremlerin nasıl ortaya çıktığını merak ettiğinde bu olayları kendi insana özgü deneyimiyle karşılaştırarak açıklayan varsayımlar üretebildi. İnsan nasıl kendi hayatındaki olaylar üzerindeki keyfi kontrolleri ve insan ilişkilerinin etkilerini kabul ettiyse, bu tür doğa olaylarının arkasında da Tanrılar ve şeytanlar olduğunu varsaydı. İnsanın tarımla ve meta üretimiyle ilgili olarak oluşturmak zorunda olduğu üretici güçler henüz gelişmemiş olduğunda insan yardım için Tanrılara dua etmek zorundaydı. İnsan, yağmura ihtiyacı varsa yağmur için dua ediyordu. Daha iyi ürünler istiyorsa bereket Tanrıçalarına dua ediyordu. Sellerden ve depremlerden korkuyorsa bu olaylardan sorumlu olduğunu düşündüğü Tanrılara dua ediyordu. Aslında din tarihine bakarak farklı tarihsel dönemlerde ulaşılan bilim ve teknik gelişme düzeyini anlamak mümkündür. İnsan kendi başına gerektiği gibi sağlayamadığı bu pratik ihtiyaçları karşılamak için Tanrılara başvurur; uğruna dua etmediği ihtiyaçlarıysa zaten kendi karşılayabilecek güçtedir. İnsan doğayı daha çok anladıkça ve kontrol ettikçe dini doğayı kontrol etmek için bilimsel bir açıklama ya da büyülü bir araç olarak daha az kullanma ihtiyacı duyacaktır. İnsanlık tüm insanları doyurabilecek kadar üretebilseydi günlük ekmek için dua etmeye gerek kalmazdı. İnsan bunu ancak kendi çabalarıyla gerçekleştirebilir. Daha büyük ölçüde bilimsel ve teknik gelişmeler sağlandıkça, dini dinsel deneyime ilişkin olarak değil de tarihsel koşullara ilişkin olarak dinsel bir ödevle yükümlü kılma ihtiyacı da azalır. Batı dini bu bilimsel-büyülü yönü kendi sisteminin içkin bir parçası haline getirerek kendini insan bilgisinin ilerici gelişiminin tam karşıtına koymuştur. Bu, Doğunun büyük dinleri için geçerli değildir. Doğu dinlerinin daima dinin insanı ele alan parçası ve doğaya açıklama getirmek isteyen yönleri arasında keskin bir ayrıma gitme eğilimi olmuştur. Batıda şiddetli fikir dalaşlarına ve işkencelere neden olan dünya sonlu mudur sonsuz mudur ya da evren sınırsız mıdır, değil midir gibi sorular, Hinduizm ve Budizm içinde ince alay ve mizahla ele alınmıştır. Buda, öğrencilerinin bu tür sorularıyla karşılaştığında tekrar tekrar şu yanıtı verir: “Bilmiyorum ve ilgilenmiyorum, çünkü yanıt ne olursa olsun beni ilgilendiren tek soruna bir faydası yok: İnsanın acıları nasıl hafifletilir?” Aynı hava eski Hindu din kitaplarından birinde de güzel bir şekilde dile getirilir:

“Kim gerçekten de biliyor ve kim burada açıklayabilir, o nasıl doğdu ve bu evren nasıl oluştu? Tanrılar bu dünyanın üretiminden daha sonra vardı. Öyleyse kim biliyor, dünya ilk kez nasıl vücut buldu? O, bu evrenin ilk kaynağı, tüm bunlara o mu biçim verdi ya da vermedi? Kimin gözleri cennetin en üstünden dünyayı denetliyor, o gerçekten bunu biliyor ya da belki de bilmiyor.”

Bilimsel düşüncenin olağanüstü gelişimiyle birlikte sanayide ve tarımdaki ilerlemelerle dinin ve modern bilimin bilimsel iddiaları arasındaki çatışma kaçınılmaz bir biçimde gittikçe sivrileşti. Aydınlanma Çağı’nda din karşıtı savların birçoğu dinsel düşünceye karşı değil, dinin bilimsel savların inanca dayandırılması iddiasına karşı yöneltilmişti. Son yıllarda hem din adamlarının hem de bazı bilim adamlarının dinsel görüşlerle doğa bilimlerindeki en son gelişmelerce öne sürülen görüşler arasındaki çatışmanın elli yıl öncesine göre bile azaldığını gösteren girişimleri olmuştur. Bu savı desteklemek için pek çok veri sunulmuştur. Ama bu tartışmaların temel sorunu ıskaladığını düşünüyorum. Dünyanın kökenine dair Yahudi-Hıristiyan görüşün herhangi bir bilimsel varsayım kadar savunulabilir olduğu söylense bile bu iddia dinsel değildir, dinin bilimsel yönüyle ilgilidir. Asıl sorunun yanıtı insanın ruh sağlığıdır; doğa ve doğanın oluşumu üzerine varsayımların tıpkı Veda ve Buda’nın da zamanında belirttiği gibi şimdi de asıl sorunla bir ilgisi yoktur.

Önceki bölümlerdeki tartışmalarda dinin ayinsel yönünü ihmal ettim oysa tüm dinlerde ayinler en önemli öğelerdir. Psikanalistler ayinlere özel bir önem verir, çünkü hasta gözlemleri ayinlerin dinsel biçimlerinin doğası üzerine yeni kavrayışlar vaat eder gibidir. Psikanalistler, bazı hastaların özel bir doğası olan ve dinsel düşünce ve ibadetle bir ilgisi olmayan, ama gene de dinsel biçimlere çok yakından benzer gibi görünen ayinler düzenlediğini keşfetmişlerdir. Psikanalitik inceleme dürtücü, ayinsel davranışın hasta için gözle görülür olmayan ve adeta bir ayin biçimiyle gıyaben başa çıktığı şiddetli arzuların bir sonucu olduğunu ortaya serebilir. Kendine özgü yıkanma dürtüsü durumunda kişi yıkanma ayininin güçlü bir suçluluk duygusundan kurtulma çabası olduğunu keşfeder. Bu suçluluk duygusu hastanın gerçekte yaptığı bir şeyden değil, bilincinde olmadığı yıkıcı dürtülerden kaynaklanır. Yıkanma ayininde kişi hiç durmadan bu yıkıcılığı ödünler ama bilinçsizce tasarladığı bu ödünleme hiçbir zaman bilinç düzeyine çıkmaz. O, suçluluk duygusuyla baş edebilmek için bu yıkanma ayinine gereksinim duyar. Bir kez kişi bu yıkıcı dürtünün varlığının farkına vardı mı onunla doğrudan uğraşabilir ve yıkıcılığının kaynağını anlayarak sonunda onu en azından katlanılabilir bir düzeye indirebilir. Zorlantılı ayinin belirsiz bir işlevi vardır. Bu, hastayı dayanılmaz bir suçluluk duygusundan korur, ama aynı zamanda da bu dürtüleri sonsuzlaştırmaya doğru gider çünkü onlarla yalnızca dolaylı olarak ilgilenir.

Dikkatlerini dinsel ayinlere veren psikanalistlerin hastalarında gözlemledikleri kişiye özel zorlantılı ayinlerle din içinde görülen toplumsal olarak biçimlenmiş törenler arasındaki benzerlikten etkilenmeleri hiç şaşırtıcı değildir. Onlar, dinsel ayinlerin nörotik dürtülerle aynı mekanizmayı izlediğini umarlar. Sözgelimi Tanrı tarafından temsil edilen baba figürüne karşı duyulan yıkıcı nefret gibi bilinçaltına ait dürtüler ararlar ve bunların ayin içinde ya doğrudan açığa vurulması ya da savuşturulması gerektiğini düşünürler. Her ne kadar bu rotayı izleyen psikanalistlerin özgül açıklamaları her zaman doğru olmasa da onlar hiç kuşkusuz pek çok dinsel ayinin doğası üzerine önemli keşifler yapmışlardır. Ama zihinleri hastalığa ait görüngülerle meşgul olduğu için ayinlerin ille de nörotik dürtülerde bulunan usdışı bir doğaya sahip olmadığını çoğunlukla görememişledir. Onlar, usdışı dürtülerin bastırılmasına dayanan usdışı ayinlerle tümüyle farklı bir doğaya sahip ussal ayinler arasında bir fark gözetmemişlerdir.

Kendimize bir yön bulmak için sadece varlığımıza biraz anlam katan ve hemcinslerimizle paylaşabileceğimiz bir sisteme ihtiyaç duymayız; aynı zamanda başkalarınca da paylaşılan eylemler ile egemen değerlere bağlılığımızı gösterme ihtiyacı da duyarız. Bir tören, genellikle, ortak değerlere kök salmış ortak savaşımları yansıtan ortaklaşa bir eylemdir.

Ussal ayin, usdışı ayinden her şeyden önce işlevsel olarak ayrılır: Ussal ayin, bastırılmış dürtüleri savuşturmaz, birey tarafından değerli bulunan savaşımları açığa çıkarır. Bu nedenle ussal ayinler, usdışı ayinlerin tipik bir özelliği olan saplantılı-zorlantılı niteliğe sahip değildir; usdışı ayinlerde bir kez gerçekleştirilmiş olsalar bile bastırılmış şeylerin araya girme tehlikesi vardır, bu nedenle herhangi bir sapmaya derin bir kaygı eşlik eder. Ussal ayinler gerçekleştirilirken herhangi bir sapma bu tür sonuçlar doğurmaz; gerçekleştirememe vicdan azabına yol açar, ama korku uyandırmaz. Aslında bir usdışı ayin, ayin sırasında herhangi bir davranışın çiğnenmesinin yol açacağı korkunun ölçüsünden daima anlaşılır.

Birini selamlamak, bir sanatçıyı alkışlayarak onurlandırmak, ölüye saygı göstermek ve pek çok başka alışkanlıklar günümüzün dünyevi ussal ayinlerinin basit örnekleridir.

Dinsel ayinler elbette her zaman usdışı değildir. (Ayinlerin anlamını bilmeyen gözlemci için kuşkusuz bunlar daima usdışı görünür.) Bir dinsel yıkanma ayini, herhangi bir saplantılı ya da usdışı öğe içermeyen bir ruhsal arınmanın anlamlı ve ussal bir anlatımı olarak, tam bir yoğunlaşma ve kendini adama gerektiren bir eyleme hazırlanmak için ayin biçiminde gerçekleştirilen içsel arınma arzusunun simgesel bir yansıması olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde oruç tutmak, dinsel evlilik törenleri, zihni bir noktaya toplama (konsantrasyon) ve derin düşüncelere dalma (meditasyon) gibi alışkanlıklar tamamen ussal ayinler olabilir; bunların bir analize ihtiyacı yoktur ama burada tasarlanmış niyetlerin anlaşılması önemlidir.

Nasıl rüyaların ve mitlerin simgesel dili, duyusal deneyimin imgeleri yoluyla duyguların ve düşüncelerin özel bir anlatımıysa, ayin de eylem yoluyla duyguların ve düşüncelerin simgesel bir anlatımıdır.

Psikanalistin ayinlerin anlaşılmasına yapabileceği katkı, ayinsel eyleme duyulan ihtiyacın psikanalitik köklerini ortaya çıkararak itekleyici ve usdışı ayinlerin ideallerimize sıradan bağlılıklarımızın yansımaları olan ayinlerden farkını ortaya koymaktır.

Dinlerin ayinsel yönü söz konusu olduğunda günümüzdeki durum nedir? Dininin gereklerini yerine getiren dindar bir insan kilisedeki çeşitli ayinlere katılır; hiç kuşkusuz salt bu özellik kiliseye devamın en önemli nedenlerinden biridir. Günümüz insanının kendini adayış eylemlerini başkalarıyla paylaşmak için nerdeyse hiç fırsatı yok, bu nedenle en kayda değer duygulardan ve gündelik hayatın koşuşturmamalarından ne kadar kopuk olursa olsun herhangi bir ayinin olağanüstü bir çekiciliği vardır.

Yetkeci siyasal düzenlerin liderlerince ortak ayinlere duyulan gereksinimin değeri fazlasıyla bilinir. Onlar, siyasal açıdan renkli törenlerin yeni biçimlerini sunarak bu gereksinimi karşılar ve bu sayede sıradan yurttaşı yeni siyasal inanca bağlar. Demokratik kültürlerde günümüz insanı için çok fazla anlamlı ayin yoktur. Bu nedenle ayine özgü deneyimlerin çok farklı biçimler alması şaşırtıcı değildir. Localardaki gösterişli ayinler, devletin yurtseverce yüceltilmesiyle ilgili ayinler, nazik davranışlarla ilgili ayinler ve daha pek çokları bu ortak eyleme duyulan gereksinimin yansımalarıdır gene de bunlar yalnızca ibadete ilişkin amacın güçsüzleşmesini ve ahlak ve etik tarafından resmen kabul edilmiş ideallerden ayrı düşmeyi gösterir. Tıpkı görgü kuralları kitaplarında belirtilen uygun davranışlar için duyulan kaygı gibi kardeşçe örgütlenmelerin cazibesi de modern insanın ayinlere gereksinimini ve yaptıklarının boşluğunu ortaya koyan ikna edici kanıtlardır.

Ayine duyulan gereksinim yadsınamaz ama çoğunlukla küçümsenir. Öyle görünüyor ki dindar olmak, ayinlere özgü anlamsız alışkanlıklara kendimizi kaptırmak ve bu gereksinimin verdiği hoşnutluğu tatmadan yaşamak seçenekleriyle baş başa kalmış durumdayız. Ayinler kolayca tasarlanıp bulunabilseydi yeni insancıl ayinler yaratılabilirdi. Böyle bir deneme on sekizinci yüzyılda Mantık dininin sözcüleri tarafından yapılmıştı. Bu, ussal insanca ayinleri sırasında Kuveykirler tarafından ve küçük insancıl dinsel örgütler tarafından denenmişti. Ama ayinler imal edilemez. Ayinler, içtenlikle paylaşılan ortak değerlerin varlığına dayanır ve ancak bu tür değerler su yüzüne çıkıp insan gerçekliğinin bir parçası haline geldiğinde anlamlı, ussal ayinlerin ortaya çıkışını umabiliriz.

Ayinlerin anlamını tartışırken çoktan dinin dördüncü yönüne, anlamsal (semantik) yönüne değinmiş olduk. Din, hem öğretilerde hem de ayinlerde günlük hayatta kullandığımızdan farklı bir dil kullanır; bu, simgesel dildir. Simgesel dilin özü ruhsal deneyimlerin, duyguların ve düşüncelerin deneyiminin duyumsal deneyimlermiş gibi açıklanmasıdır. Hepimiz bu dili “konuşuruz” ama yalnızca uyurken. Buna karşın rüyaların dili söylenceler ve dinsel düşüncelerde kullanılan dilden farklı değildir. Simgesel dil, insan soyunun bildiği tek evrensel dildir. Bu, beş bin yıllık söylencelerde ve günümüz insanlarının rüyalarında kullanılan dildir.

Bu Hindistan’da, Çin’de ve New York’ta değişmeyen dildir. Başlıca kaygının ruhsal deneyimlerin anlaşılması olduğu toplumlarda bu dil yalnızca konuşulmaz, aynı zamanda anlaşılır da. Bizim kültürümüzde bu dil hâlâ rüyalarda konuşulsa da seyrek olarak anlaşılır. Bu anlaşmazlık, çoğunlukla simgesel dilin konusunun ruhun deneyimlerinin simgesel bir anlatımı olarak değil de nesneler alanındaki gerçek olaylar olarak ele alınmasına bağlıdır. Bu yanlış anlamanın temelinde rüyaların imgelemimizin saçma ürünleri olarak kabul edilmesi ve dinsel söylencelerin gerçekliğin çocuksu kavramları olarak düşünülmesi yatar.

Bu unutulmuş dili bizim için erişilebilir yapan Freud’du. Freud, rüyaların dilini anlamak için verdiği çabalarla simgesel dilin özelliklerini kavramaya giden yolu açarak bu dilin yapısını ve anlamını ortaya koydu. Aynı zamanda da dinsel söylencelerin dilinin rüyalarınkinden aslında farklı olmadığını, onların da dikkate değer deneyimlerin anlamlı açıklamaları olduğunu gösterdi. Freud’un rüya ve söylence yorumlarını cinsel dürtünün önemini aşırı vurgulayarak daralttığı doğrudur, ama o, buna karşın söylencelerdeki, dogmalardaki ve ayinlerdeki dinsel simgeler üzerine yeni bir kavrayışın temellerini de atmıştır. Simgeler dilinin bu biçimde kavranışı dine dönüşe yol açmaz, ama din tarafından simgesel dil aracılığıyla anlatılan derin ve anlamlı aklın yeni bir değerlendirmesine yol açar.

Yukarıdaki görüşler bugün dine karşı neyin tehdit oluşturduğu sorusunun yanıtının dinin hangi kendine özgü yönünden söz ettiğimize bağlı olduğunu ortaya koyuyor. Önceki bölümlerde temel nokta din sorununun Tanrı sorunu değil, insan sorunu olduğu görüşüdür; dinsel formüller ve dinsel simgeler belli tür insan deneyimlerine açıklama getirme çabalarıdır. Asıl sorun bu deneyimlerin doğasıdır. Simgeler sistemi yalnızca alttaki insan gerçekliğini anlamamıza yardımcı olacak üstü kapalı sözlerdir. Ne yazık ki Aydınlanma Çağından bu yana dini merkezine alan tartışmalar, genellikle belli insan davranışlarının olumlanmasından ya da olumsuzlanmasından daha çok Tanrı inancının olumlanması ya da olumsuzlanmasıyla ilgili olmuştur. “Tanrının varlığına inanıyor musun?” dindarlar tarafından can alıcı bir soru haline getirilmiştir ve Tanrının yadsınması kiliseye karşı savaşım verenlerin seçtiği bir duruş olmuştur. Tanrı inancını öğreten pek çoklarının insanca tutumlarının putperestlik ya da inançsızlık olduğu, bunun yanı sıra en ateşli “Tanrıtanımazlar”ın bazılarının hayatlarını insanların gelişimine, kardeşlik ve sevgi edimlerine adadığı, inanç ve derin bir dinsel tutum sergilediği kolayca görülebilir. Tanrı simgesinin kabulünü ya da inkârını merkezine alan dinle ilgili tartışmalar, din sorununun insana özgü bir sorun olarak kavranmasının önünü keser ve insancıl anlamda dinsel olarak adlandırılabilecek bir insan tutumunun gelişmesini engeller.

Tanrı simgesini elden kaçırmamak, ama aynı zamanda da ona tektanrıcılık geleneğinden farklı bir anlam vermek için pek çok girişimde bulunulmuştur. Göze çarpan örneklerden biri Spinoza’nın Tanrıbilimidir. Spinoza, Tanrıbilime özgü dili çok sert bir biçimde kullanarak Yahudi-Hıristiyan geleneğince Tanrı yok anlamına gelecek bir Tanrı tanımı yapar. Spinoza, gene de Tanrı simgesinin vazgeçilmez olduğu düşünsel ortama kendini o kadar yakın hissediyordu ki bu yeni tanımıyla Tanrının varlığını reddettiğinin farkında değildi.

On dokuzuncu yüzyılın ve günümüzün bazı Tanrıbilimcilerinin ve filozoflarının yazılarında benzer bir biçimde Tanrı sözcüğünü elde tutma, ama aynı zamanda da ona İncil’deki Elçilerin ya da Ortaçağdaki Hıristiyan ve Yahudi Tanrıbilimcilerinin verdiği anlamdan tamamen farklı bir anlam verme çabaları göze çarpar. Her ne kadar bunun aslında tarihsel bir anlamı olan bir simgeyi elden kaçırmamak için zorlama bir çaba olmadığı tartışılır olsa da Tanrı sözcüğünü elinde tutanlarla bir ağız dalaşına girmenin anlamı yoktur. Bu, böyle bir çaba olsa da kesin olan bir şey vardır. Asıl çatışma Tanrı inancıyla “Tanrıtanımazlık” arasında değil de insancı, dinsel bir tutumla güçlü bir inanç içinde nasıl açığa vurulursa vurulsun –ya da gizlenirse gizlensin– putperestliğe eşdeğer bir tutum arasındadır.

Koyu bir tektanrıcı bakış açısından bakıldığında bile Tanrı sözcüğü bir sorun oluşturur. İncil, insanın herhangi biçimde bir Tanrı imgesi oluşturmaya çalışmaması üzerinde ısrarla durur. Hiç kuşkusuz bu uyarı bir açıdan bir tabudur, Tanrının hayranlık uyandırıcılığının korunmasıdır. Buna karşın başka bir açı da Tanrının insanın içindekilerin tümünün bir simgesi olduğu, ama gene de insan olmadığı, kendi içimizde keşfetmek için çabaladığımız ama gene de hiçbir zaman tanımlayamadığımız ya da sınırlayamadığımız ruhsal gerçekliğin bir simgesi olduğu düşüncesidir. Tanrı, görüş açımızın sınırlarını belirleyen ufuk çizgisi gibidir. Biz hareket ettiğimizde ufuk çizgisi de hareket eder. Alçak bir tepeye bile tırmandığımızda ufuk çizgisi genişler, ama gene de bir sınırlandırmadır, asla ele geçirilebilecek bir şey değildir. Tanrının tanımlanamayacağı düşüncesi, Tanrının Hz. Musa’ya vahiy indirmesiyle ilgili kutsal kitaba özgü bir öyküde açıkça dile getirilir. İsrailoğullarıyla konuşmakla ve tutsaklıktan özgürlüğe giden yolda onlara rehberlik etmekle görevlendirilen Hz. Musa, onların içinde bulunduğu köleliğin ve putperestliğin ruhundan anladığı için Tanrıya şöyle der: “Göreceksiniz, İsrailoğullarının karşısına çıkıp onlara babalarınızın Tanrısı beni gönderdi dediğimde onlar da bana şunu soracaktır: Onun adı nedir? Peki, ben onlara ne söyleyeceğim? Ve Tanrı da Hz. Musa’ya şöyle der: BEN BENİM. Ve der ki, işte bu nedenle İsrailoğullarına git ve seni BEN’in gönderdiğini söyle”.

Bu sözcüklerin anlamı İbranice metinlere daha yakından baktığımızda daha anlaşılır olur. “Ben benim” (ehje asher ehje) sözcüklerinin asıl metindeki zaman kullanılarak çevrilmesi daha doğru olacaktır: “Ben, ben oluyorum.” Hz. Musa, Tanrıya bir isim sorar, çünkü bir isim insanın kavrayabileceği ve tapabileceği bir şeydir. Mısır’dan Çıkış öyküsünün tamamı boyunca İsrailoğulları’nın taparcasına seven ruh haline Tanrı sevecenlikle ayrıcalık tanır ve aynı zamanda Tanrı, Hz. Musa’ya da kendi ismini bahşetme ayrıcalığını tanır. Ama bu isimde çok ince bir alay yatar. Bu isim, bir nesne gibi isimlendirilebilecek sonlu bir şeyden daha çok var olma sürecini ifade eder. Bu cümle, “Benim ismim İSİMSİZ” olarak çevrilseydi metnin anlamı kusursuz bir biçimde verilmiş olurdu.

Hıristiyan ve Yahudi Tanrıbilimlerinin gelişimi süresince Tanrıya dair en ufak bir olumlu tanımlama ya da açıklamadan dahi kaçınılarak daha katıksız bir Tanrı kavramına varma çabalarına tekrar tekrar rastlıyoruz (Plotinus, Maimonides). Önemli Alman gizemcisi Master Eckhart’ın dediği gibi: “Bir kimsenin Tanrı dediği şey Tanrı değildir; Tanrıdan söz etmeyen kimse Tanrıdan söz eden kimseden daha doğrudur”.

Kendi içinde mantıklı sonuçlara varmış tektanrıcılığın bakış açısına göre Tanrının doğası üzerine hiçbir tartışma yapılamaz; hiç kimse kendine hemcinslerini eleştirme ve kınama ya da kendi Tanrı düşüncesinin tek doğru olduğunu ileri sürme fırsatı verecek bir Tanrı bilgisine sahip olduğunu varsayamaz. Bu tür iddialardan, psikanalitik açıdan da inanç yoksunluğundan ya da sevgi yoksunluğundan ileri gelen Batı dinlerine özgü dinsel hoşgörüsüzlüğün dinsel gelişme üzerinde yıkıcı bir etkisi olmuştur. Bu hoşgörüsüzlük yeni bir tür putperestlik doğurmuştur. Tahtadan ve taştan değil, ama sözcüklerden yeni bir Tanrı imgesi oluşturulur ve insanlar artık bu yeni tapınakta tapınır. Yeşaya, bu çarpıtılmış tektanrıcılığı şu sözcüklerle eleştirir:

“Diyorlar ki ‘Oruç tuttuğumuzu neden görmüyor, isteklerimizi denetlediğimizi neden fark etmiyorsun?’

Bakın, oruç tuttuğunuz gün keyfinize bakıyor, işçilerinizi eziyorsunuz.

Orucunuz kavgayla, çekişmeyle, şiddetli yumruklaşmayla bitiyor. Bugünkü gibi oruç tutmakla sesinizi yükseklere duyuramazsınız.

İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz? İnsanın isteklerini denetlemesi gereken gün böyle mi olmalı? Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı? Siz buna mı oruç, RAB’bi hoşnut eden gün diyorsunuz?

Benim istediğim oruç, haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları salıvermek, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak, her türlü boyunduruğu kırmak değil mi?

Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? Barınaksız yoksulları evinize alır, çıplak gördüğünüzü giydirir, yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezseniz, ışığınız tan gibi ağaracak, çabucak şifa bulacaksınız. Doğruluğunuz önünüzden gidecek, RAB’bin yüceliği artçınız olacak.”

Eski Ahit, özellikle de Elçiler olumluyla, Tanrının tanınmasıyla olduğu kadar olumsuzla, putperestliğe karşı verilen savaşımla da ilgilidir. Bizler hâlâ putperestlik sorunuyla ilgileniyor muyuz? Yoksa yalnızca taştan ve tahtadan yapılmış “ilkel” tapınma nesneleri gördüğümüzde mi böyle bir ilgi taşıyoruz? Kendimizi putperestliğin bu geleneksel simgelerinin herhangi birine taparken bulmadığımız için kendimizi bu tür tapınmayı aşmış ve putperestlik sorununu çözmüş olarak görürüz. Putperestliğin özünde kendine has şu ya da bu puta tapmak değil, açık seçik bir biçimde bir insan tutumu yatar. İnsan hayatının hayatın en yüce ilkelerinin –sevginin ve aklın– kavranmasına, insanın kendi gizilgüçlerini gerçekleştirmesine ve kendinden Tanrıya benzer bir varlık yaratmasına adandığı bir tutuma karşılık buradaki tutum nesnelerin ve evrenle ilgili bazı şeylerin tanrılaştırılması ve insanın kendini bu tür şeylere teslim etmesidir. Bu şeyler yalnızca taştan resimler ve tahtadan putlar değildir. Sözcükler putlaşabilir, makineler putlaşabilir; liderler, devlet, yetke ve siyasal gruplar da bu işi görebilir. Bilim ve bir komşunun düşünceleri de putlaşabilir ve Tanrı zaten pek çokları için putlaşmıştır.

İnsanın olumluyla, Tanrıyla ilgili geçerli açıklamalar yapması olası değildir oysa olumsuzla, putlarla ilgili geçerli açıklamalar yapması olasıdır. Şimdi Tanrı üzerine tartışmaktan vazgeçip bunun yerine putperestliğin çağdaş biçimlerinin maskesini düşürmek üzere bir araya gelmenin zamanı değil mi? Bugün insanın en değerli ruhsal varlıklarını tehdit eden Fenike Tanrısı ya da Kibele değil, yetkeci toplumlarda devletin ve yetkenin, bizim toplumumuzda da makinenin ve başarının tanrılaştırılmasıdır. Dindar olalım ya da olmayalım, ister yeni bir dinin ya da dinsizliğin dininin gerekliliğine, isterse Yahudi-Hıristiyan geleneğinin sürekliliğine inanalım kabukla değil de özle, sözcüklerle değil de deneyimle, kiliseyle değil de insanla ilgilendiğimiz sürece putperestliği kesin bir biçimde olumsuzlamak üzere bir araya gelebiliriz ve belki de Tanrının olumlanmasındansa bu olumsuzlamada ortak inancın daha fazlasını buluruz. Üstelik alçakgönüllülüğün ve hayırseverliğin daha fazlasını bulacağımıza da hiç şüphe yok.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz